Père-Lachaise'dekilere saygısızlık...


*


Köln Konferansı: Darbecileri Yargılamaya Çağırıyoruz!



Türkiye/Almanya İnsan Hakları Derneği (TÜDAY)'ın organize ettiği Türkiye'de askeri darbeler ve sonuçları konusundaki konferans 18 Aralık 2010 günü Almanya'nın Köln kentinde geniş bir katılımla yapıldı.

12 Eylül darbesi'nin ve onu izleyen baskı döneminin insanlık dışı uygulama ve baskılarını sergileyen bir belgeselin gösterimi ve Mehmet Celal'in gitar dinletisinden sonra TÜDAY adına yazar Oktay Duman'ın yönettiği konferansta İnfo-Türk Yayın Yönetmeni Doğan Özgüden ve Avukat Yücel Sayman darbeler ve sonuçları konusunda görüşlerini açıkladılar, dinleyicilerin sorularını yanıtladılar.

Özgüden yaşadığı 1960, 1971 ve 1980 askeri darbeleri konusunda ayrıntılı bir sunum yaparak özellikle siyasal partilerin ve medyanın militarizmin baskıcı uygulamalarındaki suç ortaklığını sergiledi, "darbelerin tezgahlanmasından, cuntaların işledikleri suçların örtbas edilmesinden onlar da askerler kadar sorumludurlar," dedi.

Avukat Yücel Sayman 12 Eylül darbesinden sonra Türkiye'ye dayatılan 1982 Anayasası‘nın, özellikle de "Başlangıç" kısmının anti-demokratik, ırkçı, temel hak ve özgürlükleri hiçe sayan karakterini hukuki açıdan  eleştirerek bu anayasa topyekun değiştirilmedikçe Türkiye'de gerçek bir demokrasiden bahsedilemeyeceğini vurguladı.

Konferans sırasında TÜDAY'ın aşağıdaki çağrısı Türkiye ve dünya kamuoyuna bir kez daha duyuruldu:

12 Eylül 1980 askeri darbesinin üzerinden tam 30 yıl geçti. Darbeciler ülkemiz insanına ve insanlığa karşı işledikleri suçlar nedeniyle, baskıyla yaptırdıkları anayasa maddeleriyle kendilerini güvenceye almışlardı. 12 Eylül 2010’da anayasa değişikliği için yapılan refarandumla, darbecilerin yargılanmasının yolu açıldı. Şimdi hesap sorma zamanı!

12 Eylül 1980 askeri darbesiyle;

– TBMM kapatıldı. Anayasa ortadan kaldırıldı. Siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve mallarına el konuldu.

– 650 bin kişi gözaltına alındı ve 90 gü ne varan gözaltı sürelerinde ağır işkence gördü. Açılan 210 bin davada, 230 bin kişi sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı. İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi.

– Askeri mahkemelerde 71 bin kişi düşüncelerinden, 98 bin kişi örgüt üyesi olmaktan yargılanıp ağır cezalara çarptırıldı.

– Cezaevlerinde insan onuruyla bağdaşmayan baskı, dayak, işkence ve kötü koşullardan dolayı 299 kişi yaşamını yitirdi. Bunlardan 171’inin "işkenceden öldüğü" belgelendi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 14 kişi açlık grevi-ölüm orucu eylemlerinde öldü.

– 1 milyon 683 bin kişi, komünist, alevi, kürt, dinci, şeriatçı denilerek fişlendi. 30 bin kişi “sakıncalı” görülerek işten atıldı. Bunlardan 3 bin 854’ü öğretmen, 120’si üniversitede görevli öğretim üyesi, ve 47’si hakimdi. 18.525 kamu görevlisi hakkında soruşturma açıldı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi ülkesinden, işinden, okulundan, ailesinden uzakta mülteci olarak yaşamak zorunda bırakıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.

– 937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. Siyasi partiler ve sendikalar kapatıldı, çok sayıda siyasetçi gerekçesiz gözaltında tutuldu ve tutuklandı.

– Yüzbinlerce yayına el konuldu ve imha edildi. Yayınevi sahipleri gözaltına alındı, tutuklandı, işkence gördü.

– 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 31 gazeteci cezaevine girdi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci silahla öldürüldü.

– Devlet görevlileri tarafından 227 kişi öldürüldü. Bu insanlardan; 16 kişi için “kaçarken” vurulduğu, 95 kişi için “çatışmada” öldüğü söylendi. 73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi. 43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi.


Çağrımız; 12 Eylül darbesinin acısını, çilesini çeken sizlere ve bu insanlık dışı darbeye hesap sormak isteyenleredir!
Çağrımız; 12 Eylül darbecilerine karşı, insanlığın ortak bir sorgulama bilincini oluşturmayadır!
Çağrımız; 30 yıl sonra da olsa 12 Eylül darbesinin tüm kurumlarıyla ve sonuçlarıyla hesaplaşmayadır!
Çağrımız; 12 Eylül darbesiyle, hak gasbına uğrayanların haklarının iadesinin sağlanmasınadır!

İnsan hakları savunucuları olarak çağrımız; 12 Eylül askeri darbesini yapanların ve darbe sürecinde suç işleyenlerin bir an önce mahkemelerde yargılanmasıdır!





Avrupa Baris Meclisi'nin Gazetesi
Aralik 2010
http://www.barismeclisi.com


Père-Lachaise'dekilere saygısızlık...

Dogan Özgüden


Barış'a yazılacak yazının bittabi barışçıl olması gerek... Ama barışçıl olmak, ille de gerçekleri görmezlikten gelmek, barış'la bir türlü barışamayanların marifetlerini örtbas etmek değil. Ülkemizin siyasal kargaşası karşısında "çıkmadık candan umut kesilmez" diye bağrımıza taş basmağa çalışsak bile, öyle gerçekler var ki bir mertek gibi batıyor görmesini bilen gözlere...

Diyeceklerim, günümüzün "en büyük Türk büyükleri"nden ikisi, Recep Tayyip Erdoğan ve Kemal Kılıçdaroğlu üzerine...

Niçin ikisi?

Türk'üyle, Kürd'üyle, Ermeni'siyle, Asuri'siyle, Rum'uyla tüm insanlarımız otuz yıldır süregelen iç savaşın bir an önce bitirilmesini, ülkemizde gerçekten demokratik, insan haklarına ve sosyal adalete saygılı bir düzene geçilmesini beklerken ve de savaşın taraflarından biri bu uğurda tek taraflı ateşkes ilan etmişken, verili koşullarda bu süreci sonuca götürebilecek iki kişi onlar olduğu için...

Ağızlarını her açışlarında "Halk iradesi", "Meclis'in üstünlüğü" demiyorlar mı? 335'i AKP'den, 101'i CHP'den, etti mi 436? BDP'nin 20 milletvekili de doğal olarak her barışçı girişimi desteklemeye hazır olduğuna göre, oldu mu 456? Yani Meclis'teki toplam 541 milletvekilinin yüzde 84'ü.

Ortam uygun, aritmetik uygun, dünya konjonktürü uygun. Barışı bugünden yarına yaşama geçirmek için bu "en büyük iki Türk büyüğü"nün bekledikleri nedir?

Denebilir ki, belki vardır bir bildikleri... Varsa bir bildikleri açıkça söylesinler, biz de bilelim.

Yine denebilir ki, siyasetçinin tavrını belirleyen sadece somut gerçeklikler, aritmetik doğrular değil, aynı zamanda duygularıdır, duygusal birikimleridir.

Söz konusu Devlet Bahçeli olsa, ne denli kin ve husumet duygularıyla dolu olduğunu gösteren  "yağlı kement atma" şovu hâlâ belleklerdedir. Zaten onun partisinin yüzde 84'te yeri de yoktur.

Erdoğan'la Kılıçdaroğlu öyle mi? Siyasal şovlarında söylediklerine bakarsanız, yavrularını kirli savaşta yitirmiş şehit analarından da, gerillacı analarından da, Cumartesi analarından da daha fazla insancıl duygularla yüklüdürler.

12 Eylül Cuntası'nın ve onun sivil uzantılarının sürgüne zorladığı, anayurtlarından binlerce kilometre uzakta, Paris'in Père Lachaise Mezarlığı'nda yatan Yılmaz Güney'le Ahmet Kaya için söylediklerine bakın.

Erdogan, ATV'nin programında Ahmet Kaya'nın bir konser kaydını izlerken gözyaşları döküyor, sanatçılara seslenirken de "Eğer bu ülkenin otoriteleri Yılmaz Güney'in filmlerine kulak vermiş olsalardı, Türkiye bugün çok farklı bir yerde olabilirdi," diyor.

Siyasal mücadele duygu müzayedesine dönüştü ya, Kılıçdaroğlu ondan geri kalır mı? Paris'e gittiğinde her ikisinin de mezarlarını ziyaret ediyor, ardından da Kürdistan'ı yeniden fethetme seferinde Diyarbakır'dan geçerken "Onlar bizim insanlarımız. Kavga üslubunu bir kenara bırakıp herkesi kucaklayan barış söylemiyle yola çıkmalıyız," diyor.

Türkiyeli en eski siyasal sürgünlerden biri olarak söyleyeyim:

Yılmaz Güney 26 yıldır, Ahmet Kaya 10 yıldır Père Lachaise'de...

Kılıçdaroğlu 8 yıldan beri, Erdoğan 7 yıldan beri TBMM üyesi... Türkiye-AB ve Türkiye-Avrupa Konseyi ilişkileri bağlamında kimbilir kaç kez Paris'e gitmişlerdir? Bugüne kadar bu iki büyük sanatçıyi anmak, Père Lachaise'de mezarlarını ziyaret etmek hiç akıllarına gelmiş midir?

Denebilir ki Erdoğan 2003'te seçilir seçilmez başbakan olmuştur ve de işleri başından aşkın olduğu için vakit bulamamıştır. Ama başbakan olur olmaz 9. Dünya Atletizm Şampiyonası'nda 1500 metre finalinde Türk atleti Süreyya Ayhan'a moral vermek üzere apartopar Paris'e uçan da aynı Erdoğan değil midir?

Haydi bu duygu bezirganlığını bir yana bırakalım.

Türk Devleti'nin Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya'ya reva gördüğü tüm baskı, inkar, karalamalar, her iki sanatçının da Kürt kimliklerini inkar etmemelerinden ve de tüm ezilenler gibi Kürt halkının da haklarını savunmalarından kaynaklanmıyor mu?

Eğer Türkiye'nin en büyük iki partisinin liderleri, devlet adına Güney ve Kaya'ya gerçekten bir vefa gösterisinde bulunmak istiyorlarsa, herşeyden önce Kürt halkının kendilerine yaptığı barış önerisini içtenlikle kabul ederek 30 yıllık içsavaşın tüm taraflarıyla yapıcı ve kalıcı çözümler için masaya oturmalıdırlar.

Bu satırları yazarken Başbakan Erdoğan'ın, barış için görüşme şöyle dursun, hâlâ militarizmin dayattığı bataklıkta kulaç attığı, Kürt ulusal hareketinin uzattığı zeytin dalına, "eve dönüş" ya da "pişmanlık" etiketli 221. madde tuzağıyla yanıt verdiği haberi geldi. Bir yandan bazı generalleri askıya alarak "sivilleşme" gösterisi yapan Başbakan, iş topyekun silah bırakmaya gelince birden militarist kesilerek, "Kalkıp da birilerinin PKK ağzıyla ordumun silah bırakmasını istemesi haksızlık değil mi?" demagojisi yapıyor.

Ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu ise önümüzdeki seçimlerde BDP de dahil tüm demokratik ve ilerici güçlerle ittifak önerisini elinin tersiyle iterek, "tek başına iktidar olma" edebiyatı yapıyor. CHP'nin asla tek başına iktidar olamayacağını kendisi de dahil tüm CHP'liler pekâlâ bildiğine göre, partinin gizli gündemi ister istemez yine ordu destekli müstakbel bir CHP-MHP koalisyonuna odaklanıyor.

Bu tutarsızlıklar sürüp giderken, medya bugüne kadar BDP'li 19 milletvekili hakkında toplam 2.473 yıl hapis talebiyle 544 dâva açıldığını duyuruyor. Ve de Diyarbakır'da aralarında halkoyuyla seçilmiş belediye başkanlarının da bulunduğu 151 Kürt önderi, çoğu tutuklu olmak üzere, anadilde savunma hakları dahi reddedilerek yargılanıyor.

Tüm bu gerçekler ortadayken, Türkiye halklarının başka göklerde zamansız düşmüş iki barış güvercininin, sevgili Yılmaz Güney ile Ahmet Kaya'nın isimlerinin siyaset meyhanesinde meze olarak kullanılması tek kelimeyle utanç verici.

Bu, sadece Yılmaz Güney'e ve Ahmet Kaya'ya değil, Père-Lachaise Mezarlığı'nda onlarla birlikte yatan 1871 komünarlarının, Nazi işgaline karşı savaşta canlarını veren direniş kahramanlarının anılarına da büyük saygısızlık.

Türk'üyle, Kürd'üyle, Ermeni'siyle, Asuri'siyle, Rum'uyla tüm Türkiyeli barışseverlerin öncelikli  görevlerinden biri de Türkiye siyasetini bu utanç verici ayıptan kurtarmak olmalıdır.