Yarım asırlık sürgün (1)
Doğan Özgüden, 1960’lı yılların efsanevi genel
yayın yönetmeni, gazetecisi. Ant dergisinin ve Ant Yayınları’nın
kurucusu… Kimsenin pek konuşmadığı dönemlerde Kürt konusunda tavrını
çok net ortaya koymuş bir gazeteci. Türk ordusunu ilk onlar teşhir
etti. Farklı ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerini anlatan
kitapları ilk onlar bastı. Hakkında 300 yıla yakın hapis cezası istenen
Doğan Özgüden ve eşi İnci Tuğsavul’u yarım asırdır sürgündeler.
‘Türkiye’yi bir kez daha görebileceğimi sanmıyorum. Herhalde gurbeti
içimde taşıyarak kopacağım bu dünyadan’ diyen Doğan Özgüden ve İnci
Tuğsavul ile konuştuk. Söyleşimiz iki gün sürecek.
İSMET KAYHAN
(Yeni Özgür Politika. 7 Mart 2019)
http://yeniozgurpolitika.net/yarim-asirlik-surgun/
Anımsayabildiğim kadarıyla 19. yüzyılın başlarında Amerikan ordusu
içinde bir generalin düzenlediği komploya adı karışan genç subay Nolan
askeri mahkemeye sevkedilir. Ordudaki disiplinden, saçmalıklardan ve
sorgulamada karşılaştığı kötü muamelelerden öylesine gına getirmiştir
ki, karar aşamasında ABD’ye ihanetten sanık olarak son sözü
sorulduğunda,
– Allah belasını versin bu Birleşik Devletler’in. ABD’nin adını bir
daha asla duymak istemiyorum, diye bağırır.
Bunun üzerine askeri mahkeme kendisini ABD topraklarına ömrünün sonuna
kadar bir daha hiç ayak basmayacak biçimde açık denizdeki Amerikan
gemilerinde yaşamaya mahkum eder. Donanmanın tüm mürettebatına da,
Nolan’la konuşurken ABD’nin adını anmak kesinlikle yasaklanır. Nolan’ın
içinde bulunduğu bir gemi karaya yanaşmadan önce Nolan’ı açık denizde
bir başka gemiye devretmek zorundadır. Nolan’ın doğduğu topraklara bir
daha ayak basmadan, doğduğu ülkenin adını hiç duymadan açık denizlerde
bir gemiden öteki gemiye devredilerek sürdürdüğü 55 yıllık sürgün
yaşamı yine bir gemide vatansız olarak son bulur.
Çocukluk yıllarımda okuduğum yüzlerce roman ya da hikayenin
kahramanları arasında Nolan’ın belleğimden asla silinmeyecek bir yeri
vardı. Tam yarım yüzyıl sonra Türk devleti tarafından vatansız ilan
edildiğimde ilk düşündüğüm Nolan’dı.”
Bu sözler, Doğan Özgüden’in ‘Vatansız Gazeteci’ adlı kitabından. Doğan
Özgüden, tam 48 yıldır sürgünde yaşıyor. Nolan gibi ‘vatansız’ bir
gazeteci, eylem adamı. Türk devleti onu ve eşi İnci Tuğsavul’u sadece
sürgüne zorlamak, ardından da “vatansız” kılmakla kalmadı. Belçika’daki
yaşamlarını, çalışmalarını sabote etmek için büyükelçiliğiyle,
konsolosluğuyla, faşistleriyle, dernekleriyle Doğan Ağabey’i ve İnci
Abla’yı susturmak için her türlü yöntemi denediler. Ama başaramadılar.
Onlar faşizme karşı daha fazla mücadele ettiler, daha fazla çalıştılar.
Doğan Özgüden, 1960’lı yılların efsanevi genel yayın yönetmeni,
gazetecisi. Ant dergisinin ve Ant Yayınları’nın kurucusu… Kimsenin pek
konuşmadığı dönemlerde Kürt konusunda tavrını çok net ortaya koymuş bir
gazeteci. Türk ordusunu ilk onlar teşhir etti. Farklı ülkelerdeki
ulusal kurtuluş mücadelelerini anlatan kitapları ilk onlar bastı.
Hakkında 300 yıla yakın hapis cezası istenen Doğan Özgüden ve eşi İnci
Tuğsavul’u yarım asırdır sürgündeler. ‘Türkiye’yi bir kez daha
görebileceğimi sanmıyorum. Herhalde gurbeti içimde taşıyarak kopacağım
bu dünyadan’ diyen Doğan Özgüden ve İnci Tuğsavul ile konuştuk.
Söyleşimiz iki gün sürecek.
Tam 47 yıl oldu, sürgünlük hayatınız. Sürgüne çıkanlar bir süre sonra
ülke sorunlarıyla, siyasetle ilgilenmiyorlar. Kimisi ‘kaçış’, kimisi
‘özgürlük’ olarak değerlendirirken sizin ve İnci Ablanın sürgünlüğü bir
meydana okumaya dönüştü… Bu meydan okumayı nasıl yaptınız?
Hemen başta söyleyeyim… Ben gurbeti ta çocukluk yıllarımdan itibaren
tanımış, acısını derinden yaşamış birisiyim… Babam demiryolu emekçisi
olduğu için Anadolu’nun ıssız ara tren istasyonlarında görevliydi… Bu
nedenle ilkokul öğrenimim sırasında beni tüm ders yılında uzak köy ya
da kentlere gönderirlerdi. Aileden uzak farklı farklı yerlerde yaşamaya
ve tek başıma başarmaya o yıllardan talimliydim…
Tabii ki yurt dışı sürgünü çok farklı. Sosyalist gazeteciler olarak
hakkımızda yüzlerce yıl hapis talep edildiği, sıkıyönetim tarafından
“Teslim ol” çağrılarıyla arandığımız için ülkeyi 1971 Mayıs’ında sahte
pasaportla terketmek zorunda kaldık. Yönetiğimiz Ant Dergisi’nin yazı
kurulunda cuntaya teslim olmaktansa yurt dışına çıkıp orada yıllardır
ilişkide olduğumuz yazar ve okurlarımızla, Avrupalı siyasetçi ve
gazetecilerle ilişki kurarak cuntaya karşı uluslararası direnişe katkı
sağlamamız gerektiğini kararlaştırmıştık. Dediğiniz gibi bu gerçekten
bir meydan okumaydı… Yarım yüzyıla yaklaşan sürgünümüzde bizleri ayakta
tutan inançlarımıza bağlılık ve üstlendiğimiz sorumlulukların gereğini
en zor koşullarda dahi yerine getirme kaygısı oldu.
Hasret ve uzaklığa aldırmadan kavgaya tutuşmak, kavgayı Avrupa’nın
başkentinde yapmak kolay oldu mu?
Sürgünümüzün ilk iki yılı sadece Avrupa başkentinde değildik…
Demokratik direnişin örgütlenmesine katkı sağlamak için Belçika,
Almanya, Hollanda, Fransa, İsveç, Danimarka ve Norveç arasında mekik
dokuduk. Demokratik direniş örgütlenmesine gereken katkıyı yaptıktan
sonra Türkiye’ye yine kaçak yollardan girmeyi düşündüğümüz için iltica
talep etmemiştik.
Sınır ve gümrük kontrollerinin bugüne göre çok sıkı olduğu o dönemde en
büyük zorluk sahte pasaportla seyahat etmekti… Bu süre içerisinde ana
hedef olarak, Türkiye’nin anti-demokratik uygulamaları devam ettirdiği
sürece Avrupa Konseyi’nden dışlanmasını sağlamayı seçmiştik. Bu
çalışmaları hep sahte pasaportla, Mehmet ve Hacer takma adı altında,
yürütüyorduk.
Ancak yayınladığımız belgeler nedeniyle Türkiye’nin Avrupa Konseyi
Parlamenterler Meclisi’nden dışlanması gündeme geldiğinde,
Strasbourg’ta Türkiye delegasyonu başkanı Turhan Feyzioğlu gerçek
isimlerimizi vererek bu çalışmaların Türkiye’den kaçmış komünistler
tarafından yürütüldüğü ihbarında bulundu. Bunun üzerine bize
çalışmalarımızda destek olan Hollandalı milletvekili Piet Dankert, ki
yıllarca sonra Avrupa Parlamentosu başkanı olacaktı, Türk polisiyle
başımız dertteyken bir de Avrupa polisiyle başımızın derde girmemesi
için artık siyasi sığınma isteyerek legale çıkmamız gerektiğini söyledi.
Bunun üzerine 1973 yılı başında Hollanda’nın Zaandam kentinde siyasi
sığınma talebinde bulunduk. Talebimiz kısa zamanda kabul edildi. İlk
iki yıl illegaldeyken hiçbir yerden yardım almadık. Kaçak çalışarak,
tercüme gibi işler yaparak geçimimizi sağlamaya çalıştık. İnci’nin anne
ve babası da, emekli olmalarına rağmen, maddi bakımdan zaman zaman
yardımcı oldular. Hollanda’da siyasal mülteci olduktan sonra
çalışmalarımızı Avrupa’nın merkezinde yürütmek amacıyla Brüksel’e
yerleşmeye ve İnfo-Türk’ü kurumlaştırmaya karar verdik.
Ancak bu dönemde Türk devletinin Belçika hükümeti nezdinde yaptığı
baskılar nedeniyle çok zor bir dönem yaşadık. Birleşmiş Milletler
mültecisi olduğumuz halde oturma ve çalışma izni taleblerimiz Belçika
Devlet Güvenlik dairesinin verdiği aleyhte raporlarla sürekli
reddedildi. Bu sırada kooperatif olarak kurduğumuz İnfo-Türk’ün
yayınlarını ancak Belçikalı arkadaşların sorumluluğu altında
gerçekleştirebildik. Bir ara da polis beni derdest ederek Belçika’dan
sınırdışı etti. Hollanda ile Belçika arasında sınır kontrolu olmadığı
için derhal geri dönerek çalışmalarımı illegal olarak sürdürdüm.
Bu arada Belçika’nın iki ulusal sendikası FGTB ve CSC’nin Türkiyeli
üyelerine seslenen Türkçe gazetelerini de biz hazırlıyorduk. Tekrar
sınırdışı edilmemiz gündeme geldiğinde, Türkiyeli işçilerle
ilişkilerinin kopmasından endişelenen bu sendikaların hükümete
yaptıkları baskı sonucunda Belçika’da oturma ve çalışma izni alabildik…
Sürgündeyken linç kampanyaları ve saldırılara maruz kaldınız. elçilik,
Türk lobisi ve MHP sizinle nasıl uğraştı?
Türk devletinin bize yönelik saldırıları ondan sonra da bitmedi.
Yaptığımız yayınlar ve katkıda bulunduğumuz örgütlenmeler nedeniyle
zaten sürekli tehditler alıyorduk. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yurt
dışında muhalefet sürdüren 200 kadar arkadaşımız gibi biz de 1983’te
vatandaşlıktan atıldık.
Bu yetmezmiş gibi, beş yıl sonra Brüksel’deki bir basın toplantısı
sırasında zamanın başbakanı Turgut Özal’a Türkiye’de insan haklarının
durumuyla ilgili rahatsız edici sorular sorduğumuz için vatandaşlıktan
atılma kararı 26 Mayıs 1988’de Başkonsolosluk tarafından gönderilen
iadeli taahhütlü mektupla ikinci kez tebliğ edildi. Vatandaşlıktan
atılanlara yapılan ortak suçlama, zamanın diktatörü Kenan Evren’in
defalarca ifade ettiği gibi, yurt dışında Türkiye aleyhinde faaliyet
gösteren “kansızlar” olarak görülmeleriydi.
1988’de tekrar vatansız bırakıldığımız bildirilince, önce Türkiye’deki
Danıştay’da bu kararın iptali için dava açtık. Ancak, Danıştay bu
davayı, MGK’nin kararları aleyhine dava açılamayacağı gerekçesiyle
usulden reddetti.
Bunun üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava açtık. Türk
devletinin mahkum edilmesi hukuken kaçınılmaz iken, Strasbourg’taki
davanın karara bağlanmasından birkaç gün önce, Türk Devleti
mahkumiyet yememek için 12 Eylül rejiminin çıkarttığı
“vatandaşlık kaybettirme yasası”nın iptal edildiğini açıkladı. Bunun
üzerine AİHM bizim davanın hukuki dayanağı kalmadığı gerekçesiyle
red kararı verdi.
Dava sürecinde Türk Hükümeti Strasbourg’a gönderdiği savunmasında benim
ve İnci’nin komünizm, bölücülük propagandası ve örgütlenmesi başta
olmak üzere Türk Ceza Yasası’nın bir çok maddesine göre suç işleyerek
vatandaşlıktan atılmayı hakettiğimiz yolunda savunma göndermişti.
AİHM’nin kararı üzerine üzerine, Türkiye’deki avukatımız Halit Çelenk
aracılığıyla Dışişleri Bakanlığı’na başvurarak Türkiye’ye dönmemiz
halinde, daha önce Strasbourg’a bildirdikleri ağır suçlamalardan dolayı
hakkımızda işlem yapılmayacağı, tutuklanmayacağımız konusunda yazılı
güvence verilmesini istedik. Maalesef o zamanki dışişleri bakanı Hikmet
Çetin ve de ondan sonra bakanlık yapan Mümtaz Soysal ve İsmail Cem bize
bu konuda güvence vermeyi reddettiler.
Mülteci seyahat belgesiyle Avrupa ülkeleri içinde dahi seyahat etmekte
güçlükle karşılaşıyorduk. Gazeteci olarak özellikle Avrupa Parlamentosu
ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin toplantılarını izlemek,
gerekirse Türkiye konusunda milletvekillerine bilgi vermek için
Strasbourg’a gitmek zorundaydım.
Fransız televizyonunda katıldığım bir açık oturumda Türkiye’deki
azınlıklara uygulanan baskıları açıkladığım için başta Hürriyet olmak
üzere bazı Türk gazeteleri Fransız Hükümeti’ne ‘’teröristleri
televizyonda konuşturma’’ suçlamasında bulunmuştu. Bu nedenledir ki,
Türk dostlarını tatmin etmek için Fransız hükümeti, üstelik de
Mitterrand döneminde, benim mülteci pasaportuyla Strasbourg’a
gitmemi reddetti.
Bu koşullarda yapacak başka bir şey kalmamıştı. Belçika pasaportu
alarak seyahat özgürlüğüne kavuşabilmek için İnci’yle birlikte Belçika
vatandaşlığı için başvuruda bulunduk. Müracaatımızdan sonra tam dört
yıl bize vatandaşlık hakkı tanımayı reddettiler. Belçika Kraliyet
savcılığı bizim Türkiye’li terörist örgütlerin toplantılarına
katıldığımız, Belçika toplumuna entegre olmadığımız gerekçesiyle
Meclis’e hakkımızda aleyhte görüş bildiriyordu. Oysa, bizim
yönettiğimiz eğitim merkezinde öğrenim gören birçok mülteci, benim ya
da İnci’nin “topluma entegre olmuştur” yolunda verdiğimiz belgelerle
Belçika vatandaşı olabilmişti.
Bu konuda verdiğimiz mücadele Belçika demokratik kuruluşlarından ve
şahsiyetlerinden de geniş destek gördüğünden Belçika Parlamentosu
olağanüstü bir toplantı yaparak 90’lı yılların sonunda bizi Belçika
vatandaşlığına kabul etti.
Hakkımda büyük linç kampanyası AKP iktidarı döneminde, 2006 yılında
Avrupa Parlamentosu’nda ilk kez Dersim Soykırımı üzerine bir
konferansın düzenleyicileri arasında yer aldığım için Türkiye’de ve
Belçika’da yayınlanan aşırı sağcı gazeteler tarafından yıllarca önce
katledilen gazeteci Ali Kemal’e benzetilerek başlatıldı. Daha önce
Asuri soykırımı konusunda bir konferansta yaptığım konuşma da Türk
düşmanlığımın bir kanıtı olarak gösteriliyordu… O yıl bana 70.
yaşım nedeniyle mesleğe hizmetlerimden ötürü teşekkür belgesi
gönderdiği için Türkiye Gazeteciler Cemiyeti yöneticilerine de ağır
saldırılarda bulundular. Bu saldırılara karşı gerek sürgünden, gerekse
Türkiye’den büyük dayanışma gördüm.
Buna rağmen özellikle daha sonradan Erdoğan’ın dış ilişkiler danışmanı
olacak büyükelçi Fuat Tanlay Türk medyasına bizi Türkiye düşmanı
gösteren demeçler vermeyi ihmal etmedi.
Hrant Dink katledildiğinden beri her yıl yapılan anma toplantılarına
katılarak konuşurum… 2015 yılındaki konuşmamdan sonra Ankara’nın
hizmetindeki Türkçe haber sitelerinden birinde Ermeni Anıtı önünde
konuşurken resmimle birlikte Belçika Atatürkçüler Derneği
yöneticilerinden birinin “Bildiri okuyan bu adamı, Doğan Özgüden’i
tanıyın,” diye hedef gösteren bir yazısı yayınlandı.
Tüm bu saldırı ve tehditlere rağmen Brüksel’in Türk mahallesinde
yaşamaya, doğru bildiklerimi yazmaya ve söylemeye devam ediyorum…
Avrupa’da, faşizme karşı demokrasi güçleriyle dayanışmayı örgütleyerek,
mücadeleye paha biçilmez katkılarda bulundunuz. 70’li yıllardan bu yana
Demokratik Direniş Hareketi, Demokrasi İçin Birlik, Halkların
Demokratik Kongresi’ne kadar ne tür örgütlemeler yapıldı?
Kişisel inancınız ve azminiz ne denli güçlü olursa olsun, sonuç alıcı
mücadeleler ancak örgütlü olarak yürütülebilir. Bunun içindir ki
sürgüne çıkar çıkmaz bir yandan Avrupa kamuoyunu aydınlatmak için
çeşitli dillerde bildiriler ve makaleler yayınlarken öte yandan Ant’ın
Avrupa’daki yazar ve okurlarıyla ilişkiler kurarak direnişi örgütlü
kılmaya çalışıyorduk.
Biz Batı Berlin’deyken Deniz’ler idama mahkum edilmişti. Bunun üzerine
Paris’e geçerek Ankara’daki rejime karşı yoğun bir bilgilendirme
kampanyasına giriştik, dönemin başbakanı Nihat Erim’in Paris ziyareti
sırasında da Demokratik Direniş Hareketi ilk kez sesini duyurdu ve
ardından çeşitli Avrupa ülkelerinde etkinlikler örgütledi.
Demokratik Direniş’in 1972-73 yıllarında İngilizce olarak
yayınladığı Türkiye Dosyası (File on Turkey), İşkencede Türkiye (Turkey
on Torture) ve Türkiye’de İnsan Avı (Man-Hunts in Turkey) adlı dosyalar
Avrupa Konseyi’ne, çeşitli uluslararası kurumlara, sivil toplum
örgütlerine ve medyaya iletildi. Bu yayınların da etkisiyle Türkiye’nin
Avrupa Konseyi’nden dışlanması gündeme geldi.
Siyasal mülteci olarak legalleştikten sonra Belçika’ya yerleşerek dünya
kamuoyunu Türkiye’de insan haklarının ihlali konusunda çeşitli dillerde
sürekli bilgilendirmek üzere 1974 yılında Brüksel’de İnfo-Türk’ü
kurduk… Bildiğiniz gibi İnfo-Türk 44 yıldır yayın çalışmalarını
aralıksız sürdürüyor.
Belçika’da kurduğumuz Güneş Atölyeleri (Ateliers du Soleil) de halen
genç bir ekibin yönetiminde 50’yi aşkın milliyetten göçmen ve
mültecilere, onların çocuklarına eğitim, mesleğe yönelim, sosyal yaşama
katılım, yaratıcı ve kültürel çalışmalar konusunda hizmet vermeye devam
ediyor.
Sendikal planda da Belçika’nın iki sendikası, sosyalist FGTB ve
hristiyan CSC ile de, gerek Türkiyeli göçmen işçilerin örgütlenmesi,
gerekse Türkiye’de baskı altında mücadele veren DİSK ve ona bağlı
sendikalarla dayanışma sağlanması konusunda sürekli ilişki içinde
olduk. Her iki sendikanın Türkiyeli işçilere seslenen Türkçe
gazetelerinin redaksiyonunu uzun yıllar İnfo-Türk olarak biz yürüttük.
Siyasal planda ben 1962 yılından itibaren Türkiye İşçi Partisi’nin
İzmir ve İstanbul örgütlerinde olduğu gibi merkez yürütme kurulunda da
sorumluluk üstlenmiş, daha sonra yöneticiliğini yaptığım Akşam
Gazetesi’inde ve Ant Dergisi’nde de TİP’in başarısı için mücadele
vermiştim.
Türkiye İşçi Partisi’nin 1976’da yeniden kurulması üzerine partinin
Avrupa’da örgütlenmesini ve sesini duyurmasını sağlamak üzere Demokrasi
İçin Birlik örgütünü kurduk. Başkanı olduğum bu örgüt 12 Eylül
darbesinden sonra Avrupa’ya sığınan genel başkan Behice Boran ve diğer
parti yöneticilerinin mücadeleye sürgünde de devam edebilmeleri için
gerekli alt yapıyı sağladı. 14 Şubat 1981’de “TİP ve DİSK’le Dayanışma
Gecesi” adı altında Evren cuntasına karşı Avrupa başkentinde ilk
kitlesel etkinliği örgütledi.
DİB kurucuları ve yöneticileri olarak biz faşist baskı koşullarında
geniş kapsamlı bir devrimci bütünleşmenin sağlanmasını öngörüyorduk.
Ancak sonradan Avrupa’ya gelen parti yöneticileri bunun yerine sadece
Sovyet çizgisindeki TKP ile bütünleşmeyi tercih ettiler ve 1987 yılında
o partiyle birleşerek tarihsel TİP’in varlığına son verdiler.
Bence Belçika’da katkıda bulunduğumuz en önemli örgütlenme, İnfo-Türk,
Brüksel Kürt Enstitüsü, Belçika Demokrat Ermeniler Derneği ve Belçika
Asuri Enstitüsü’nün, Ermeni soykırımının 90. yılında oluşturduğu ortak
cephedir.
Demokrasi İçin Birlik’in 1981 yılında düzenlediği geceye Kürt
arkadaşlar Tekoşer olarak katılmışlardı. Daha sonra Brüksel Kürt
Enstitüsü’ne dönüşen örgütle olduğu gibi Ermeni ve Asuri arkadaşların
örgütleriyle de sıcak ilişkiler kurduk. 1999 yılından itibaren Kürt
Enstitüsü’ne olduğu gibi Ermeni ve Asuri dernek ve işyerlerine yapılan
saldırılar karşısında ortak tavır aldık. Ermeni soykırımının 90.
yıldönümünde ve ertesi yıl 1971 darbesinin 35. yıldönümünde bu
beraberliğimiz daha da pekişti ve günümüze kadar aynı duyarlılıkta ve
etkinlikte sürüyor.
Bu yıl 17-23 Eylül tarihlerinde Brüksel’de düzenlenen Kürt Kültür
Haftası’na İnfo-Türk ve Güneş Atölyeleri de aktif olarak katıldı.
Örgütsel çalışmalarımız sadece Türkiyeliler arasında değil… 70’li
yılların sonlarından beri demokratik göçmen örgütlerinin koordinasyon
merkezi olan CLOTI’de, Brüksel Kültürler Arası Etkinlikler Merkezi
CBAI’de, Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığına Karşı Mücadele Hareketi
MRAX’ta aktif olarak yer aldım. Göçmenlere siyasal haklar tanınması
için tüm girişimlere katılarak destek verdim.
YARIN
Sürgün’deki direnişçiler ve İnci Tuğsavul ile söyleşi