Avrupa Baris Meclisi'nin Gazetesi
Dogan Özgüden'in yazıları
Père-Lachaise'dekilere saygısızlık...
Kara listeler… Kırmızı listeler…
*
Türkiye/Almanya İnsan Hakları Derneği (TÜDAY)'ın organize ettiği
Türkiye'de askeri darbeler ve sonuçları konusundaki konferans 18 Aralık
2010 günü Almanya'nın Köln kentinde geniş bir katılımla yapıldı.
12 Eylül darbesi'nin ve onu izleyen baskı döneminin insanlık dışı
uygulama ve baskılarını sergileyen bir belgeselin gösterimi ve Mehmet
Celal'in gitar dinletisinden sonra TÜDAY adına yazar Oktay Duman'ın
yönettiği konferansta İnfo-Türk Yayın Yönetmeni Doğan Özgüden ve Avukat
Yücel Sayman darbeler ve sonuçları konusunda görüşlerini açıkladılar,
dinleyicilerin sorularını yanıtladılar.
Özgüden yaşadığı 1960, 1971 ve 1980 askeri darbeleri konusunda
ayrıntılı bir sunum yaparak özellikle siyasal partilerin ve medyanın
militarizmin baskıcı uygulamalarındaki suç ortaklığını sergiledi,
"darbelerin tezgahlanmasından, cuntaların işledikleri suçların örtbas
edilmesinden onlar da askerler kadar sorumludurlar," dedi.
Avukat Yücel Sayman 12 Eylül darbesinden sonra Türkiye'ye dayatılan
1982 Anayasası‘nın, özellikle de "Başlangıç" kısmının anti-demokratik,
ırkçı, temel hak ve özgürlükleri hiçe sayan karakterini hukuki
açıdan eleştirerek bu anayasa topyekun değiştirilmedikçe
Türkiye'de gerçek bir demokrasiden bahsedilemeyeceğini vurguladı.
Konferans sırasında TÜDAY'ın aşağıdaki çağrısı Türkiye ve dünya
kamuoyuna bir kez daha duyuruldu:
12 Eylül 1980 askeri darbesinin üzerinden tam 30 yıl geçti. Darbeciler
ülkemiz insanına ve insanlığa karşı işledikleri suçlar nedeniyle,
baskıyla yaptırdıkları anayasa maddeleriyle kendilerini güvenceye
almışlardı. 12 Eylül 2010’da anayasa değişikliği için yapılan
refarandumla, darbecilerin yargılanmasının yolu açıldı. Şimdi hesap
sorma zamanı!
12 Eylül 1980 askeri darbesiyle;
– TBMM kapatıldı. Anayasa ortadan kaldırıldı. Siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve mallarına el konuldu.
– 650 bin kişi gözaltına alındı ve 90 gü ne varan gözaltı sürelerinde ağır işkence gördü. Açılan 210 bin davada, 230 bin kişi sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı. İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi.
– Askeri mahkemelerde 71 bin kişi düşüncelerinden, 98 bin kişi örgüt üyesi olmaktan yargılanıp ağır cezalara çarptırıldı.
– Cezaevlerinde insan onuruyla bağdaşmayan baskı, dayak, işkence ve kötü koşullardan dolayı 299 kişi yaşamını yitirdi. Bunlardan 171’inin "işkenceden öldüğü" belgelendi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 14 kişi açlık grevi-ölüm orucu eylemlerinde öldü.
– 1 milyon 683 bin kişi, komünist, alevi, kürt, dinci, şeriatçı denilerek fişlendi. 30 bin kişi “sakıncalı” görülerek işten atıldı. Bunlardan 3 bin 854’ü öğretmen, 120’si üniversitede görevli öğretim üyesi, ve 47’si hakimdi. 18.525 kamu görevlisi hakkında soruşturma açıldı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi ülkesinden, işinden, okulundan, ailesinden uzakta mülteci olarak yaşamak zorunda bırakıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
– 937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. Siyasi partiler ve sendikalar kapatıldı, çok sayıda siyasetçi gerekçesiz gözaltında tutuldu ve tutuklandı.
– Yüzbinlerce yayına el konuldu ve imha edildi. Yayınevi sahipleri gözaltına alındı, tutuklandı, işkence gördü.
– 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 31 gazeteci cezaevine girdi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci silahla öldürüldü.
– Devlet görevlileri tarafından 227 kişi öldürüldü. Bu insanlardan; 16 kişi için “kaçarken” vurulduğu, 95 kişi için “çatışmada” öldüğü söylendi. 73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi. 43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi.
Çağrımız; 12 Eylül darbesinin acısını, çilesini çeken sizlere ve bu
insanlık dışı darbeye hesap sormak isteyenleredir!
Çağrımız; 12 Eylül darbecilerine karşı, insanlığın ortak bir sorgulama
bilincini oluşturmayadır!
Çağrımız; 30 yıl sonra da olsa 12 Eylül darbesinin tüm kurumlarıyla ve
sonuçlarıyla hesaplaşmayadır!
Çağrımız; 12 Eylül darbesiyle, hak gasbına uğrayanların haklarının
iadesinin sağlanmasınadır!
İnsan hakları savunucuları olarak çağrımız; 12 Eylül askeri darbesini yapanların ve darbe sürecinde suç işleyenlerin bir an önce mahkemelerde yargılanmasıdır!
Père-Lachaise'dekilere saygısızlık...
Dogan Özgüden
Barış'a yazılacak yazının bittabi
barışçıl olması gerek... Ama
barışçıl olmak, ille de gerçekleri görmezlikten gelmek, barış'la bir
türlü barışamayanların marifetlerini örtbas etmek değil. Ülkemizin
siyasal kargaşası karşısında "çıkmadık candan umut kesilmez" diye
bağrımıza taş basmağa çalışsak bile, öyle gerçekler var ki bir mertek
gibi batıyor görmesini bilen gözlere...
Diyeceklerim, günümüzün "en büyük Türk büyükleri"nden ikisi, Recep Tayyip Erdoğan ve Kemal Kılıçdaroğlu üzerine...
Niçin ikisi?
Türk'üyle, Kürd'üyle, Ermeni'siyle, Asuri'siyle, Rum'uyla tüm insanlarımız otuz yıldır süregelen iç savaşın bir an önce bitirilmesini, ülkemizde gerçekten demokratik, insan haklarına ve sosyal adalete saygılı bir düzene geçilmesini beklerken ve de savaşın taraflarından biri bu uğurda tek taraflı ateşkes ilan etmişken, verili koşullarda bu süreci sonuca götürebilecek iki kişi onlar olduğu için...
Ağızlarını her açışlarında "Halk iradesi", "Meclis'in üstünlüğü" demiyorlar mı? 335'i AKP'den, 101'i CHP'den, etti mi 436? BDP'nin 20 milletvekili de doğal olarak her barışçı girişimi desteklemeye hazır olduğuna göre, oldu mu 456? Yani Meclis'teki toplam 541 milletvekilinin yüzde 84'ü.
Ortam uygun, aritmetik uygun, dünya konjonktürü uygun. Barışı bugünden yarına yaşama geçirmek için bu "en büyük iki Türk büyüğü"nün bekledikleri nedir?
Denebilir ki, belki vardır bir bildikleri... Varsa bir bildikleri açıkça söylesinler, biz de bilelim.
Yine denebilir ki, siyasetçinin tavrını belirleyen sadece somut gerçeklikler, aritmetik doğrular değil, aynı zamanda duygularıdır, duygusal birikimleridir.
Söz konusu Devlet Bahçeli olsa, ne denli kin ve husumet duygularıyla dolu olduğunu gösteren "yağlı kement atma" şovu hâlâ belleklerdedir. Zaten onun partisinin yüzde 84'te yeri de yoktur.
Erdoğan'la Kılıçdaroğlu öyle mi? Siyasal şovlarında söylediklerine bakarsanız, yavrularını kirli savaşta yitirmiş şehit analarından da, gerillacı analarından da, Cumartesi analarından da daha fazla insancıl duygularla yüklüdürler.
12 Eylül Cuntası'nın ve onun sivil uzantılarının sürgüne zorladığı, anayurtlarından binlerce kilometre uzakta, Paris'in Père Lachaise Mezarlığı'nda yatan Yılmaz Güney'le Ahmet Kaya için söylediklerine bakın.
Erdogan, ATV'nin programında Ahmet Kaya'nın bir konser kaydını izlerken gözyaşları döküyor, sanatçılara seslenirken de "Eğer bu ülkenin otoriteleri Yılmaz Güney'in filmlerine kulak vermiş olsalardı, Türkiye bugün çok farklı bir yerde olabilirdi," diyor.
Siyasal mücadele duygu müzayedesine dönüştü ya, Kılıçdaroğlu ondan geri kalır mı? Paris'e gittiğinde her ikisinin de mezarlarını ziyaret ediyor, ardından da Kürdistan'ı yeniden fethetme seferinde Diyarbakır'dan geçerken "Onlar bizim insanlarımız. Kavga üslubunu bir kenara bırakıp herkesi kucaklayan barış söylemiyle yola çıkmalıyız," diyor.
Türkiyeli en eski siyasal sürgünlerden biri olarak söyleyeyim:
Yılmaz Güney 26 yıldır, Ahmet Kaya 10 yıldır Père Lachaise'de...
Kılıçdaroğlu 8 yıldan beri, Erdoğan 7 yıldan beri TBMM üyesi... Türkiye-AB ve Türkiye-Avrupa Konseyi ilişkileri bağlamında kimbilir kaç kez Paris'e gitmişlerdir? Bugüne kadar bu iki büyük sanatçıyi anmak, Père Lachaise'de mezarlarını ziyaret etmek hiç akıllarına gelmiş midir?
Denebilir ki Erdoğan 2003'te seçilir seçilmez başbakan olmuştur ve de işleri başından aşkın olduğu için vakit bulamamıştır. Ama başbakan olur olmaz 9. Dünya Atletizm Şampiyonası'nda 1500 metre finalinde Türk atleti Süreyya Ayhan'a moral vermek üzere apartopar Paris'e uçan da aynı Erdoğan değil midir?
Haydi bu duygu bezirganlığını bir yana bırakalım.
Türk Devleti'nin Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya'ya reva gördüğü tüm baskı, inkar, karalamalar, her iki sanatçının da Kürt kimliklerini inkar etmemelerinden ve de tüm ezilenler gibi Kürt halkının da haklarını savunmalarından kaynaklanmıyor mu?
Eğer Türkiye'nin en büyük iki partisinin liderleri, devlet adına Güney ve Kaya'ya gerçekten bir vefa gösterisinde bulunmak istiyorlarsa, herşeyden önce Kürt halkının kendilerine yaptığı barış önerisini içtenlikle kabul ederek 30 yıllık içsavaşın tüm taraflarıyla yapıcı ve kalıcı çözümler için masaya oturmalıdırlar.
Bu satırları yazarken Başbakan Erdoğan'ın, barış için görüşme şöyle dursun, hâlâ militarizmin dayattığı bataklıkta kulaç attığı, Kürt ulusal hareketinin uzattığı zeytin dalına, "eve dönüş" ya da "pişmanlık" etiketli 221. madde tuzağıyla yanıt verdiği haberi geldi. Bir yandan bazı generalleri askıya alarak "sivilleşme" gösterisi yapan Başbakan, iş topyekun silah bırakmaya gelince birden militarist kesilerek, "Kalkıp da birilerinin PKK ağzıyla ordumun silah bırakmasını istemesi haksızlık değil mi?" demagojisi yapıyor.
Ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu ise önümüzdeki seçimlerde BDP de dahil tüm demokratik ve ilerici güçlerle ittifak önerisini elinin tersiyle iterek, "tek başına iktidar olma" edebiyatı yapıyor. CHP'nin asla tek başına iktidar olamayacağını kendisi de dahil tüm CHP'liler pekâlâ bildiğine göre, partinin gizli gündemi ister istemez yine ordu destekli müstakbel bir CHP-MHP koalisyonuna odaklanıyor.
Bu tutarsızlıklar sürüp giderken, medya bugüne kadar BDP'li 19 milletvekili hakkında toplam 2.473 yıl hapis talebiyle 544 dâva açıldığını duyuruyor. Ve de Diyarbakır'da aralarında halkoyuyla seçilmiş belediye başkanlarının da bulunduğu 151 Kürt önderi, çoğu tutuklu olmak üzere, anadilde savunma hakları dahi reddedilerek yargılanıyor.
Tüm bu gerçekler ortadayken, Türkiye halklarının başka göklerde zamansız düşmüş iki barış güvercininin, sevgili Yılmaz Güney ile Ahmet Kaya'nın isimlerinin siyaset meyhanesinde meze olarak kullanılması tek kelimeyle utanç verici.
Bu, sadece Yılmaz Güney'e ve Ahmet Kaya'ya değil, Père-Lachaise Mezarlığı'nda onlarla birlikte yatan 1871 komünarlarının, Nazi işgaline karşı savaşta canlarını veren direniş kahramanlarının anılarına da büyük saygısızlık.
Türk'üyle, Kürd'üyle, Ermeni'siyle, Asuri'siyle, Rum'uyla tüm
Türkiyeli barışseverlerin öncelikli görevlerinden biri de Türkiye
siyasetini bu utanç verici ayıptan kurtarmak olmalıdır.
NATO Taşaronluğu...
Doğan ÖZGÜDEN
Brüksel merkeziyle Zaventem havaalanı arasında arabayla ya da otobüsle
gidip gelenlerin gözünden kaçmaz. Léopold III Bulvarı üzerinde en
modern cihazlarla korunan geniş bir alanın ortayerinde tam 28 ülkenin
bayrakları dalgalanır. Bittabi Türk Devleti'nin ayyıldızlı bayrağı da...
Brüksel'e yolu düşen Türk'lerin en çok ilgisini çeken yerlerden biridir
burası. Hele yıllardır Schuman Meydanı'ndaki Avrupa Birliği binalarında
"dünkü vilayetlerimiz"in bayrakları dalgalanırken kendi bayraklarının
hâlâ orada olmamasından dolayı gazaba gelen milliyetçiler için NATO
Karargahında Türk bayağını görmek bir teselli mükafatıdır.
Sosyalist sistemin çökmesinden sonra o zamana kadar düşman kampta
sayılan Doğu Avrupa ülkelerinin de katılımıyla artık bu karargaha da
sığmayan NATO şimdi Brüksel'de, eskisine birkaç yüz metre mesafede daha
büyük bir karargah inşa ettirmekle meşgul. Kolay değil, 28'i üye, 22'si
ortak olmak üzere 50 ülkenin delegasyonlarını ve personelini bir çatı
altında barındırmak.
250 bin Metrekarelik bir alanda ultramodern koruma tesisleriyle
donatılacak olan yeni karargah şimdiki hesaplara göre 460 Milyon
Euro'ya malolacak. Brüksel'de kırk yıldan beri Avrupa Birliği'in
kaprisleri yüzünden yaptırılan devasa binaların ilk ayrılan bütçelerin
en azından iki üç misline mal olarak bitirildiğini çok iyi bildiğimden,
bu yeni NATO Karargahı'nın da 28 ülkenin vergi mükelleflerine en
azından 1 milyar Euro'ya patlayacağından hiç kuşkum yok. Örneğin Avrupa
Komisyonu merkez binasının amyanttan temizlenmesi operasyonu 500 milyon
Euro'luk bir bütçeyle başlatılmışken tam 14 sene süren çalışma yine AB
üyesi ülkelerin vergi mükelleflerine tam 1,5 Milyar Euro'ya mal
olmuştu...
Peki niçin tüm bu israf? NATO Sovyetler Birliği ve müttefiklerine karşı
Batı dünyasının güvenliğini sağlama gerekçesiyle kurulmadı mı?
Sosyalist rejimler birbiri ardına iskambilden şatolar gibi çökeli yirmi
yıl oldu. Varşova Paktı tarihe karıştı, hattâ Rusya bile NATO'ya ortak
oldu... Varlık nedeni yıllardır resmen ortadan kalktığı halde NATO
bırakın kendini feshetmeyi, "terörizmle mücadele"yi bahane ederek
büyüdükçe büyüyor, kabına sığamıyor. Sadece eski sosyalist ülkelerin
değil, Akdeniz, Ortadoğu, Kafkas hattâ Asya ülkelerinin ordularını da
kontrol altına alıyor.
Bu konuda sevgili Murat Çakır'ın Mısır'da Mübarek'in istifasından
önceki durum üzerine yaptığı analiz gerçeği apaçık ortaya koyuyor:
"Öncelikle Mısırlı generallerin ABD, AB ve NATO ile 'içli-dışlı'
olduklarını vurgulamak gerekiyor. Geçenlerde Brüksel’de yapılan bir
NATO toplantısında, Mısır ordusunun kendi halkına karşı şiddet
uygulamamış olmasının ardında 'NATO’nun Mısırlı subaylara yönelik
eğitim programının belirleyici olduğu' tespit edilmişti. NATO aynı
tesbiti Tunus ordusu için de yapmakta. Tunus ve Mısır orduları,
NATO’nun 'Akdeniz Diyalogu' başlığı altında 1994’den bu yana sürdürdüğü
programa katılıyorlar. Güney Akdeniz ülkelerine yönelik olan bu
programa üye olan diğer devletler ise Cezayir, Fas, Moritanya ve Ürdün.
Program çeşitli düzeyde bu ülkelerin NATO’yla askeri işbirliğinin
yanısıra, 'ordu mensuplarinin uluslararası hukuk standartlarını'
öğrenecekleri seminerler de içeriyor. NATO programına katılan bu
devletler aynı zamanda AB’nin kurduğu Akdeniz Birliği'nin de üyeleri.
Her iki grup için geçerli olan gerekçe: 'barış için işbirliği,
subayların eğitimi, silahlanma kontrolu, gizli servislerin işbirliği,
hukuksal işbirliği' ve elbette 'teröre karşı mücadele".
Çakır aynı yazısında Mısır Ordusu'nun Türk Ordusu'yla benzerlikleri
üzerinde de ayrıntılı bilgiler verdikten sonra, şu öngörüde bulunuyor:
"Hangi olasılık gerçekleşirse gerçekleşsin, ordu yönetimi için asıl
hedef, ülkedeki politik, hukuksal ve ekonomik imtiyazlarının korunması
olacaktır. Bu amaçla, Arap dünyasında İsrail ile barış yapan tek ülke
olarak kalmanın garantörü olduklarını ve Mübarek sonrasında da rejimin
esaslarının değişmeden, Batı'nın lehine bir konumda devam edeceğini
göstereceklerdir. Kendi çıkarlarını kollamaları ve bu uğurda alacakları
kararların halkın, bilhassa yoksul ve emekçi kitlelerinin çıkarlarına
hizmet edeceği ise hayli şüphelidir." (Murat Çakir, Mısır ordusu kimin
hizmetinde?, Günlük, 8 Subat 2011)
Ne yazık ki, Mısır ordusuna ABD ve NATO destekli bir "halâskârlık"
misyonu biçilir biçilmez Türkiye'nin iflah olmaz "asker
gelsin"cilerinde yeni bir hareketlenme başladı. 50'li yıllara "İsmet
Paşa'nın tarihsel karizması"yla beslenen askercilik 60'lı yıllarda
Mısır, Irak ve Suriye'den gelen Nasır'cı ve Baas'çı etkilerle
palazlandı. Kendini sol belleyen bazılarınca anti-emperyalist kavga
adına emperyalizmin bölgedeki bu en sadık ve güçlü "korucu"sunun
sürekli sırtı sıvazlandı.
Sanki 2. Dünya Savaşı'nın bitiminden beri ABD Dolar'larıyla Yankee
standartlarında biçimlendirilen, 27 Mayıs 1960 Darbesi sabahı
radyolardan "NATO'ya, CENTO'ya bağlıyız" yeminleri eden, MGK'siyle,
OYAK'ıyla, savaş sanayileriyle, Kontr-gerilla'sıyla Pentagon'un "paralı
askeri" haline dönüştürülen ordu bu ordu değildi!
12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin aynı ordu tarafından NATO'dan destek
ve hattâ onay alınarak gerçekleştirildiğini Mısır'daki sağır sultan
bile bilirken, bir kısmı darbe sonrası kontr-gerilla işkencelerinden
geçirilen "asker gelsin"ciler yine iflah olmadı.
Hiç unutmuyorum, 90'lı yıllarda Brüksel'e Atatürkçü örgütlenme yapmaya
gelen bir eski keskin solcu, tutumlarını eleştirerek geçmişte hep
birlikte militarizmden neler çektiğimizi anımsattığımda, beni
Türkiye'den kopmakla, orduyu yeterince tanımamakla suçlamıştı:
- Tahmin edemezsin... Bugünkü ordu aynı ordu değil, tamamen bizim
saflarda... Anti-emperyalist...
- Omuzu kalabalık generaller de mi?
- Hepsi hepsi. Ordu bizim ordumuz.
Oysa tam da o sırada, bu konuşmanın geçtiği Türk mahallesine birkaç yüz
mesafedeki NATO Karargâhı'nda Türk generalleri, Amerikalı generallerle
kafa kafaya Balkan'lara, Afganistan'a askeri müdahale planları
yapıyordu.
Yine tam da o sırada, aynı ordu Kürdistan'da köyleri yakıyor, Kürtleri
tehcire zorluyor, anti-militarist aydınları kara listelere alıyor,
Jitemciler, korucular, profesyonel katiller eliyle katlettiriyordu.
Günümüzün Atatürkçü medyasında askercilik o raddede ki, bunların
etkisinde kalanlar, genellikle de benimsedikleri Batılı yaşam biçiminin
tehlikeye düşmesinden endişeli olanlar, Türkiye'nin
demokratikleştirilmesi, Avrupa'nın demokratik kriterlerinin
benimsenmesi, Kürt halkının ve tüm etnik ve dinsel azınlıkların eşit
haklara sahip olması için verilen yürekli mücadelenin dahi ABD
emperyalizmi tarafından Türkiye'ye dayatıldığını, bu gidişi hangi
yöntemle olursa olsun ancak Ordu'nun önleyebileceğini papağan gibi
tekrarlayıp duruyorlar.
Mussolini'nin Roma yürüyüşünün ya da Hitler'in Nürenberg mitinginin 21.
yüzyıl versiyonları Türkiye'de 10. Yıl ve hattâ Harbiye marşları
eşliğinde rahatlıkla sahneye konabilir. Lafzı ile fiili birbirini
tutmayan, dün ak dediğine bugün kara diyen AKP iktidarının
tutarsızlıkları sürdükçe de bu faşizan girişimlerin katılımcıları,
destekçileri daha da artabilir.
Tepeden inme iktidar hırsıyla bu cadı kazanını kaynatan profesyonel
askercilere de, onlara iyi niyetle, vatanın bütünlüğünü savunma
gerekçesiyle destekçi olanlara da bir soru:
Türkiye'nin 1952'de katılımından beri karşı çıktığımız, örgütsel ve
yayınsal planda mücadele verdiğimiz NATO'nun Türk Ordusu üzerindeki
hiyerarşik kontrolu sürdükçe, bu ordu stratejik ve lojistik olarak
Pentagon'a bağımlı kaldıkça hangi bağımsızlık, hangi anti-emperyalizm?
Ve yine soruyorum:
- Herbirini 1283 kayıt numaralı "Harbiyeli Kemal" olarak görüp
alkışladıkları generallerden hangisi Türkiye'nin NATO bağımlılığına,
Pentagon'un Wall Street çıkarlarını savunma amaçlı global
stratejilerine karşı bir irade ortaya koymuştur?
Aksine, tıpkı Mısır generalleri gibi Türk Ordusu'nun generalleri de
yarım yüzyılı aşan Amerikancı şartlanmalarıyla, savaş sanayiindeki
kanlı çıkar ortaklıklarıyla, OYAK ayaklarıyla, ABD'nin ve de onun
uluslararası terör örgütü NATO'nun kapıkullarıdır.
Bu gerçeği bile bile "asker gelsin" çığlıkları atmaksa,
anti-emperyalistlik falan değil, olsa olsa ABD'ye ve NATO'ya
taşaronluktur.
*
12 Haziran seçimleri, Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku'nun seçime
bağımsız adaylarla katılmasını engellemek için tezgahlanan komplolar,
Kürt halkının kararlı direnişi sonunda bu oyunun boşa çıkartılması… Tüm
engellemelere, aşağılık oyunlara rağmen, Kürt halkı ve onun dostları 12
Haziran'a doğru kararlı adımlarla ilerliyor.
Ama komplolar sadece Türkiye'nin içinden mi?
20 Nisan 2011'de ABD Hazine Bakanlığı Kürt ulusal hareketinin önde
gelen militanlarından Remzi Kartal, Cemil Bayık, Duran Kalkan, Sabri Ok
ve Adem Uzun'u "uyuşturucu kaçakçısı" ilan ederek mal varlıklarına
elkoyduğunu açıkladı. Washington, 2009 yılında da Zübeyir Aydar, Murat
Karayılan ve Ali Rıza Altun'u kara listeye almıştı.
Amaç, bu türden kara çalmalarla kamuoyunda Kürt ulusal hareketinin
itibarını sarsmak, Türkiye'de ve tüm dünya ülkelerinde yüzbinlerce
Kürd'ün metropolleri işgal ederek sahip çıktıkları bir özgürlük
savaşını bu ucuz manevralarla zaafa uğratmak.
Bu suçlamalarda hedef alınan Remzi Kartal ve Zübeyir Aydar'ı şahsen
tanırım, dostlarımdır. 1994'te Türk partilerinin ve askeriyenin
elbirliğiyle DEP'in kapatılmasından sonra mücadelelerini yurt dışında
sürdürmek üzere Türkiye'yi terkeden Kürt milletvekillerindendir.
Belçika'ya gelmelerinden önce de, Türkiye'ye giden Avrupa
delegasyonlarının Türkiye'de görüşlerine başvurduğu seçkin insan
hakları savunucularıydı. Aydar'ın 80'li yıllarda Siirt'te IHD
yöneticisi sıfatıyla bir Avrupa televizyonuna verdiği mülakatın kaydı
İnfo-Türk'ün arşivlerindedir.
Remzi Kartal ise 68 kuşağındandır ve daha o yıllarda Kürt halkının
ulusal direnişine baş koymuş, 1980 Darbesi'nden sonra defalarca
tutuklanmıştır.
Brüksel'e gelişlerinden bu yana, 16 yıldır, birçok demokratik
platformlarda beraber olduk. DEP'le Dayanışma Bürosu'nun, ardından
Sürgünde Kürt Parlamentosu'nun, 1999'da Kürdistan Ulusal Kongresi'nin
kurulmasındaki olağanüstü çabalarının tanığıyım. Siyasal mülteciler
olarak Kürt halkının sesini duyurmak, haklı taleplerini kabul
ettirebilmek için büyük bir özveriyle gece gündüz demeden yedi düvele
koşuşturdular.
Türk Devleti'nin Interpol'e bildirdiği "kırmızı liste"ler, ABD'nin
Ankara'yı yedeğinde tutmak, Avrupa Birliği'ni de komploya alet etmek
için yayınladığı şaibeli "kara liste"ler diğer Kürt şahsiyetleri gibi
sık sık onları da vurdu. Birleşmiş Milletler himayesinde siyasal
mülteci oldukları halde AB ülkelerinde gözaltına alındılar,
hapsedildiler, seyahat etme özgürlüğünden yoksun bırakıldılar.
ABD Hazine Bakanlığı'nın "kara liste"ye aldığı haberini büyük şamatayla
veren Türk medyası, bu kararın ardında ne kirli hesaplar olduğuna dair
Remzi Kartal'ın yaptığı aşağıdaki açıklamaları görmezlikten geldi.
"ABD Hazine Bakanlığının yaptığı açıklamadan bir gün sonra Türkiye
Savunma Sanayi İcra Komitesi tarafından 4 milyar dolarlık genel maksat
helikopter ihalesi Amerikan Sikorsky şirketine verildi. ABD’nin
hakkımızdaki bu kararı neden aldığı, hemen bir gün sonra Türkiye’den
alınan helikopter ihalesi ile açığa çıkmıştır. Bütün olay budur. Amaç,
Kürt siyasetçilerini karalayarak Türkiye'nin gönlünü hoş etmek
suretiyle ihaleyi almaktır.
"ABD’nin veya başka herhangi bir devletin elinde bizim uyuşturucu
kaçakçılığı yaptığımıza dair hiçbir belge yoktur. Eğer olsaydı zaten
bugüne kadar çoktan gereğini yaparlardı. Ben ABD’yi ellerindeki belge
ve bilgileri kamuoyuna açıklamaya çağırıyorum. Aksi takdirde çirkin ve
iftiracı bir devlet olarak kamuoyunun vicdanında mahkum olacaklardır. "
Kartal, Ankara-Washington komplo tezgahının geçmişini de şöyle
açıklıyor:
"Eski ABD Başkanı Bush, 5 Kasım 2007’de Türkiye başbakanı Recep Tayip
Erdoğan’la yaptığı görüşmede, Türkiye’yi memnun etmek için PKK’yi
ABD’nin düşmanı ilan etti. Bundan sonra da 30 Mayıs 2008’de Hazine
Bakanlığı tarafından PKK Narkotik Kaçakçılığı Yapan Örgütler listesine
dahil edildi. 30 yılı aşkın mücadele tarihimiz boyunca on binlerce
kadromuz siyasal nedenlerle yargılanmıştır. Türkiye mahkemeleri dahil
hiçbir ülkenin herhangi bir mahkemesinde bu konuyla ilgili aleyhimize
ne bir karar alınmış, ne de bu iddiaları ispatlayacak bir delil
gösterilebilmiştir."
"Aksine ABD Dışişleri Bakanlığı ve birçok uluslararası kurumun her yıl
yayınlanan 'uluslararası insan ve uyuşturucu ticareti' raporlarında da
geniş bir şekilde vurgulandığı üzere, uyuşturucu kaçakçılığı büyük
ölçüde Türk devlet görevlilerinin gözetiminde yapılmakta, hatta
devlet
görevlileri direkt bu işin içinde yer almaktadır. ABD Dışişleri
Bakanlığı'nın 2003 Dünya Uyuşturucu Raporu'nda 11 ülkedeki eroinin
temini, üretimi ve dağıtımını Türklerin kontrol ettiği açıklandı.
Interpol ise Avrupa'daki eroin trafiğinin Türk suç şebekelerinin elinde
olduğunu açıkladı."
Gerçekten de Kartal'ın belirttiği gibi, "Europol'ün 2002 AB Organize
Suçlar Raporu'nda, Almanya'da Frankfurt Federal Mahkemesi
yargıçlarından Rolf Schwalbe'nin 21 Ocak 1997 de Almanya DPA Ajansına
yaptığı açıklamada, İngiltere'de kaçakçılıktan sorumlu İçişleri Bakan
Yardımcısı Tom Sackville'in 26 Ocak 1997'de Türkiye’deki Interstar
TV’de yayınlanan mülakatında, Fransa Uyuşturucu Jeopolitiği
Gözlemevi'nin Mart 1997 de açıkladığı raporda, Avrupa'da tüketilen
uyuşturucunun yüzde sekseninin Türkiye'den geldiği ve devletin üst
düzey yetkililerinin bu ticaretin içinde olduğu belirtilmektedir. Yine
üst düzey dahil bir çok asker ve polisin bu işe karıştığı,
uyuşturucunun askeri helikopterler dahil resmi araçlarla taşındığı,
Susurluk raporu gibi Türkiye’nin resmi devlet raporlarıyla da sabittir."
Ya bizzat ABD ordusunun yaptığı uyuşturucu kaçakçılığı? Vietnam
Savaşı'nda can veren ABD askerleri için yapılmış tabutlarla "Altın
Üçgen"'den Amerika'ya nasıl eroin kaçırıldığına dair haberleri bizim
kuşak unutmadı.
Bu satırları yazarken, ABD, Avrupa ve Türk medyasının Ben Ladin'in
katledilmesi konusunda nasıl bire bin yalan katarak zafer çığlıkları
attıklarını izliyorum.
Atatürkçü-milliyetçi bir gazete manşetten yakınıyor: "Amerika'nın
yaptığını biz Apo'ya yapamadık. Ladin'i öldürüp denize attılar!"
Apo'ya yapamadıklarını ateş kes'e rağmen hemen her gün Kürt halkının
kendisine yapıyorlar. Hem de AKP-MGK Koalisyonu'nun fetvalarıyla…
Ben Ladin'in katledilmesini zafer havasında veren medya yine de
rahatsız.
Misilleme olur mu? ABD ve AB metropollerinde yeni şiddet eylemleri
beklenebilir mi?
Çünkü asıl terörün kendi çıkarlarını korumak için ABD'den
kaynaklandığını, ikiz kulelere yapılan saldırıda ölenlerin sayısının
yüzlerce misli insanın, kadını, erkeği, çocuğuyla, Afganistan'dan
Balkanlar'a, şimdilerde de Kuzey Afrika'ya uzanan kadar geniş bir
coğrafyada nasıl ABD ve müttefiklerinin terörüne, NATO terörüne kurban
gittiğini kendileri de biliyor.
Remzi Kartal'ları, Zübeyir Aydar'ları Washington'un kara listelerine
koyanlar pek iyi biliyorlar ki, halklara karşı işledikleri suçlardan
ötürü kendileri halkların kırmızı listelerindedir.
Arabayla yakınlarından geçerken bakıyorum. Brüksel'deki ABD
Büyükelçiliği'nin, hele de NATO Karargahı'nın çevresindeki koruma
önlemleri misliyle artırılmış.
Korku dağları bekliyor…
Barış mimarı iki kavga adamı için…
Doğan ÖZGÜDEN
17 yıl önceydi. 12-13 Mart 1994 tarihlerinde Brüksel'de Kürt
sorunu üzerine uluslararası bir konferans düzenlenmişti. Normal olarak
bu konferans Brüksel'in merkezindeki Sheraton Oteli'nde yapılacaktı.
Ama Saint-Josse Belediye Başkanı sosyalist Guy Cudell son anda Türk
Devleti'nden gelen baskılara direnememiş, toplantının bu otelde
yapılmasını yasaklamıştı
Yasaklama her bakımdan skandaldı.
Kısa bir süre önce MHP lideri Alparslan Türkeş aynı otelde
Bozkurt'larıyla toplantı yapmış, Türkiyeli demokratların protestosuna
rağmen bu provokatif toplantıya herhangi bir yasaklama getirilmemişti.
Dahası, aynı bozkurtlar birkaç ay önce, TC Büyükelçiliği'nin de
kışkırtmasıyla, Almanya'dan Brüksel'e gelen Kürt özgürlük
yürüyüşçülerine saldırmıştı. Saldırıyı takbih edenlerin başında ise
aynı Guy Cudell vardı. Şimdi saldırganların toplantısına ses
çıkartmazken mazlumların toplantısını yasaklıyordu.
Ne olmuştu da Belçika makamları iki ay içinde yüzseksen derece dönüş
yaparak saldırgan Türk faşistlerinin kentin göbeğinde toplanmasına göz
yummuşlar, buna karşılık saldırıya uğrayan Kürtlerin aynı yerde
toplanmasını engellemişlerdi?
Engellemişlerdi, çünkü o zamanki Belçika Dışişleri Bakanı sosyalist
Willy Claes, Mart 1994 sonunda Türkiye'ye gidecek, iki ülke arasındaki
ticari ve askeri ilişkilerin geliştirilmesi pazarlığını yapacaktı.
Belçika'da 1993'te kabul edilen bir yasaya göre iç savaşa ya da sürekli
insan hakları ihlallerine sahne olan ülkelere Belçika'nın silah
satışını durdurmasını emreden yasaya rağmen, Claes'in pazarlık
masasında Belçika'nın Türkiye'ye yeni silah ve askeri malzeme satışı da
vardı.
Belçika'nın geçmiş iki yılda, 9 Şubat 1991 ila 27 Mart 1993 arasında
Türkiye'ye 51 uçak, 2 gemi ve 808.235 Kilo askeri malzeme ve mühimmat
sattığı biliniyordu. Satılan askeri malzemenin önemli kısmının Türk
Ordusu tarafından Kürt özgürlük hareketinin ezilmesi için kullanıldığı
da dünyanın malumuydu.
ABD'nin barış düşmanı politikalarının başlıca destekçilerinden biri
olan Willy Claes, bu ziyaretten kısa bir süre sonra hizmetinin
karşılığını görerek Türkiye'nin de desteğiyle NATO Genel
Sekreterliği'ne getirilecekti. Tıpkı, eski Danimarka Başbakanı Anders
Fogh Rasmussen'in, Roj TV konusunda verdiği ödünler karşılığında yine
Türkiye'nin desteğiyle aynı makama getirilmesi gibi…
Ne ki Claes bir yıl geçmeden, ekonomik işler bakanıyken Agusta
helikopterlerinin satınalınmasına ilişkin yolsuzluklara adı karıştığı
için NATO'daki görevinden istifa etmek zorunda kalacak, Belçika
Yargıtayı tarafından da üç yıl hapse, beş yıl süreyle de kamu
hizmetinde çalışma yasağına mahkum edilecekti.
*
Brüksel'in merkezinde yapılamayan konferans öngörülen tarihlerde
Belçika'nın uluslararası Zaventem havaalanı'nın yanıbaşındaki bir
otelin salonunda, Türkiye'den ve diğer ülkelerden gelen önemli
şahsiyetlerin katılımıyla açıldı. Belçika dışından gelen davetliler
aynı otelde misafir kalıyordu.
Konferans açılmadan önce girdiğimiz kahvaltı salonunda sevindirici bir
karşılaşma… Türkiye komünist hareketinin yorulmaz militanı, edebiyat ve
sinema dünyamızın üretken kalemi Vedat Türkali de katılımcılar
arasındaydı.
Türkiye'de gerçekçi sinemanın gelişim dönemi olan 60'lı yıllarda Ertem
Göreç'in yönettiği Karanlıkta Uyananlar filminin senaryosu Vedat
Türkali'nin kaleminden çıkmıştı. Bu film üzerine İstanbul'da 1965
yılında Çetin Altan, İlhan Selçuk, Beklan Algan ve Ayperi Akalan'ın da
katıldığı bir açık oturumu ben yönetmiştim.
90'lı yıllarda ise Türkali'nin adı bir yandan Kürt halkının özgürlük
mücadelesine destek veren yazı ve konuşmalarıyla, öte yandan Türkiye
komünist hareketinin geçmişine ışık tutmak amacıyla yazdığı Tek Kişilik
Ölüm'le ön plana çıkacaktı. Bu kitabında Türkiye komünist hareketinin
geçmişine damga vuran bazı isimlere, örneğin Mihri Belli'ye yönelttiği
eleştiriler polemiklere yolaçmıştı.
Bir masada Türkali'yle başbaşa tam da bu konuda konuşuyorduk ki salona
Mihri Belli'nin girdiğini gördük.
1971 Darbesi'nden önce Belli'yle solun stratejik tercihleri ve Kürt
sorunu konusunda görüş ayrılıklarımız vardı. Örneğin Ant Dergisi'nde
"Türkiye halkları" ifadesini kullandığımız için bizi "devrimci
güçbirliğinin bölünmesine yolaçmak"la suçluyordu.
1973'te yıldızı parlayan Ecevit bir konuşmasında Belli'yi CIA
ajanlığıyla suçladığında, o sırada bizim gibi yurt dışında mücadele
sürdürmekte olan Gencay Gürsoy, Bülent Tanör, Yücel Sayman'la birlikte
bu iğrenç saldırıya karşı çıkmıştık.
1974'te Brüksel'de konuğumuz olduğunda Belli'yle ilişkimiz sıcak bir
dostluğa dönüşmüştü.
Darbeden sonraki sürgün yıllarında Kürt realitesini daha yakından
tanıyarak Kürt özgürlük hareketinin yanında yeralan Belli, Brüksel'den
geçişlerinde ya da başka ülkelerdeki karşılaşmalarımızda bize bu
hareketin gelişimini büyük bir coşkuyla anlatır, bu mücadeleyle
dayanışmanın öncelikli görev olduğunu vurgulardı.
*
1994 konferansı sabahı Belli'nin salona girdiğini görünce sevinçle
Türkali'ye "Kendisini hemen masamıza davet edeyim," dedim. Tam da
konferans öncesi kitabından ötürü tatsız bir tartışma çıkmasını
istemediği için olmalı, önerimi önce pek sıcak karşılamadı. Israrım
üzerine de, "Mihri'yi severim, oldu, görüşelim," dedi.
Belli beni görünce çok sevindi, kucaklaştık. "Ama sizi görünce
sevinecek başka kişiler de var," dedim. İlerideki masada oturan
İnci'yle Türkali'yi gösterdim.
İnci'yi görünce o tarafa doğru bir hamle yaptı. Ama Türkali'yi
farkedince duraklayıp kafasını çevirdi, "O kitabı yazan kişiyle
görüşeceğim bir şey olamaz," dedi.
Israr ettim: "Bakın bugün Kürt halkının haklı mücadelesine destek
vermek için buradayız. İki eski kavga arkadaşı, iki yoldaş arasında
görüşmezlik olmaz."
Gülümsedi, "Madem öyle, görüşelim" diyerek tekrar masaya yöneldi…
İki seçkin insanın buluşmasına, barışmasına, yeniden dostluklarını
pekiştirmesine aracı olmak sürgün yaşamımın unutulmaz anıları arasında.
Yıllar sonra, sanırım 2002 yılıydı, İnci'yle birlikte sevgili
Türkali'yi Londra'da ziyarete gitmiştik. Komünist adlı anı kitabı yeni
çıkmıştı. Kitabı hemen orada, bir solukta okudum. Belli için şunları
yazıyordu:
“(...) Daha sonraki yıllar boyu, Parti’de çeşitli kişilerle illegal
işler yaptım; bütün bunlar içinde kendimi en mutlu duyumsadığım dönem,
Mihri ile birlikte çalıştığımız o günler olmuştur. Ara sıra, işten
kaynaklanmış kaçınılmaz sürtüşmelerin yarattığı hırlaşmalarımıza
karşın, Parti’de tanıdığım öteki kişilerden çok ayrı, çok yakın
bulduğum biriydi Mihri.(…)”
Belli'nin cenaze töreninde Türkali'nin onu fotoğrafını öperek
uğurladığını gazetelerde görünce, düşündüm: Yaşamları işçi sınıfının
davasına, ezilen halkların özgürlük mücadelesine adanmış iki büyük
kavga adamı. Ama kavga etmesini olduğu kadar barışmasını, barışı
yapmasını da bilen iki erdemli kişi.
En kalıcı barışı ancak kavganın başını çekenlerin sağlayabileceğine
inancım pekişti.
*
Ama barış konusunda denecek bir şey daha var.
Bizim 60'larda örgütlenmeye başlayan, 70'lerde bu uğurda kimi
zındanlara, kimi idam sehpasına, kimi sürgüne giden kuşağımızın
beklediği barış hangi barış?
Halkların eşitlik ve karşılıklı saygı temeli üzerinde onurlu barış mı,
ezilen halkların haklı kavgalarını küllendirmek için dayatılan "çakma"
barış mı?
Yıllar yılı SSCB'nin dayattığı, protokollerle ve görkemli törenlerle
göz boyayan barış politikalarının 70'li, 80'li yıllarda devrimci
direnişimiz üzerindeki çökertici etkilerini de unutmuş değiliz.
Hele bazı sol parti liderlerinin, sırf SSCB'nin Türk faşist cuntasıyla
iyi ilişkiler sürdürebilmesini sağlamak uğruna örgütlerini "barış"
söylemlerine endekslemelerini, 1980 darbesine faşist diyenleri tasfiye
etmelerini… Hele hele, faşist baskının doruğuna çıktığı yıllarda barış
adına Evren'le Brejnev'in yanyana fotoğraflarını bayraklaştırmış
olmalarını…
Evet, barış… Hemen şimdi…
Ama 21. yüzyılın en haklı özgürlük mücadelelerinden birini yürüten Kürt
halkının meşru temsil kurumlarıyla ve eşit koşullarda masaya oturacağı,
istemlerini ön koşulsuz tartışarak çözüme bağlayabileceği bir barış.
*
Göçmenlik mi, sürgün mü?
Doğan Özgüden
İstanbul Kitap Fuarı'nda bu yıl yine çeşitli paneller düzenlendi. Bunlardan birinin konusu özellikle yurt dışında Türkiye'nin demokratikleşmesi ve barışın sağlanması için mücadele veren siyasal göçmenleri doğrudan ilgilendiriyordu: "50 yıl sonra göçmen edebiyatı mı, sürgün edebiyatı mı?"
Paneli Belge Yayınları kurucusu Ragıp Zarakolu örgütlemiş, bu konuda benim de bir bildiri göndermemde ısrar etmişti. Bildiriyi kaleme alırken önce Belge Yayınları'nın genç yöneticisi, Ragıp'ın oğlu Deniz Zarakolu KCK operasyonları kapsamında tutuklandı.
20 Ekim tarihli en son mesajında Ragıp, "Salı günü Edirne'ye görüşe gittik ilk defa... Öteki oğlum Sinan'la sabah 7'de yola koyuldum. Gece 9'da evdeydim. Frankfurt'tan Suzan'ın cenazesine yetiştim. Yarın Diyarbakır'a gidiyorum erkenden, kilisenin açılışı için. Karmaşık günlerden geçiyoruz yine" diyordu.
Ardından aynı operasyonun uzantısı olarak onlarca Kürt yurtseveriyle birlikte Prof. Buşra Ersanlı ve Ragıp da tutuklandı. İstanbul Kitap Fuarı'ndaki panele benim gibi Ragıp da katılamadı.
Bunu daha sonra göstermelik bahanelerle yine onlarca Kürt avukatının gözaltına alınması ve ardından tutuklanması izledi.
Buna bir de Dersim Soykırımı konusunda ucuz polemikler ve Dersimlilerden sözümona özür dileme gösterileri eklendi.
Bu ucuz gözboyama operasyonları sürüp giderken Türkiye, Arap ülkelerine demokrasi dersi veren bir diktatör adayının pençesinde hızla yeşil faşizmin egemen olduğu bir ülkeye dönüşüyor.
*
Biz Ragıp'la Türkiye solunun iki komşu kuşağındanız: benim 2. Dünya Savaşı yılları kuşağı ve onun savaş sonrası kuşağı...
Ama bu iki kuşak kendini bildi bileli hep savaşı yaşadı. Sistemler arası soğuk savaşı, soğuk savaşın dünyanın dört bir yanındaki sıcak izdüşümlerini, ABD güdümlü askeri darbeleri... Ve de şimdilerde yeşil polisiye darbeleri.
Ragıp ve onun gibi onurlu bir kavgaya başkoymuş diğer dostlarımız, bizler gibi uzak coğrafyalara savrulmamış olsalar bile, her daim sürgün yaşadılar, yaşamaktalar...
Şu anda Ragıp da, Deniz de, Büşra da sürgünde... Kürt siyasetçileri de, avukatları da sürgünde…
Ragıp'la Brüksel'deki beraberliklerimizden iz bırakan bir anıdır Karl Marx'ın siyasal sürgün olduğu yıllarda Komünist Manifesto'yu yazdığı kuğulu kahveyi ziyaretimiz. Tam karşısında da bir başka ünlü sürgünün, Victor Hugo'nun kaldığı tipik Brüksel evi...
Panel için seçilen konu benim için pek yerinde değildi : "50 yıl sonra göçmen edebiyatı mı, sürgün edebiyatı mı?"
Niçin 1961?
Artan nüfusuna kentlerde iş alanı açamayan Türk Devleti'nin kendi işçisini, köylüsünü başından defedercesine kapitalist Avrupa ülkelerine satış belgesini imzaladığı tarih olduğu için mi?
Kuşkusuz Anadolu'nun binlerce yıllık göç vermeler, göç almalar tarihinde önemli bir kilometre taşı 1961.Gittikleri ülkelerin sosyal, siyasal yaşamına uyabilmeleri için hiçbir alt yapı hazırlanmadan, en verimli çağlarında en ağır işlerde çalıştırıldıktan sonra sıkılmış bir limon gibi geri gönderilmek üzere "konuk işçi" etiketiyle satılan yüzbinlerce insanımızın dramıdır söz konusu olan.
Bittabi, bu dramın da, tüm benzerlerinde olduğu gibi, kendi edebiyatını, kendi müziğini üretmesi kaçınılmazdı. İlk onyıllarda ifadesini sadece Türkçe'de bulan bu yaratıcılık, "konuk işçi"likten yerleşikliğe geçişle birlikte, özellikle de ikinci ve üçüncü kuşakların devreye girmesiyle farklı dilleri rahatlıkla kullanan evrensel bir boyuta ulaştı. Sadece edebiyatta değil, tiyatroda, sinemada da...
Dahası da var... 60'lı yıllarda Avrupa'ya Türk diye satılan işçilerin önemli kısmı daha sonraki yıllarda etnik kimliklerine sahip çıktılar... Sadece Türkçe ya da Almanca, Fransızca, İngilizce ürün vermekle kalmadılar, küllenmeye mahkum edilen kendi ana dillerinde, Kürtçe, Ermenice, Süryanice eserler verdiler.
*
Panelin konusuna dönelim: "50 yıl sonra göçmen edebiyatı mı, sürgün edebiyatı mı?"
Oldum olası bu göçmen-sürgün ayrımından rahatsız oldum.
Bir insan, hangi nedenle olursa olsun, doğduğu, büyüdüğü, kişiliğini bulduğu topraklardan zorla kopartılmışsa, göçmen değil sürgündür.
1961 göç anlaşması imzalandıktan sonra, yaşam güvencesi bulmak için göçmen devşirme bürolarının önünde kuyruk yapan insanlarımızın, dişlerinden erkeklik ya da dişilik organlarına kadar herşeyiyle nasıl kontroldan geçirildiklerini, "defosuz mal" niyetine nasıl satıldıklarını yakından izledim.
Ve de 1971'den beri siyasal sürgünüm...
Ragıp'la her Avrupa'ya gelişinde üzerinde en çok tartıştığımız konulardan biri bu...
Ben 1971'de beri siyasal sürgünle ekonomik göçün içiçe geçmişliğini belgelemekteyim.
Ragıp daha da gerilere giderek, arşivlerin tozlu raflarından Ermeni, Asuri, Elen, Kürt soykırımlarının, bunların uzantısı olan tehcirlerin, siyasal sürgünlerin belgelerini, her türlü riski göze alarak yayınlıyor.
Bu, bizim 60'lı yıllarda Ant'la başlayıp daha sonra sürgünde İnfo-Türk'te, Türkiye'deyse sevgili Ayşe'nin de birinci derecede katkısıyla Belge Uluslararası Yayıncılık'ta sürdürülen bir kavganın onur verici sayfalarıdan biri.
1961 resmileştirilen göç miladı... Ya onun öncesi?
1915 soykırımı... Cumhuriyet döneminde ardarda gelen Kürt soykırımları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, 27 Mayıs, 12 Mart, Kahramanmaraş, Çorum, 12 Eylül Darbesi...
Ve de günümüzün yeşil faşist darbeleri...
Göçmen tarihi, göçmen edebiyatı.
50 yılla sınırlanabilir mi?
*
2005, Ermeni soykırımının 90. yıldönümüydü.
Belçika'daki Ermeni, Asuri ve Kürt kuruluşlarıyla birlikte düzelediğimiz anma toplantılarına TC Büyükelçiliği'nin Atatürkçüsü ve İslamcısıyla tüm dernekleri seferber ederek gösterdiği tepkiyi unutmuyorum.
Dersim soykırımını anıp da hesap sorulmasını istediğimizde başlatılan isterik linç kampayalarını da...`
Beş yıl önce. Göçün 45. yılında tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Belçika'da da bir dizi etkinlikler düzenlenmiş, Türk göçmenlerin Avrupa'ya gelişi, Osmanlı'nın Viyana kuşatmalarında başarılamayan Türk-İslam fütuhatının yeni ve zafere yazgılı yeni aşaması olarak kutsanmıştı.
Belçika'daki Ermeni, Asuri ve Kürt kuruluşlarıyla birlikte 2006'da bir dizi etkinlik düzenleyerek Anadolu'dan Avrupa'ya, Amerika'ya, Uzak Asya ve Okyanusya'ya bitip tükenmez göçün devlet terörüden, ulusal ve dinsel baskılardan, ırkçı uygulamalardan kaynaklanan nedenlerine dikkati çekmiştik.
Beş yıldır pek de değişen bir şey yok.
Türkiye düşün ve yayın yaşamı artık Türk Devleti'nin dayattığı gülünç tarih düşmeleri aşmalı, göç olgusunun siyasal ve etnik kökenlerine ulaşmalı, bunları cesaretle ortaya koymalıdır.
Avrupa devletlerinin kimi oportünist yöneticileri, soykırım kurbanı Ermeni, Asuri, Elen ve Kürt halklarının tarihsel gerçekleri tanıma istemlerini misli görülmemiş bir iki yüzlülükle görmezlikten gelirken, "seçmenleştirilmiş" Türklerin oylarını alma hesabı uğruna Türk-İslam sentezinin Avrupa Birliği topluluklarında hızlı tırmanışı karşısında sessiz kalıyor, aşırı milliyetçi, dinci, cemaatçi, Atatürkçü yapılanmalara her türlü desteği vermekte tereddüt etmiyor.
İşimiz zor.
Anadolu çıkışlı göçü, sadece ekonomik değil aynızamanda etno-sosyolojik ve siyasal boyutlarıyla en küçük ayrıntılarına kadar irdeleme, günışığına çıkartma zamanıdır. Anadolu ezeli ve ebedi sürgün toprağıdır. Bu toprak iyi deşilmelidir.
Demokrasi ve barış kavgası veren tüm kişilerin ve örgütlerin öncelikli görevlerinden biri de bu olmalıdır.
Darbesiz darbeler...
Doğan Özgüden
March 2012
40 yılı aşkın bir süredir, hangi koşulda olursa olsun, Türkiye’de zaten sınırlı olan görece özgürlüklere ilk tırpanın vurulduğu 12 Mart 1971 darbesinin her yıldönümünde bir döküm yapmak bizim için sürgün yaşamının bir kaçınılmazıdır. Bizleri vatansızlaştıran 12 Eylül 1980 Darbesi’nin yıldönümü de öyle. İçimiz kan ağlayarak bir şeyler yazmak, acıları anımsatmak, bunların tekrarlanmaması için uyarılarda, önerilerde bulunmak.
Ama bir nevi ritüel haline gelen bu anımsatmaları her yıl tekrarlamanın giderek anlamsızlaştığını hissediyorum.
Anlamsızlaşıyor, çünkü sözümona parlamenter rejim görüntüsü altındaki yeşil çoğunluk diktası, bir zamanlar militarist darbelerin dayattığı insan hakları ihlallerini misliyle tekrarlamakta. Hapishaneler tıkabasa dolu, yeni zındanlar yapılıyor.
Bir yılı aşkın süredir demir parmaklıklar arkasında bulunan dört gazeteci uluslararası kurumların yoğun baskısı sonucunda tahliye edilebildi, ama tahliye edilenlerden Ahmet Şık’ın da açıkladığı gibi, Türkiye hapishanelerinde hâlâ 100’den fazla gazeteci, 600 civarında üniversite öğrencisi, 6 binin üzerinde KCK tutuklusu var.
Kürt ulusal hareketinin lideri Öcalan yüzbinlerin protestolarına ve açlık grevlerine rağmen aylardır tecritte.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı sadece geçtiğimiz Şubat ayında 963 kişinin gözaltına alındığını, 168 kişinin de tutuklandığını bildiriyor.
Türk Ordusu tarafından işlenen Roboski katliamını ve Pozantı Hapishanesi rezaletini kamuoyuna ilk kez duyuran DİHA haber ajansı, bu yürekli haberciliğinin bedelini hemen her gün bir başka gazetecisini demir parmaklıklar ardına uğurlayarak ödüyor.
Türkiye sadece gazetecilerin doğruları yazdıkları için zındanlara atıldığı bir ülke de değil… Emekçi gazetecilerin her türlü sosyal güvenceden yoksun, ecir gibi çalıştırıldıkları bir beyin sömürüsü diyarı olarak da ünleniyor.
Bir zamanlar Türkiye’nin tüm gazete, dergi ve ajanslarında örgütlü olan Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın son kalesi de çökmek üzere. Başbakan Erdoğan’ın bir yakın adamının Anadolu Ajansı genel müdürlüğüne getirilmesinden sonra çalışanlar sendikadan istifaya zorlanıyor, istifa etmeyenlerin işlerine son veriliyor. Sendika başkanı Ercan İpekçi bu durumu protesto için açlık grevine başlıyor.
50 bin kişilik bir sektör haline gelen medya işkolunda basın emekçilerinin yarısı zaten yıllardır kayıt dışı çalıştırılıyor. 2001 ekonomik krizinden bu yana binlerce kontratlı gazeteci tasfiye edilmiş, taşeron gazetecilik almış başını gidiyor. Toplu pazarlık, toplu sözleşme gibi en temel sosyal haklar ayaklar altında.
Medya patronlarıysa, gazetecilikle bağdaşmayacak bir sürü sektördeki çıkar ilişkileriyle giderek iktidara göbekten bağlı durumda.
Tüm bu curcuna içinde, “bireysel pazarlık” gücüne sahip ünlü bazı köşe yazarlarının, program yapımcılarının, iktidarı rahatsız eder hale gelince birdenbire kendilerini kapı önünde bulmaları artık şaşırtıcı değil.
Evet, bu da insan haklarının bir başka boyutu… Gazeteci tutuklamalarını, mahkumiyetlerini ülkemden 3 bin kilometre uzakta içim kan ağlayarak izlerken olayın bu sosyal boyutu, Türkiye’de gazetecilerin sendikal örgütlenmesini yarım yüzyıl yıl önce başlatanlardan biri olarak yüreğimi dağlıyor.
Bu baskılar, insanlık dışı uygulamalar Türkiye coğrafyasıyla da sınırlı değil. Kürt halkının haklarını savunan gazetecileri, aydınları, siyaset adamlarını tutuklatan iktidarın sindirme, susturma kampanyası ülke sınırlarını da aşıyor…
Yıllardır tüm engelleri yenerek sadece Kürt halkına değil, Türkler de dahil Türkiye’nin tüm insanlarına sansürsüz, doğru haber veren Roj TV de, Ankara’nın Avrupa’daki cürüm ortaklarının baskı ve komplolarıyla bir süre susmak, mücadelesini başka isim altında ve başka bir formatta sürdürmek zorunda kalıyor.
Türkiye demokratikleşmiyor, Türkiye yeni bir karanlık döneme doğru hızla yol alıyor.
Artık bir komediye dönüşen Ergenekon operasyonları bir yana, İslamcılarla askeriyenin ilk baştaki iktidar çekişmeleri de artık yerini Türk-İslam Sentezi temelinde yeni uyuşumlara bıraktı: İçte gözü dönmüş bir Türk milliyetçiliği, dışta Osmanlı modeli yayılmacılık.
Türk televizyonlarında, sinemalarında Osmanlı’nın ihtişamını göklere çıkaran dizilerden, filmlerden geçilmiyor.
Tekrar üç kıtaya hükmeden bir bölgesel süpergüç olma hedefi, militaristini de, islamcısını da, kapitalistini de, medya derebeylerini de birbirine kenetliyor.
“Terörizmle mücadele” adı altında askeri harcamalara, silahlanmaya milyarlar ayrıldıkça, askeri kurumlar Meclis denetiminden dahi muaf tutuldukça, askerin diyeceği zaten fazla bir şey yok. Yeter ki içeride ve dışarıda yeni düşmanlar yaratılsın, Kürt dünyasına, Kıbrıs’a, Yunanistan’a, Ermenistan’a sürekli tehditler savrulsun, “sıfır sorun” politikası rafa konulup ABD’nin ve NATO’nun tezgahladığı senaryolarda “esas oğlan” oynansın.
Bu nedenledir ki, Türkiye’nin giderek islamcı bir karanlığa sürükleniyor olması Batı’nın pek de umurunda değil… Yeter ki çıkar birliği devam etsin.
Birkaç gün önce Anderlecht Belediyesi’nde Faslı bir islamcı Şiilere ait bir camiyi ateşe verdi, imamın ölümüne neden oldu. Sanki böyle bir şey ilk kez vuku bulmuş gibi, kıyamet koptu. Sayfalarca, dakikalarca röportajlar, yorumlar…
Geçen on yılda Brüksel’deki Kürt, Asuri, Ermeni derneklerinin, işyerlerinin Türk-İslamcılar tarafından nasıl ateşe verildiği çoktan unutuldu.
Ya 37 kişinin canını alan Sivas Katliamı ?
Tam da bu cami yangınının tartışıldığı günlerde Türk adaleti, üzerinden 18 yıl geçtikten sonra korkunç Sivas katliamını “zamanaşımı” gerekçesiyle hasıraltı ediyor, Batı medyası olayı görmezden geliyor.
Kaldı ki, Belçika’da islam gericiliğini azdıranların başında Türk Devleti’nin ve Fas Krallığı’nın kurdurduğu dinsel kurumların bulunduğunu bilmeyen yok. Avrupa’da islamiyeti resmi dinlerden biri olarak tanıyan ilk devlet Belçika. Ülkedeki islam toplumunun kendi kendini demokratik biçimde yönetmesi için devlet desteğiyle kurulan Belçika Müslümanlar Kurulu tamamen bu iki devletin kontrolu altında.
Arap Baharı’ndan sonra Tunus, Libya, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesini el altından destekleyenlerin başında Türkiye’deki islamci iktidar gelmiyor mu ? Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Suriye ile ilişkiler iyice gerilmeden önce Beşir Esed’e Müslüman Kardeşler’i hükümete almasını ısrarla tavsiye ettiği unutuldu mu ?
Türk-İslam yayılmacılığının ne boyutlara ulaştığını görmek için Belçika’ya, Avrupa’nın başkenti Brüksel’e şöyle bir göz atmak yeterli.
TC Büyükelçiliği’ne bağlı Türk Diyanet Vakfı’nın, onun doğrudan kontrol ettiği camilerin, milliyetçi-islamcı derneklerin yanısıra Fethullah Gülen’cilerin dernekleriyle, okullarıyla, işadamı örgütleriyle, kültür merkezleriyle yepyeni bir Türk lobisi oluşuyor.
Lobi öylesine güçlü ki, Belçika’nın en eski ve en prestijli üniversitelerinden biri olan Leuven Katolik Üniversitesi’nde büyük törenlerle Fethullah Gülen kürsüsü açılıyor. Gülen’cilerin her etkinliğinde Büyükelçi başta olmak üzere tüm Türk derneklerinin temsilcileri hazır ve nazır. En modernist Türk Internet sitelerinde dahi Gülen’ci etkinliklerin övgüsünden geçilmiyor.
Avrupa Parlamentosu salonları sık sık Gülen’cilerin “kültürlerarası şov”larına sahne oluyor. Yakın tarihe kadar olup biten kıyımlar, tehcirler yok sayılarak müslüman Türkiye’de dinsel azınlıkların ne denli güvenlik ve eşitlik içinde yaşadıkları propagandası yapılıyor.
AKP’liler bir yana , Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun özel olarak görevendirdiği CHP temsilcileri de bu etkinliklerin onur konukları arasında rahatlıkla yerlerini alıyor.
Ya Belçikalı politikacılar ? Türk kökenli olanları zaten yıllardır Ankara’nın Brüksel’deki Truva atları… Belçika kökenli olanlarıysa, hristiyanı, sosyalisti, liberaliyle, seçimlerde Türk seçmenlerin oyunu almak hesabıyla her daim Türk-İslam lobisinin hizmetinde…
Bu sonbaharda tüm Belçika’da belediye seçimleri var… Özellikle Türk kökenli seçmenlerin yoğun bulunduğu Schaerbeek, Saint-Josse gibi belediyelerde al gülüm-ver gülüm pazarlıkları şimdiden başlamış durumda.
Evet, geçmişte yaşadığımız askeri darbeleri hiç unutmamak, sürekli anımsamak ve de anımsatmak, kırk yıllık siyasal sürgün olarak boynumuzun borcu.
Ama artık darbesiz darbeler döneminden geçtiğimizin bilincinde olarak, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbecilerine nasıl direndiysek, İslamist darbecilere aynı kararlılıkla direnerek…
*
Tam da darbenin 41. yıldönümünde, Cumhuriyet Gazetesi'nin 12 Mart 2012 tarihli sayısında yayınlanan bir haberde CHP İzmir Milletvekili Hülya Güven’in yurtdışındaki darbe yasaklısı aydınların dönmesine yönelik bir soru önergesi vererek “siyasal sürgünler için af” çıkartılmasını istediği yazıldı.
Bunun üzerine Sayın Güven’e şu mesajı gönderdik:
“Gösterdiğiniz duyarlığa teşekkür ediyor, ancak ‘sürgünler için af’ talebini kesinlikle reddediyoruz.
“Biz, Doğan Özgüden ve Inci Tugsavul, 12 Mart 1971 Darbesi'nden sonra hakkımızda açılan sayısız davalar ve askeriyenin tehditleri nedeniyle siyasal sürgüne çıkmak zorunda kalmış sosyalist gazetecileriz.
“Türkiye'deki faşizan rejimi yurt dışında teşhir ettigimiz ve buna karşı mücadele yürüttüğümüz için 12 Eylül 1980 Darbesi'nden sonra da, bugün darbe suçlusu olarak yargılanan General Kenan Evren'in ‘kansızlar’ suçlamasıyla vatandaşlıktan atıldık.
“Bunların ayrıntıları, Belge Yayınları tarafından yayınlanan ‘Vatansız’ Gazeteci adlı bin sayfalık iki ciltte ve de yönetmekte oldugumuz İnfo-Türk Ajansı'nın sayfalarında fazlasıyla mevcuttur.
“Kaldı ki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın dış ilişkiler başdanışmanlığını yapan Fuat Tanlay'ın Brüksel'de T.C. Büyükelçisi iken yaptığı kışkırtmalar üzerine başlatılan linç tehditlerinin vahimliği karşısında Belçika Devleti bizleri korumaya almak zorunda kalmıştır.
“Biz Türkiye'deki faşizan rejimden hiçbir zaman af dilemedik ve özel bir lutuftan yararlanarak ülkemize dönmeyi asla düşünmedik.
“Bu konuda düşündüklerimiz, halen hapiste bulunan Ragıp Zarakolu'nun bizimle yaptığı ve 27 Eylül 2011 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanan röportajda net olarak belirtilmiştir.
“80'e merdiven dayamış sosyalist gazeteciler olarak af dilemiyoruz, bizleri ve bizim gibi binlerce yurttaşı sürgüne zorlayanların, onlara hâlâ tehdit uygulayanların af dilemesini ve tüm sürgün arkadaşlarımızın, Türk, Kürt, Ermeni, Asuri ayrımı olmaksızın, onurlu bir biçimde dönmelerini sağlayacak gerçekten demokratik bir düzenin Türkiye'de egemen olmasını olmazsa olmaz koşul olarak görüyoruz.”
Avrupa'daki barış hareketimizin yakın hedefleri
Doğan Özgüden
Mayıs 2012
Karamsarlıklar ve iyimserlikler gelgiti içinde sürekli çalkanan Türkiye’de varlığını ve mücadelesini büyük zorluklar içinde yürütebilen girişimlerin başta gelenlerindendir barış hareketi. 50’li ve 70’li yıllarda kurulan barış derneklerinin nasıl yokedildiklerini bilmeyen yok.
Hadi ikincisini asker yoketmiştir, ya birincisi? Onun celladı da cumhuriyet tarihinde ilk kez "demokrasi" vaadleriyle halkın ezici çoğunluğunun oyunu alarak iktidar olur olmaz NATO'ya kapağı atabilmek için Kore'ye bir tugay gönderen sivil DP iktidarı değil mi?
Şaşırtıcı da değil. Her iki barış girişimi de ABD emperyalizminin sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada kurduğu askeri egemenliğe karşıydılar. Yeryüzünde iki süper gücün kıyasıya savaştığı bir ortamda Türkiye'nin kapılarını ABD üslerine, onun çokuluslu şirketlerine, ajanlarına, ideolojik koşullandırma kurumlarına sonuna kadar açan iktidar, sivil de olsa, efendisinin emrine itaat edecek, imha emrini tereddütsüz yerine getirecekti.
70'li yılların barış hareketinin tüm demokratik örgütlenmeler ve girişimler gibi yokedileceğinin işareti, 1 Mayıs 1977 Taksim kırımıyla verilmişti. Bir anımsatma… Türkiye Barış Derneği, aynı yılın Nisan'ında kurulmuş, bir kaç hafta sonra da tüm demokratik ve sendikal örgütlerle birlikte 1 Mayıs yürüyüşüne ve mitinge katılmıştı.
O gün kırım neden oldu, kimler tahrik etti, kimler ateş etti? Yıllarca sonra ilk kez sol kamuoyunda da tartışılıyor. Türk devletinin bu faciadaki sorumluluğunu gözardı etmeden, devleti aklamaya yeltenmeden, olayın tüm veçheleriyle tartışılmasında kuşkusuz yarar var.
Bugün barış hareketinden, onun geçmişinden bahsediyoruz.
Çeşitli ve hattâ birbirini nakzeden tanıklıkların ortaya koyduğu bir gerçeklik, o günlerde solun çeşitli kümelenmeleri arasında ideolojik çekişmelerin giderek husumet ve hattâ siyasal şiddet boyutuna ulaşmış olduğudur. Bunun Avrupa uzantıları da fazlasıyla yaşandı.
İşçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs'ta, DİSK yönetimini elinde tutan, Türkiye Barış Derneği'nin de yakın olduğu bir siyasal çizginin kendinden olmayan grupların alana girmesini yasaklaması, buna tepki olarak bazı karşı grupların silahlanarak meydana zorla girmeye kalkışmaları, devletin karanlık güçlerinin de bu ortamdan yararlanarak ortalığı kan gölüne çevirmeleri Türkiye sol hareketi tarihinin en karanlık sayfalarından biri olarak anılacaktır.
Evet, 1977'nin 1 Mayıs kutlamasında Türkiye barış hareketi ilk kez örgütlü olarak yeralmıştır, ama solun kendi içinde dahi barış yoktur.
Aradan çeyrek yüzyıl geçtikten sonra ise durum tamamen farklıdır.
Bu yılın 1 Mayıs'ı aynı Taksim Alanı'nda, hiçbir sol fraksiyonun dayatmaları olmadan, hiçbir siyasal grup, hiçbir demokratik girişim dışlanmadan, "sivil toplum"un tüm renklerinin katılımıyla özlenen biçimde, gerçekten barışçıl bir bayram havası içinde kutlanmıştır.
25 yıl öncesine göre önemli bir farkı daha gözden uzak tutmamak gerek.
O sırada Türkiye barış hareketinin öncelikli sorunu süper güçler arasında süregelen soğuk savaşta ABD emperyalizminin dayatmalarına karşı mücadele vermekti. Bugün Türkiye barış hareketinin ana sorunu, ABD'nin dayatmalarına ve özellikle de Ortadoğu bölgesindeki komplolarına karşı yine de uyanık olmakla beraber, daha da önemlisi, Türk Devleti'nin kendi nüfusunun önemli bir kesimine karşı yürüttüğü kirli savaşı sona erdirebilmektir.
Başta İstanbul olmak üzere Türkiye'nin tüm metropollerindeki 1 Mayıs gösterilerinde Kürt ve Türk barışseverleri omuz omuza, sloganlarıyla, türküleriyle, danslarıyla bu barışçıl özlemi dile getirmişlerdir.
1 Mayıs'ın hemen ardından Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarının 40. Yıldönümü dolayısıyla yapılan anma törenlerinde de vurgulanan bir istemdir bu.
Bazı çevreler nasıl 25 yıl önceki 1 Mayıs kırımını solcuların sırtına yıkmaya çalıştılarsa, bu yıldönümünde de Deniz ve arkadaşlarının "Kemalist" olduğunu, hattâ cuntalarla işbirliği yaptığını kamuoyuna kabul ettirebilmek için ellerinden geleni artlarına koymadılar.
Şurası bir gerçek ki, Türk solu 20'li yıllardan beri Komintern ve onun disiplinindeki Türkiye Komünist Partisi tarafından Kemalizm'in destekçiliğine koşullandırılmıştı. 60'lı yıllarda kurulan Türkiye İşçi Partisi'nin programı ve liderlerinin konuşmaları da Atatürkçüleri güvenilir güçler arasında saymaktaydı.
Türkiye'de gelişen devrimci gençlik hareketinin de bundan etkilenmiş olması hiç şaşırtıcı değil.
Kaldı ki, Türkiye İşçi Partisi'nin 1964 yılındaki ilk büyük kongresinde aldığı kararlarla gençlik kollarına güvensizlik göstererek yönetime katılımlarını reddetmesi de gençliğin Kemalist ve cuntacı güçlerin etki alanına düşmesinde büyük rol oynadı.
Tüm bunlara karşın Deniz'ler 60'l yılların sonlarında bu koşullandırma cenderesini büyük bir cesaretle paramparça ederek işçi sınıfının ve de Türk ve Kürt halklarının ortak mücadelesinde saf tuttular, bu kararlılığı idam sehpasında da haykırdılar.
Deniz'in bu haykırışı, 40 yıl sonra kitlesel, örgütsel ve düşünsel bir güce dönüşmüş bulunuyor. Hem de "demokrasi" türküleriyle iktidara gelen Tayyip Erdoğan'ın giderek daha somutlaştırdığı ve anayasa değişikliğiyle kurumsallaştırmaya çalıştığı yeşil totalitarizmin binlerce Kürt seçilmişini, siyasetçisini, düşünürünü zındanlara atmasına rağmen...
Bu satırları yazarken Türkiye'de Halkın Demokratik Kongresi (HDK)'nin yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimlere müdahale edecek bir parti kurulması kararı aldığı haberi geldi. Kararda, "HDK, Türkiye’deki düzene yönelik bütün itirazları gerçek bir muhalefet zemininde birleştirmek, toplumsal muhalefetin sesi ve kürsüsü olmak, bunu bir iktidar alternatifi olarak güçlendirmek, özgür, demokratik ve eşitlikçi bir Türkiye’nin mümkün olduğunu gösterebilmek durumundadır," deniyor.
Gerçekten de Türkiye demokrasi ve barış güçleri yeniden zorlu bir mücadele dönemine giriyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde iddialı olunamasa da, 2014 belediye ve 2015 milletvekili seçimlerinde bir parti ya da bir partiler bloku çevresinde kenetlenecek demokrasi ve barış güçleri önemli mevziler elde edebilir.
Yurt dışında bulunan demokrasi ve barış güçleri açısından önemli bir yeni gelişme de, önümüzdeki seçimlerde yurt dışındaki vatandaşların oy kullanma olanağına kavuşuyor olmaları.
Ta 70'li yıllarda bir yandan göçmenlerin bulundukları ülkelerde seçme ve seçilme haklarına kavuşmaları için mücadele yürütürken, öte yandan da Türkiye'yle bir dizi hayati bağları olan göçmenlerin ve ailelelerinin Türkiye'deki seçimler için yurt dışından oy kullanma olanağını kazanabilmeleri mücadelesi veriyorduk.
Ecevit'ten başlayarak yıllardır Avrupa'ya gelip giden tüm iktidar mensupları en kısa zamanda bu hakkın sağlanacağına dair söz verdikleri halde bu vaadler asla gerçekleştirilmedi.
Çeşitli Avrupa seyahatlerinde yurt dışındaki göçmenlerin kendisini ve partisine destekleyeceklerine kanaat getirmiş olmalı ki, Erdoğan'ın dayatmasıyla Millet Meclisi nihayet Türkiye'deki seçimler tüm vatandaşların bulundukları ülkelerde oy kullanma hakkını ilkesel olarak kabul etti.
Ayrıntılarını henüz bilmiyoruz ama, seçim barajının hâlâ yüzde 10 olduğu bir devletin başka ülkelerdeki yurttaşlarının oy kullanabilmeleri barajın zorlanması açısından stratejik bir önem taşıyor.
Türkiye Barış Meclisi'ne olduğu gibi, Avrupa Barış Meclisi'ne de bu bakımdan büyük görevler ve sorumluluklar düşüyor.
TC vatandaşlığını yitirmemiş olan Asuri, Ermeni, Kürt ve Türk kökenli göçmen ve sürgünlerin, Türkiye'de gerçekten barışçıl ve demokratik bir mücadele veren partiye oy vermelerinin sağlanması için şimdiden seferber olunması gerekiyor.
Böylesi bir seferberlik, sadece Türkiye'deki seçimler açısından değil, göçmen ve sürgünlerimizin yoğun yaşadıkları ülkelerin seçimleri açısından da yaşamsal önem taşıyor.
Şu ana kadar TC devlet lobisinin hizmetinde parlamentolara, belediye meclislerine, hattâ bölge hükümetlerine giren Türk kökenli politikacıların yanıltıcı, inkarcı beyan ve uygulamalarına karşı, Asuri, Ermeni, Kürt ve Türk kökenli demokrat göçmen ve sürgünlerin bir ağırlık koyma zamanı geldi geçiyor.
3. Kongresi'nden daha bir güçlenmiş olarak çıkacağına inandığım Avrupa Barış Meclisi'nin gelecek dönemdeki faaliyet programının öncelikli maddelerinden biri, Türkiye ve Avrupa seçimlerinde demokrasiden, özgürlükten, eşitlikten ve barıştan yana olan örgüt ve kişilerin etkinlik ve başarı sağlamasına katkıda bulunmak, Türkiyeli tüm demokratik örgütleri bu yönde duyarlı kılmağa çalışmak olmalıdır.