flashfondationeditorsbulletinspublications

INFO-TURK



Sürgünler af değil, özür ve yasal düzenleme bekliyor

Doğan Özgüden'in 12 Eylül sürgünleri toplantısındaki konuşması

Hayri Argav'in 12 Eylül sürgünleri toplantısındaki konuşması

surgunler
Sürgünler Plarformu Toplantısı

meclis
Seçilen Sürgünler Meclisi


Avrupa'da 12 Eylül Sürgünleri Meclisi kuruldu

Avrupa’nın 10 ayrı ülkesinde yaşayan Türk, Kürt, Ermeni, Asuri, Ezidi sürgünler, 15 Aralik günü Almanya’nın Köln kentinde toplanıp bir platform oluşturdu.
12 Mart ve çoğunluğu 12 Eylül askeri darbesi sürgünü olan 120 kişi, akşam geç saatlere kadar yoğun bir tartışma sonrasında 23 kişiden oluşan bir meclis ve bunun içiden de 9 kişilik bir yürütme kurulu seçti.

Toplantı Köln’ün Porz semtinde Stadtgymnasium’un konferans salonunda yapıldı. Saat 15 başlayan toplantı, yazdan bu yana hazırlık çalışmalarını yürüten Platform Girisimcileri adına Hayri Argav’ın yaptığı konuşma ile açıldı. Argav, 24 sivil toplum örgütünün kendilerinin çalışmasına destek verdiğini ve çağrı metinin de Avrupa’nın 10 ülkesinde yaşan 120 sürgün tarfından imzalandiğini belirtti.

Türkiye’de 1915 yılında Ermeni, Asuri ve Rum haklarının uğradıkları soykırımın bir boyutunu sürgünün oluşturduğuna, ama sürgünler sorununun bugüne değin süregelen bir devlet politikası olduğuna dikkat çeken Argav, Sosyolog-Yazar Pınar Selek, gazeteci Necati Abay ve  BDP yönetiminden Hatice Çoban gibi birçok insanın son sürgün örneklerini oluşturduğunu söyledi. 

Argav, “Devlet, 'sürgünler' diye bir sorun yokmuş gibi davranıyor. Bizlere 'dönün' çağrıları yapılıyor. Biz sadece bedenen değil, bizi biz yapan düşünce ve değerlerimizle dönmek istiyoruz” dedi. Bunun için Türkiye’deki siyasal ve hukuksal zeminin güvenilir olmadığını, bunu bir gerilla grubu ile Mahmur kampından gelen sürgünlerin oluşturduğu “Barış Grubu”' örneklerinde de gördüklerini söyledi. Sürgünler olarak görevlerinin “sürgünler gerçeğini ortaya çıkarmak ve mücadelesini vermek” olduğunu belirtti.  Sürgünler Platformu'nun, sürgünlerin hakları için mücadele verirken çalışmasını, akademik, hukuksal, siyasal ve sosyal-kültürel dört ayak üzerinde oturtması gerektiğini, akademik bir çalışma olmadan diğer alanlarda yapılacak çalışmanın güçlendirilemeyeceğin belirtti. 

Bu konuşmadan sonra Erdal Boyoğlu, Enver Toksoy, Neslihan Çelik ve Fevzi Karadeniz'den bir divan oluşturuldu.

İlk olarak 12 askeri darbesinden itibaren Köln ve çevresinde sürgünlerin davalarıyla yakından ilgilenen Avukat Odantal Almanya’daki sürgünler, yaşanan sıkıntılar ve bundan sonra hukuksal olarak yapılması olası girişimler üzerine bir konuşma yaptı. Alman devletinin mültecilere uyguladığı politikayı protesto etmek için 30 Ağustos 1983'de duruşma salonunun penceresinden atlayıp ölümü seçen ve bu yıl Hamburg’un Altona semtinde bir parka adı verilen Kemal Altun’un durumuna da değinen Odantal, hukuksal alanda sürgünlerin sorununa da yardımcı olacağını belirtti.

1971 Mart askeri darbesinden beri sürgünde bulunan, yazdığı kitapları  Fransızca, İngilizce ve Hollandaca gibi bir çok dilde yayınlanmış olan gazeteci Doğan Özgüden ve eşi gazeteci İnci Tuğsavul da toplantıya katılanlar arasındaydı.

Özgüden 1961 yılında yapılan göçmen işçiler anlaşamasının “Anadolu'nun binlerce yıllık göç vermeler, göç almalar tarihinde önemli bir kilometre taşı” olduğunu söyledi. “Oldum olası bu göçmen-sürgün ayrımından rahatsızlık duydum. Bir insan, hangi nedenle olursa olsun, doğduğu, büyüdüğü, kişiliğini bulduğu topraklardan zorla kopartılmışsa, göçmen değil sürgündür” diyen ve Avrupa’da birçok Türkiyeli devrimci ve demokratla birlikte sürgünler için verdikleri mücadeleri anlatan Özgüden, sürgünde yaşamını yitiren Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Fahrettin Petek gibi sanatta ve bilimde yaratıcı insanların kavgalarının tüm sürgünlere örnek olması gerektiğini söyledi.

Toplantıda yazar Kemal Yalçın, yazar Atilla Keskin, politilog Mustafa Akgün, Türkiye’den avukat Filiz Kalaycı, yazar İrfan Cüre, sendikacı Selahattin Yıldırım, Ali Mitil, Selma Metin, ATİK temsilcisi, Hatice Güden, İlyas Emir, Ezidiler adına Ali Seçik, Belkıs Pişmişler de birer konuşma yaptı.

Geceye Deniz Keziban Çakıcı, Doğu Ermenistan’dan Sarkis Hatspanian, Sol Parti eski NRW milletvekili Hamide Akbayır ve katılamayan birçok sürgün de destek mesajı gönderdi.

Daha sonra kitle örgütleri ve tek tek kişilerin söz alarak konuştuğu toplantı, verilen arada Erdoğan Egemen ve Ozan Emekçi’nin okuduğu güzel şiirlerlerden sonra yapılan meclis seçimiyle son buldu.

Aralarında gazeteci Doğan Özgüden, yazar Kemal Yalçın, Hatice Kılınç, yazar Erdal Boyoğlu, gazeteci Günay Aslan, avukat Neslihan Çelik,  yazar-yönetmen Hayri Argav, yazar Atilla Yalçın,  Enver Toksoy, Ali Seçik, Abibaba Karakaş, Selma Metin’in de bulunduğu 23 kişiden oluşan bir meclis seçildi.

Avrupa’daki Sürgünler Platformu Meclisi'nin, bu toplantıda yapılan konuşmalar ışığında bir çalışma perspektifi oluşturması kararlaştırıldı.

Seçilen Meclis yaptığı ilk kısa oturumda 9 kişilik bir yürütme kurulu seçerek Platform sözcülüğüne Yazar ve Yönetmen Hayri Argav ile Avukat Neslihan Çelik'i getirdi.

Sürgünler af değil, özür ve yasal düzenleme bekliyor

Hayri Argav  (Sürgünler Platformu Eş Sözcüsü)
, 21 Aralık 2012

12 Eylül askeri darbesinin üzerinden tamı tamına 30 yıl geçti. Ama 12 Eylül’le hesaplaşma adına yapılanlar, bu dönemle ciddi bir hesaplaşma yapılmak istenmediğini gösteriyor.  İktidarlar “hesaplaşma”yı kendi politik ihtiyaçlarını eksen alarak yapıyor, geri kalan maddeleri ile de toplumu, kendilerinin bile “baskı anayasası” dedikleri yasalarla yönetmeye devam ediyorlar. Bu nedenledir ki Türkiye, demokratikleşme yolunda sağlıklı bir ilerleme gösteremiyor.

Türkiye’yi istikrarsızlığa sürükleyen sadece 12 Eylül yasaları değil, bu yasaları topluma karşı bir koz olarak kulanan iktidardır da. Çünkü, gerçek anlamda anti-demokratik yasalarla  hesaplaşma diye bir sorunları yok: 7 kasım 1982’de kabul edilen 12 Eylül anayasında bugüne değin 17 kez değişlik yapıldı ve bunun sonucu olarakta anayasanın  194 maddesden  80’ni  değişti.  Ama hangi maddeler? Daha çok iktidarların önünde engel durumuna gelmiş maddeler. Bunu yaparlarker toplumun ağzına bir parmak bal çalmayı da ihmal etmiyorlar. Siyasi Partiler Yasasi, Secim Yasası, Türk Ceza Kanunu vb. yasaların tamamı bu konumdadır. 12 Eylül’ün ruhu korunuyor, yongaları atılıyor.

Adelet Bakanlığının hazırlamakta olduğu kamuoyunda “torba yasası”  olarak bilinen yasa da bu biçimdedir. Bir kere “torba”nın ağzı tam olarak açılmıyor; bu nedenle içindekiler  de bilinmiyor.  Herşey hükümetin insafına bıraklımış; konuyu, yeri ve zamanı hükümet belirliyor. Hatta hükümette değil, başbakan belirliyor. Yani  halk için neyin doğru olacağına halkın kendisi değil, Başbakan karar veriyor. “Bu ülkeye komünizm gelecekse, buna biz karar veririz!” mantığı. Basın yazıyor: “başbakan talimat verdi” ve “torba”nin içinden yeni birşey daha çıkıyor: "Adli Sicil Kanunu, Avukatlık Kanunu ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanunda bir takım değişiklikler yapılacak.”

Türkiye’deki demokratikleşmede ters olan da budur. “Demokratikleşme” bir ihtiyaç ve gereklilikten değil, bir kişinin onayı ve emri ile gerçekleşmektir. Halk yok, siyasi partiler, sendikalar, toplumsal istekler bunlarin hiçbiri yok; “başbakan emir”veriyor ve yasa çıkıyor. Türkiye’deki “demokratikleşme”nin mantığı bu: “ben, (devlet)  istersem olur”. Böyle olduğu içindir ki o “demokrasi” de bitürlü gelmiyor. Birkaç gün sonra 2013 yılına gireceğiz. Bizim “demokrasi getirtme” uğraşımız tamı tamına 90 yılı doldurmuş olacak. Maalesef bulunduğumuz yer hep aynı yer.

“Torba Yasası” sından çıkarılacak olan yasa, “Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun”’da yapılacak değişiklikle “12 Eylül 1980 darbesi döneminde bir kısım suçlara karışan sağ ve sol siyasi fikre sahip insanlar, askeri mahkemelerce ceza tayin edilmiş, infazı gerçekleştirilmiş, koşullu salı vermeden yararlananlar, halen cezaevinde tutuklu olanlar, 1980 yılından sonra hukuk okuyanlar, tıp fakültesini bitirenler, mühendislik okuyanlar ancak sicilleri nedeniyle mesleklerini icra edemeyenleri kapsıyor”vb. Bu yasadan yararlanacakların çoğunluğu MHP’li. Katliamlara karışmış, bir dönem devlet koruması altında yaşamış sonradan tutuklanan Haluk Kırcı gibi  insanlar...

Peki sadece düşünceleri nedeniyle yurtdınında yaşamakta olun Sürgünler neden hiç gündeme gelmiyor. Bazıları 12 Eylül darbesinde afişe edildikleri, işkence ve ölümden kurtulmak  için yurt dışına çıkmak zorunda kalmış, bazıları yazar ve gazeteci kimliğiyle, Kürtler, Aleviler, Ezidi ve Asuriler, Emeniler baskıya uğradıkları, köyleri yakıldığı, gidecek başka yerleri olmadığı,  Türkiye’de yaşayamaz  durumda bırakıldıkları için, Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmışlar. Bu kesim çıkacak olan yasanın kapsadığı “imtiyazlı” kişiler gibi birkaç kişiden oluşmuyor, on binlercedir ve bunlar, Türkiye’de kendilerine yaşama hakkı verilmediği için bugün burada sürgün konumundadırlar.

Buna karşın hükümet, Türkiye’nin böyle bir sorunu yokmuş, insanlar Avrupa’ya gönüllü gitmişler gibi yaklaşıyor. Oysa  doğru değil; Türkiye’de hukuksal, siyasal ve sosyal gibi çok ciddi sorunlarımız var. 12 Eylül birçok yönüyle tartışıldı ve tartışılmaya da devam ediliyor. Ama Sürgünler sorunu şimdiye değin hiç tartışılmadı. Gündeme bile gelmiş değil. Bu nedenledir ki Türkiye’de onların haklarını tanıyan henüz bir yasa yok. Döndüklerinde ise kaldıkları yerden, 12 Eylül’ün yasaları ile yargılanacaklar.

Sürgün koşulları, cezaevleri kadar ağır ve zordur. Sadece bugün Avrupa’nın 15 ülkesine dağılmış ve sayıları on binleri  bulan bir sürgün topluluğu yaşamaktadır. Türkiye’de hükümet, bu büyük kesimin varlığını ve dolaysıyla da isteklerini görmezlikten gelemez ve gelmemelidir.

Hükümet zaman geçirmeden yasal düzenlemeler yaparak sürgünlerin topraklarına özgürce dönebilmeleri için, onlara siyasal ve sosyal güvence ortamı sağlamalıdır.

Sürgünler bugüne kadar seslerini kamuoyuna yeterince duyuramadılar.  Ama bugün bir güçtürler. Demokrasi mücadelesine daha aktif katilabilmek ve sesimizi daha güçlü duyurabilmek için 15 Aralıkta Köln’de toplanarak bir Sürgünler Platformu oluşturmuş bulunuyoruz. Avrupa’nın 15 ülkesine dağılmış durumda bulunuyor olsak da, bugün artık örgütlü bir güçüz. Türkiye’de başta hükümet olmak üzere, bütün siyasi partiler, demokratik kitle örgüteleri sesimizi duymalıdır.

Biz suçlu değil, mağduruz. Bu nedenle af değil, özür ve yasal düzenleme bekliyoruz.

Hayri Argav’ın yaptığı  konuşma

Değerli konuklar, sevgili  sürgün arkadaşlarım. Hepiniz hoşgeldiniz.

Aramızda değerli dostlarımız,  konuklarımız var. Önce onları size tanıtmak istiyorum: ....

Avusturya’dan, İsviçre’den, Fransa’dan, Belçika’dan, İngiltere’den Hollanda’dan, kış koşullarına aldırmaksızın çıkıp gelen arkadaşlari Sürgünler Platformu oluşturma girişimcileri adına davrimci duygularla selamlıyorum. Böylesine önemli günde el ele, kol kola olmak güzel, umut verici. Tekrar hoşgeldiniz.

Avrupa’nın on ülkesinden sesimizi duyan, ama çeşitli nedenlerle bu toplantıya katılamayan ardadaşlarımızı da burdan selamlıyorum. Ve sizlere onların devrimci dayanışma yüklü selamlarını iletiyorum.

Bu toplantıda aramızda bulunamayan, yürekleri sürgünde yorgun düşen Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Enver Karagöz, Arame Tigran,  Cemal Kavak ve daha onlarca arkadaşımızın devrimci anılarından güç aldığımızı belirtmeden geçmeyeceğim.

Gerek bu yakin dönem gerekse de Bedirxanlardan, Nazım’a, Abidin Dino’ya kadar, yitirdiğimiz bütün sürgünlerin, bu korkusuz devrimcilerin önünde saygıyla eğiliyorum.

Sadece bu kadar değil, iç sürgünleri unutamayız, tarihin en büyük soykırımlarından birinin sürgün yollarında yaşandığını biliyoruz. 1.5 milyon Ermeni ile birlikte binlerce Süryani ve Rum sürüldü. Yine kara tren vagonlarına doldurulup bilmedikleri dilerin, toprakların ortasına bırakılan Dersim’in, Zilan’in Zaza ve Kürt sürgünlerinin, Maraş, Çorum gibi yerlerde uğadıkları katliamlar nedeniyle topraklarını terk etmek zorunda bırakılan alevilerin anıları önünde de eğiliyorum.

Bugün bile başbakan Erdoğan’ın hedef gösterdiği, saldırılara açık hale getirdiği Ezidilerin sesiz sürgün yolculuklarının acısı önünde eğiliyorum.

Köylerini terk ederek katır sırtlarında, top mermileri altında yürüyerek Güney Kürdistana sığınan ve bugün Maxmur’da yaşamakta olan Kürt sürgünleri de buradan selamlıyorum.

Faşizme karşı direnişi örmek  için Filistin’e giden ve orada yaşamını yitiren yiğit devrimcileri burada anmamak onlara büyük saygısızlık olur.

Gelin bu toplantıyı, vatanınından sürülmüş, büyük acılar çekmiş bütün bu sürgünlere adayalım. Çünkü bizim tarihi zenginliğimiz budur. Bizim için onur, saygı olan bu durum, yaşadığımız ülke rejiminin de yüz karasıdır. Kendi halkı, kendi aydını kısacası kendi insanıyla bu denli kavgalı olan yeryüzünde bir başka ülke daha yoktur.

Bu kara gidişe bir dur demek için buradayız.

Sizleri bu çalışma konusunda da bilgilendirmeliyim. Bu çalışma, bir çok arkadaşın değerli katkılarıyla bugünkü heline geldi.

Birçok akradaş, kendi çevresinde girişimlerde bulunmuştur. Bu çalışma bir kartopu gibi yuvarlanıp geldi. İlk önce,TÜDAY (Türkiye-Almanya İnsan Haklari Derneği) ve başkanı sevgili  İlkay Yılmaz, Oktay Duman, Sürgün olmadığı halde büyük bir özveriyle bu işe koyulan sevgili Selaattin Yıldırım, Atilla Keskin, Enver Toksoy ve  Viyana’dan Erdal Boyoğlu arkadaşlar harekete geçtiler. 12 Eylül duruşmalarına “müdahil” olma basvurusunda bulundular. Bu oluşumdan habersiz, ben basın üzerinden müdahil olmak istediğimi duyurdum. Arkasından Sevgili Güzel Aslaner ve benim aramda bir sürgünler toplantısı düşüncesi oluştu. Bunu yaydık. Haydar Uç, Enver Toksoy, Erdal Boyoğlu, Atilla Keskin gibi arkadaşlarla biraraya geldik. Hazırladığımız metin tartışmaya sunuldu. Sürgün arkadaşlarından gelen görüş ve önerilerle zenginleşerek son halini aldı. Bu çalışmanın büyümesinde sevgili abimiz Doğan Özgüden, Günay Aslan, Selma Metin, Adil Yiğit olmak üzere bir çok ülkeden arkadaş büyük bir çaba gösterdi. Ayrıca Adil Yiğit’ten Zafer Dağ’a kadar yani A’dan Z’ye 120 sürgün, büyük bir alçak gönüllükle çağrıcılar listesinde yeralarak güç verdiler.

 Avrupa’daki demokratik kitle kuruluşları:

-    YEK-KOM (Förderation der kurdischen Vereine in Deutschland e.V.)
-    AABF (Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu)
-    Avrupa Barış Meclisi
-    AGIF (Almanya Göçmen işçiler Federasyonu)
-    ADHK (Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu)
-    ATİK (Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu)
-    FDG (Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu)
-    KOMKAR (Avrupa Kürdistan Dernekleri Konfederasyonu)
-    ÖDA (Özgürlük ve Dayanışma Almanya)
-    TÜDAY (Almanya Türkiye İnsan Hakları Derneği)
-    Kürdistan Ezidiler Birliği
-    AvEG-Kon (Avrupa Ezilen Göçmenler Konfederasyonu )
-    Avrupa Desim İninsiyatifi
-    ICAD (Gözaltında Kayıplara Karşı Komite Almanya seksiyonu )
-    İGİF (İsviçre Göçmen İşçiler Federasyonu)
-    Avrupa  Özgür Tutsaklarla Dayanışma Komitesi
-    Kürmeşliler Derneği
-    Mainz Pazarcık Kültür Derneği               
-    Güney Dergisi
-    Gelsenkirchen Alternative e.V.
-    Avusturya 78’liler Derneği
-    Yılmaz Güney Vakfı Destek Derneği e.V. Remscheid- Almanya
-    Yaşanacak Dünya

Kişi olarakta:

-    Hamide Akbayır ( Almanya Sol Parti eski NRW Milletvekili)
-    Selaattin Yıldırım( Sendikacı)
-    Cahit Mervan (Gazeteci)
-    Recai Aksu (Gazeteci)
-    Şenel Yalıncak (Sinema oyuncusu-Almanya),
-    Rojan Hazım (yazar-Danimarka)‘ın destekleriyle bu kar topu büyüdü.

Editörlüğünü Erdal Boyoğlu’nun yaptığı bir Facebook sayfası açtık. Bu sayfada kısa süre içinde 600 üye  biraraya geldi.

Yine çalışmalarımızdan daha geniş kamuoyunu haberdar etmek için 19 Kasım gün bir basın toplantısı düzenledik.

Biri Yoltv, diğeri TV 10’da olmak üzere iki televizyon kanalında  Türkiye’deki sügünler tarihi ve ve bizim yürüttüğümüz çalışmalaları anlatan proğramlar yaptık.

Yaptığımız açıklamlar devrimci gazete ve internet sitelerinde yer buldu.

Bütün bunların sonucunda 10 ülkeden sürgünlere ulaşmış olduk.

Niye Sürgünler Platformu?

Askeri darbelerin sonuçlarından biri de sürgünlerdir. Hareketin kitleselliğine koşut olarak 12 Mart askeri darbesine göre 12 Eylül darbesi sonrasında büyük bir sürgün yaşandı. Düşünceleri nedeniyle On binlerce devrimci demokrat, inaçları nedeniyle Alevi, Ezidi, Kimlik ve inançlararı nedeniyle de Kürt, Ermeni, Asuri bulundukları toprakları terk ederek başka ülkelere sığındılar. İnsanların yerlerinden, yurtlarından edilmesi, ailesinden, sosyal çevresinden koparılması, işinden olması ve bilinmedik diyarlara sürülmesi de bir tahribattı.

12 Eylül’ün yaptıkları, yasaları, bir bir tartışılıyor. İşkenceler, cevaevleri, işlenen cinayetler, yasaklılar çok yoğun olarak tartışıldı ve hatta bazı durumlarda kısmi (idamın kaldırılması gibi) olumlu sonuçlar da elde edildi. Anayasa’nın bir bölümü düzen partilerinin iktidar savaşımına bağılı olarak değiştirildi.

Bu süre içinde birtek şey gündeme gelmedi. Sürgünler sorunu Türkiye’de gündeme hiç gelmedi. Deletin “sürgünler” diye bir sonunu yoktu, olmadı. Bu anlaşılır. Ama ya bize ne demeli?

Avrupa’daki sürgünler açısından soruna bakacak olursak, bana göre iki nedeni var:

1-    Bizim sorunu bir madde olarak gündemleştiremeyişimiz;

2-    Türkiye’den (sol’da dahil) bize,  “artık Avrupalı oldular” gözüyle bakılması;

Evet,  süreç çok sicaktı: Yürüyüşler, gösteriler ve gecelerle Türkiye ve Kürdistan’daki demokratik mücadelenin yanında olduk. Süreç bizleri sürükledi. Ama bir süre sonra sürgünün, dönememenin sıkıntısını hissetmeye başladık. Siyasal yaşamımızın sıkıntılarının yanısıra, bulunduğumuz üklerde “iade edilme” endişesi altında yaşadık. Ve bu süreçle birlikte kerdeşlerimizın, annemizin, babamızın ölümlerini uzaktan izler olduk. Sürgünün üzerine düşen yük, ağırlaştı. Onlarca arkadaşımız intihar etti. Epeyce bir kadarının psikolojik olarak sağlıkları bozuldu.

Bazılarımız “ kapıyı araladı”.  Gidip geldik. Ama o sürgün duygusu peşimizi bırakmadı. Çünkü bu durum da, bir belirsizlikti. Kendi ülkesine başka bir ülkenin kimliyle sessizce girip çıkmak. Bu acı bir durum.

Oysa Türkiye’de bizim haklarimiz vardı. Sorunumuz orada yatıyordu.  Kendi sorunumuzu gündemleştirip onun peşine düşmeliydik.

Sürgüne gönderilen 30 bin (bu sayı 12 Eylül akseki darbesinin ilk yıllarına ait, sonrasında bu kat kat aşıldı) kişinin 14 bini vatandaşlıktan çıkarılmıştı. Ardından devlet vatandaşlıktan çıkardığı bu insanların mallarına el koymuştu. 12 Eylül askeri faşist darbesinin sürgüne gönderdikleri yetmezmiş gibi 1980’li yılların sonularından itibaren 3 milyonu aşkın Kürt iç ve dış sürgünlere gönderildi. AK Pakti iktidarı ile de deletin sürgün politikasi değişmedi. Nobel ödülünü alan Orhan Pamuk’a devlet yüzünü döndü. AKP’nin düşünce özgürlüğüne nasıl bakacağının sinyaliydi bu. Derken “ağırlaştırılmış Müebbet” cezalarıyla insanlar, sürgüne gönderilmeye devam edildi. İşte bunun en yakın iki örneği; Sosyolg-yazar Pınar Selek ve gazetci Necati Abay. Ağır cezalar aldıkları için bugün biri Frasna’da diğeri Almanya’da sürgün konumundadırlar.

Afrika’da söylenen bir söz var: “Aslanlar kendi tarihlerini yazmadıkça biz avcıların anlattıklarına inanmaya devem edeceğiz”

Bu nasıl olacaktı. Kendi tarihimizi nasıl yazacaktık?

Tabiki biraraya gelerek. Ortak bir çözüm yolu arayarak.

Bugün burada ilk adımı atmış bulunuyoruz. Burada biraraya gelmiş olmaktan girişimciler olarak büyük bir kıvanç içindeyiz.

Sorununuz, acilen bir platform düzeyinde örgütlenmektir.  Bundan böyle yürüteceğimiz mücadelede güç ve zaman kaybımız olmayacak. Sorun, oluşacak platformu iyi ve kararlı bir biçimde işletmektedir.

Ne yapmak istiyoruz? Ya da neler yapabiliriz?

Biz sürgünlerin temel talebi geldiğimiz topraklara geri dönmektir.  Hükümet ve bazı siyasi partilar bizlere “dönün” diye çağrı yapıyorlar. Peki bu nasıl gerçekleşecek? “Haydi gelin!” demek bizim için yeterli mi?

Bizler koyun değiliz. Buraya balık tutmaya da gelmedik. İnsanlar haklarıyla insandır. İnsan hakları evrensel bilgirgesinin temel özü budur. Biz bedenlerimizle değil, bizi biz yapan  düşüncelerimiz, inancimiz, kimliğimizle dönmek istiyoruz. Biz bedenimize değil, bu öğelere yer arıyoruz. İnsanlar bedenleriyle gittikleri yeri sadece kirletmiş olurlar. Çünkü bir fazlalıktır. Kendilerine ait özellikleriyle gittiklerinde ise orayı zenginleştirirler. Bu nedenle “gelin” demekle bizim bedenlerimizi istediklerini anlıyoruz. Düşüncelerimize, inançlarımıza, kimliğimize izin verilmediğ, saygı duyulmadığı  bir yerde bedenen orada bulunmanın bir anlamı var mı? Hiç kimse bizim onurumuzu sınamaya kalkmasın. Konuda samimiyet ve açıklık bekliyoruz.

Siyasal diyalog adına iki yıl önce AKP hükümeti Kürt gerillarına ve Mahmur’daki Kürt sürgünlere “dönün” çağrısı yaptı. Hiçbir alt yapısı yokken Kürtler, iyi niyetle barışa verdikleri önem adına, gerilla ve Mahmur sürgünleridin oluşan 20 kişilik bir gurubu Türkiye’ye gönderdi. Sonucun ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Hukuksal, siyasal ve sosyal alt yapısı hazırlanmamış bir “geri dönüş”ün varacağı nokta burasıydı.

Hükümet, bu gerçekliğin üstünü örtmek için sorunun çıkmaza girmesini, Habur’daki görkemli gösteriye bağladı. 30 yıldır savaş ortamında yaşayan insanlar sevinç gösterileri yapmasın da nasıl davransınlardı. Uzun savaş yıllarının yaşandığı ülkelerde halk barışı böyle karşılıyordu. Yaşanan doğal bir sevinç gösterisiydi.  Bu sevinç gösterisi, AKP tarafından barış sürecini güçlendirmek için değil, yıkmak için kullanıldı. Gerilla giysileriyle ülkeye girmesine izin verilen insanlar, iki hatfa sonra bu görüntülerden dolayı bazıları tutuklandı. Geride kalanlar geldikleri yerlere dönmeselerdi, bugün büyük bir olasılıkla KCK davasından tutuklu olacaklardı.

Yani Türkye’de siyaset ve hukuk zemini bu kadar çürük ve güvensiz.

Bu değerlendirmeyi sadece bu örnekten yola çıkarak yapıyorum:

Düşünceleri nedeniyle 106 tane gazeteci tutuklu. Bu özelliği nedeniyledirki Türkiye  dünyda en büyük tutuklu gazetecinin bulunduğu ülke durumundadır.

2010 yılında 23 olan siyasi tutuklu çocuk sayısı 2012’de 3 bine çıkmıştır. Hükümlülük oranlamasına göre yüzde 60’la en büyük tutuklu kiltlesi Türkiye’de.Hukuksal işleyiş için ise  KCK ve Ergenakon davalarında bakmak yeterli. Açık kanıtların esas alınması yerine,  kimliği bilinmeyen “Gizli tanık”ların anlatımlarına bakılarak verilen ağı cezalar...

 Kaynaklara göre faklılık gösterse de sadece bu yaz 1400 asker ve Gerilla öldü...

Parlamentoda da durum böyle değil mi? “Kürsü özgürlüğü” var denilen parlamentoda BDP millet vekilleri hakkında 680 tane dava açılmış. 9 tanesinin ise yakında dokunulmazlıklarının kaldırılması oylanacak...

Yani dönmemizi istedikleri ülke böyle bir ülke. Bu haliyle Türkiye,  dönmemiz için,  biz sürgünlere güven vermiyor.

Son yıllardaki gelişmelere bakarak tahmini bir rakam verecek olursak, iç göçten ayrı olarak 100 bini aşkın insan, Avrupa’da sürgün konumunda yaşıyor. Bu durum,  bir ülke için önemli bir sorundur. Ama Türkiye’de hükümet bunu bir sorun olarak görmüyor. Ne kadar muhalif mülteci olarak ülkeyi terk ederse, ben de ülkeyi o kadar rahat  yönetirim, diye düşünüyor. Oysa kaybedilen sadece insan değil, bir ülkenin dinamizmi, yeteneği ve kuşağıdır.  Duyarlı toplumlar ekonomiden kültüre her alanda dinamizm yaratır, ekonomik ve sosyal yapıyı güçlendirir. Duyarli kanallar toplumlarda duyarlılığı artırır, onu canlı tutar...

Kendi dinamizmini yitirimiş toplumlar büyük bir sorunla karşı karşıyadırlar. Hükümetin sürgünlerin dönüşüne ilişkin herhangi bir politikası yoktur. Çünkü sürgünlerin varlığını bir sorun olarak görmemektedir. Bunda bizim de payımız yok değil. Sürgünler sorununu gündemleştiremedik. Bunun için güçlü bir ses veremedik.

Sivgili konuklar, değerli arkadaşlar,

Bunun üzerinde fazla durmaya gerek yok. Bu aşamadan sonra neler yapabaliceğimiz üzerinde konuşalım.

Eger Hükümetin “sürgünler” diye bir sorunu yoksa, bizler de bunu sorun düzeyine yükseltmek için çalışacağız.

Bunu nasıl yapacağız? Herşeyden önce zor ve uzun bir süreçle karşı karşıya olğumuzu bilmemiz gerekiyok. Özgün politika ve çalışma yöntemlerine ihtiyacımız var. Bu çalaşmanın ayaklarının şunlar oluşturabilir:

1-    Akademik bir çalışma.  Genel olarak sürgünler, özel olarak Avrupa’daki sürgünler konusunda elimizde akademik bir çalışma yok. Ne zaman, ne kadar insan sürgüne gönderildi, şimdi nerelerde yaşıyorlar?.. Türkiye’nin bu konudaki sicilini ortaya koyacak bilimsel verilerden oluşan bir dosyamız, amademik bir çalışmamız mutlaka olmalıdır. Sürgün yollarında kaybolanlar, sürgünde intihar edenler vb. konular hakkında bulgular ve belgelere sahip olmalı, bir veri bankası oluşturmalıyız.  Örneğin Sürgünler Platformu çalışmasından haberdar olan bir aile geçenlerde Erdal Boyoğlu arkadaşımızı arayarak, kaybolan arkrabasinin akibetini araştırmamızı istemiştir. Bu veri çalışmasına sahip olmaz isek siyasal ve hukuksal alanda vereceğimiz mücadeleyi başarıya ulaştırmamız güç olur. Elimizde somut veri ve belgeler olduğunda siyaset ve hukuk bizi dikkate alacaktır. Bu nedenle mutlaka akademik bir çalışma yapmak zorundayız.

2-    Siyasal alanda yapılacaktar; İç ayak olarak Türkiye’de sivil toplum örgütleri, siyasal parti ve hükümet düzeyinde mücadele. Uluslararası arenada da (Avrupa Birliği eksenli, daha da ilerisi Birleşmiş milletler gibi yeler) sorunu gündeme getirmek. Tabii bu girişimler, sürgünler sorunuyla uğraşan Avrupa Mülteciler ve Sürgünler Konseyi, Helsinki Yurrtaşlar Derneği, Uluslararası Af Örgütü gibi sivil toplum turuluşları ile geliştirilecek ilişkilere bağlı olark oluşturulacak projeler biçiminde olacak veya olmalıdır.  30’u farklı ülkeden toplam 70 sivil toplum kuruluşunun üye olduğu Avrupa Mülteci ve Sürgünler Konseyi’nin aktif bir üyesi olmalıyız. Bunun ayrıntılarına  bu konuşmada girmeyeceğim.

3-    Hukuk alanında yapılacaklar; Platform iç ve uluslararası hukukçulardan oluşacak ve iki ayağı olan bir hukuksal bir çalışma önüne koymalıdır. Genel olarak mevcut iç hukukta,  özel olarakta 12 eylül derbesinin hukuk dışı uygulamlarının sonuçlarını araştırıp mahkum eden bir çalışma. Ve bunlar AHİM gibi alarlara tanınmalı. Çalışma, arazileri hazineye devredilmek istenen Süryanilerin kutsal tapınakları Mor Gabriel olayından, varlığı hukuk dışı olan “özel yetkili mahkemeler” ve “gizli tanıklı” davalardan geçerek “ağırlaştırılmış müebbet” cezaları verilerek sürgüne yollanan yeni sürgünlerin davalarının uluslararası hukuk alanına kadar uzanan süreci kapsamalıdır.

Uluslararası hukuk alanında yapılacak çalışmalarla da bir yandan Türkiye’de verilecek hukuksal mücadele desteklenirken, diğer yanda uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımızın peşine düşülecek.

 Örneğin; işkence bir insanlık suçudur. Ve bu sadece ülkelerin iç hukunu ilgilenderen bir  sorun değildir. Uluslararası hukuku da ilgilendir. İlginçtir o kadar çok yakındığımız 12 darebisi ve sonrasındaki süreçte yapılan işkencelerle ilgili herhani bir ikinci ülkede bir dava açılmış değil.

Platform,  işkencecileri takip eden bir masa kurabilir. Onları listeleyerek hem teşhirini hem de onar hakkında ikinci üklerede devalar açabilir. Ama bunun için de ciddi ve güvenilir bir akademik çalışma yapmak zorunludur.

Elimizde çok somut kanıtlar var. “Yavuz Sultan Selim’den sonra en büyük Alevi Kızılbaş düşmanıyım”, “Malatya il merkezindeki 40 bin Alevi’ye kan kusturdum”, “Türkiye’de ilk defa resmi olarak Alevi soykırımını devlet adına başlatan benim” diye övünen 12 Eylül döneminin Emniyet Genel Müdürü Refet Küçüktiryaki ve onun “bu konuda kendisinden daha geride olmadığını” söylediği AKP Genel Başkan yardımcısı Abdülkadir Aksu hakkında Avrupanın bir çok ülkesinde hemen davalar açabiliriz. Keza Mahmet Ağar vb. hakkında.

4-    Sosyal-Kültürel alanda:

Öncelikle toplumun bilinçlendirilmesi, haberdar edilmesi için güçlü bir medya ayağını yaratmak gerekiyor.

Diğer yandan Avrupa’da yaşamakta olan sürgünlerin  siyasal, sanatsal, akademik, ve sosyal alandaki birikilererini ortaya koymamız gerekiyor.  Bunu kendimizi Türk hükümetine kabul ettirme amaçlı değil, Türkiye’nin bu potansiyelden yoksun kaldığını göstermek için yapmalıyız.

Bir örnekle yetineyim: örneğin İstanbul gibi büyük kentlerde, Avrupa’nin belirli ülkelerinde sürgünlerin eserlerini sergilemek. Abidin Dino, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya ve daha birçok devrimci sürgünün, sürgünde nasıl yaşadıklarını, eşyaların, çalışma ve buralardaki ürünlerini bir müze veya sergi boyunutda örgütlemek olanaklı...

Göçmen işcilere oranla sürgünlerin eğitim, sosyal ve kültürel düzeylerinin yüksek olması, Avrupa ülkelerinde de yerli halkla göçmen işçiler arasınad bir  köprü rolunü üslenmişlerdir. Eğitimci, sanatçı, psikolojik ve daha bir çok alanda üst görevelere gelmişlerdir.  Bu durum o ülkeleredeki sosyal yaşa yansımıştır.  Almanya’daki durumu vermekle yetineyim: Türkiyeli göçmen çocukların okul başarılarının yükselmesinde Sürgün çocuklarının önemli bir payı var.

Platform nasıl olmalı ve nasıl çalışmalı?

Platrormu bir dernek veya parti proğramı, tüzüğü gibi ayrınlarla boğmamalıyız. Yapısı gereği esnek ve olabildiğince de çok farklı özelliklerde ve alandan gelen kişilerden oluşmalı. Temel prensip kuralı olarak kararlarda salt çoğunluk ilkesini uygulanmalı.

Bunun dışında kendi iç yapılanmasını ve işlerliğini kendisi belirlemelidı. Ülkelere göre ayaklar, çalışma masaları vb. yapılar oluşturabilmelidir.

Türkiye’deki Çalışmalar Nasıl Olmalı?

Belirteceğim şu nokta bence çok önemlidir. Bizler Avrupa’da bulunuyor olsakta yürüteceğim mücadele Türkiye’de yürütülen demokrasi mücadelenin kopmaz bir parçasıdır. Sürgünler platformu, bu alanda önüne görevler koymuş, sivil bir toplum kuruluşudur. Kendi çalışma perfektiflerini her hangi bir güce, kuruluşa göre yapmaz. Türkiye’deki bütün parti ve sivil örgütlere ve oluşumlara aynı oranda yakındır.

Farklı kollardan, ama bizimle aynı zemin üzerinde yürüyen kuruluşlar ve girişimler var. Burada da sorunlarla karşı karşıyayız. Sürgünler platformu, bu kuruluş ve girişimlerin kendi aralarındaki sorunlarında taraf tutmak yöntemini değil, hepsiyle biraraya gelebilme ve birlikte bir yol haritası çıkarabilme yöntemiyle hareket etmelidir.  Aksi bir durum,  bizi hedeflerimizden uzaklaştırır, demokrasi  mücadelemizi zayıflatır.

Son söz yerine:

Unutmayalımki, biz sürgünler sessiz ve de tepkisiz kaldıkça, sadece örgüt üyeliğinden tutuklanan ve “ağırlaştırılmış Müebbet” cezası verilen daha çok insan burada, bizlerin sürgün dünyasına katılmış olacak. Ve “ağırlaştırılmış müebbet” cezalarıyla daha çok Hasan Açanlar, Hamza Yalçınlar, Hatice Çobanlar, Pınar Selekler, Necati Abaylar gelecek.

Herkese dosluk ve yoldaşlık dolu saygılarımı sunuyorum.

Doğan Özgüden'in 12 Eylül sürgünleri toplantısındaki konuşması

ozguden

Sevgili dostlar,

Konuşmama başlamadan önce sizlere, sadece Türkiyeli sürgünlerin değil, tüm dünya sürgünlerinin sesini Türkiye'de duyuran, duyurduğu için de başı dertten kurtulmayan Ragıp Zarakolu'nun sevgi ve selamlarını iletiyorum. Hapse girdiği zaman dayanışma gösteren tüm sürgün dostlarına teşekkurlerini de…

Bir de bu toplantıya katılamayan Brüksel Kürt Enstitüsü'nden Derwich Ferho'nun, Demokrat Ermeniler Derneği'nden Bogos Ökmen'in ve Asuri Enstitüsü'nden Nahro Beth Kinne'nin selam ve başarı dileklerini…

Değerli arkadaslar,

Hepinizin yakından tanık olduğu gibi, geçen yıl bu ülkede, Almanya'da, Türkiye'den göçün 50. Yılı Türk Devleti'nin desteklediği tantanalı törenlerle kutlandı.

Bizim bulunduğumuz Belçika'da 50. Yıl kutlamaları ise, göç anlasması 1964'te imzalanmış olduğu için, 2014'te yapılacak. Türk Devleti oradaki kutlamaların organizasyonunu Gülen'cilerin kurduğu Fedactio adlı bir çatı örgütüne ihale etmiş durumda.

Neden bu coşkulu, abartılı kutlamalar? Niçin 50. Yıl?

Artan nüfusuna kentlerde iş alanı açamayan Türk Devleti'nin kendi işçisini, köylüsünü başından defedercesine kapitalist Avrupa ülkelerine satış belgesini imzaladığı tarihin 50. yılı olduğu için mi?

Yadsimiyorum… Kuşkusuz Anadolu'nun binlerce yıllık göç vermeler, göç almalar tarihinde önemli bir kilometre taşı 1961.

Gittikleri ülkelerin sosyal, siyasal yaşamına uyabilmeleri için hiçbir  alt yapı hazırlanmadan, en verimli çağlarında en ağır işlerde çalıştırıldıktan sonra sıkılmış bir limon gibi geri gönderilmek üzere "konuk işçi" etiketiyle satılan yüzbinlerce insanımızın dramıdır söz konusu olan.

Bugün burada siyasal sürgünler olarak bir araya gelmis bulunuyoruz.

Ama hemen söyleyeyim ki, ben oldum olası bu göçmen-sürgün ayrımından rahatsızlık duydum.

Bir insan, hangi nedenle olursa olsun, doğduğu, büyüdüğü, kişiliğini bulduğu topraklardan zorla kopartılmışsa, göçmen değil sürgündür.

1961 ve 1964 göç anlaşmaları imzalandıktan sonra, yaşam güvencesi bulmak için göçmen devşirme bürolarının önünde kuyruk yapan insanlarımızın, dişlerinden erkeklik ya da dişilik organlarına kadar herşeyiyle nasıl kontroldan geçirildiklerini, "defosuz mal" niyetine nasıl satıldıklarını gazeteci olarak yakından izlemiştim. Onlar benim için birer sürgündüler…

12 Mart darbesi birçok yoldaşımızı olduğu gibi bizi de hedef aldığından, 1971'den beri bizler de sürgünüz... Sürgün olarak da kırk yıldır siyasal sürgünle ekonomik göçün içiçe geçmişliğini belgelemekteyiz.

Dahası, siyasal sürgün bizlere Ermeni, Asuri, Elen, Kürt soykırımlarının, bunların uzantısı olan tehcirlerin, siyasal sürgünlerin tarihini inceleme olanağını sağladı.

Evet, 1961 resmileştirilen göç miladı... Ya onun öncesi?

Anadolu ezeli ve ebedi göç, ezeli ve ebedi sürgün toprağıdır.

1915 soykırımı... Cumhuriyet döneminde ardarda gelen Kürt soykırımları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, 27 Mayıs, 12 Mart, Kahramanmaraş, Çorum, 12 Eylül Darbesi... Daha sonraki post-modern darbeler.

Ve de günümüzün yeşil faşist darbeleri...

2005, Ermeni soykırımının 90. yıldönümüydü.

Belçika'daki Ermeni, Asuri ve Kürt kuruluşlarıyla birlikte düzelediğimiz anma toplantılarına TC Büyükelçiliği'nin Atatürkçüsü ve İslamcısıyla tüm dernekleri seferber ederek gösterdiği tepkiyi unutmuyorum.

Bir yıl sonra da, 1971 Darbesi'nin 35. Yıldönümünde Belçika'daki Ermeni, Asuri ve Kürt kuruluşlarıyla birlikte bir dizi etkinlik düzenleyerek Anadolu'dan Avrupa'ya, Amerika'ya, Uzak Asya ve Okyanusya'ya bitip tükenmez göçün devlet terörüden, ulusal ve dinsel baskılardan, ırkçı uygulamalardan kaynaklanan nedenlerine dikkati çekmiştik. Yine gözü dönmüş tepkilerle karşılaştık.

Altı yıldır da değişen bir şey yok.

Dersim soykırımını anıp da hesap sorulmasını istediğimizde başlatılan isterik linç kampayalarını unutmamız mümkün değil…

Daha da vahimi… Avrupa devletlerinin kimi oportünist yöneticileri, soykırım kurbanı Ermeni, Asuri, Elen ve Kürt halklarının tarihsel gerçekleri tanıma istemlerini misli görülmemiş bir iki yüzlülükle görmezlikten gelirken, "seçmenleştirilmiş" Türklerin oylarını alma hesabı uğruna Türk-İslam sentezinin Avrupa Birliği topluluklarında hızlı tırmanışı karşısında sessiz kalıyor, aşırı milliyetçi, dinci, cemaatçi, Atatürkçü yapılanmalara her türlü desteği vermekte tereddüt etmiyor.

Bugünkü konumuz 12 Eylül'ün yargılanması…

23 yıl önce yine bu kentte: 12 Eylül rejimine karşı uluslararası mahkeme kurmuştuk. Türkiye'de hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alınması konusunda ben de tanıklık etmiştim. Artık hayatta olmayan Dursun Akçam, Gültekin Gazioglu, Enver Karagöz de tanıklar arasındaydı.  Ömer Polat, Nihat Behram, Yücel Top, Server Tanilli, Şerafettin Kaya'yı da anımsıyorum.

Uluslararası üne sahip düşünür, yazar, hukukçu ve insan hakları savunucularından oluşan juri, daha o yıl 12 Eylül rejimini mahkum etmişti.

Iki yil önce de, yine bu kentte, sevgili Yücel Sayman'la birlikte Tüday'ın örgütlediği "12 Eylül darbecilerini yargılamaya çağrı" toplantısında konuşmuştuk. Yücel de, ben de, 12 Eylül 1980'den çok önce, 12 Mart Darbesi'nin mağdurları olarak sürgünde birlikte mücadele vermiştik.

Gazeteci olarak altmış yıllık mesleki ve siyasal yasamim hep militarizmin dayatmaları altında, sıkıyönetimler, askeri mahkemeler, askeri darbeler altında geçti.

27 Mayıs 1960'dan başlayarak üç askeri darbeyi, birincisini gözlemci, diğer ikisini mağdur olarak yaşamis bir gazeteci sorumluluğuyla önce şu saptamayi yapmak istiyorum.

İnci ve ben Avrupa'ya siyasal surgun olarak geldiğimizde kendimizi gerçekten ülke sınırlarını da aşan büyük bir anti-emperyalist ve anti-fasişt kavganın içinde bulduk. Türkiye'de generaller diktasi sürerken, Yunanistan'da albaylar, Portekiz'de ve Ispanya'da fasist yönetimler iş başındaydı.

Ardından Şili'de Pinochet darbesi... Ve de bunlara karşı ortak direniş…

Tüm bu insanlık dışı rejimler ardarda çöktü. Darbecilerden hesap soruldu, kimi darbeciler zindanlarda ömrünü tamamladı.

Bir o kadar önemli olan gerçek: Bu rejimlerin çökmesiyle birlikte yillarca ülkelerinden kopartılmış olan yüzbinlerce siyasal sürgün yeniden tutuklanma tehlikesi olmadan hemen ülkelerine döndüler.

1974 yazında Yunan Cuntası'nın devrildiği günü çok iyi anımsıyorum.

Brüksel'deki Yunanlı siyasal sürgünler yıllar sonra ülkelerine özgürce dönebilmenin coşkusu içindeydiler. Komünisti, sosyalisti, anarşisti, liberaliyle Yunan siyasal sürgünün tüm önemli isimleri, aralarındaki ideolojik farklılıkları bir tarafa bırakarak bu önemli olayı kutlamak üzere bir araya gelmiş, bizleri de kıvançlarını paylaşmaya davet etmişlerdi. Çılgınca içiliyor, sirtaki yapılıyordu.

Çogu daha o akşamdan uçak, tren biletlerini aldırmışlar, Yunanistan'a dogru yola çıkacak olmanın heyecanı içindeydiler.

Ankara rejiminin tüm sivilleşme, demokratikleşme iddialarina rağmen Türkiyeli siyasal sürgünler bu coşkuyu hiç yaşayamadı.

Şu anda bizleri bir araya getiren ortak çağrıdaki çığlığı gayet iyi anlıyorum: "Bizler yaşamımız boyunca sürgün olarak yaşamak istemiyoruz."

Bunu söyleten duyguları ben de yüreğimde duyuyorum.

40 yıllık sürgünümüz boyunca İnci'yle birlikte hep bunun kavgasını verdik. Denediğimiz tüm hukuk yolları, Danıştay'ıyla, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'yle hep yüzümüze kapandı.

Üstelik Türk Devleti, Belçika'daki mücadelemizi baltalamak, kurduğumuz kurumları yıktırmak için hâlâ her türlü baskı, provokasyon ve tehdide başvurmaktan geri kalmıyor.

Bunların ayrıntılı hikayesi "Vatansız" Gazeteci adıyla yayınlanan anılarımdadır.

Vaktinizi almayayım.


Sürgünlükten kurtulabilme mücadelesi kutsaldır.

Ama sürgün geri dönüşü olmayan bir yazgıysa, bulunduğun mekanı da ikinci bir yurt bellemek, kavgayı orada da tüm olanakları kullanarak ve yeni yetenekler kazanarak sürdürmek de kendine saygının, halkına, kültürüne ve doğduğun toprağa hizmet vermenin bir başka onurlu yoludur.

Nazım Hikmet'in dediği gibi "Şu gurbetlik zor zanaat zor…"

Ama Hasan Hüseyin'in dediği gibi "acıyı bal eylemek" de var. Acılı gurbeti, acılı sürgünü daha yaratıcı, üretici bir yaşam kılmak da var…

Bunun en güzel örneklerini de yine Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Fahrettin Petek gibi sanatta ve bilimde yaratıcı kavga insanları verdiler…

Ve de Ermeni, Asuri, Kürt, Ezidi, Türk diyasporalarının binlerce isimsiz insanı…

Sürgünün kutsal çocukları…

Hepinizi yürekten selamlıyor, bugünkü toplantınızın büyük başarılara vesile olmasını diliyorum.