Bir kadın için sürgün ne demektir?
İnci
Tuğsavul, 25 yaşından beri Doğan Özgüden ile birlikte. Önce birlikte
Ant Dergisini kurdular. Akşam, Demokratik Direniş, İnfo-Türk, Güneş
Atölyeleri ve Demokrasi İçin Birlik mücadelelerinde sorumluluk
üstlendi. ‘’Türkiye’den kopmak zorunda bırakıldığımız 11 Mayıs 1971
günü hayatımda hep acıyla anımsadığım bir gündü’’ diyor ve sonra
ekliyor: ‘’Ama 12 Mayıs bizim için kavganın yeni bir boyutunun
başladığı gündü, üstelik pek de tanımadığımız topraklarda.’’ Sürgünde
sığınmak zorunda kaldığı bodrumlarda Türkiye’den gelen işkence
belgelerini çevirirken hüngür hüngür ağladığını söylüyor.
İSMET KAYHAN
(Yeni Özgür Politika. 8 Mart 2019)
İnci Tuğsavul, 25 yaşından beri Doğan Özgüden ile birlikte. Önce
birlikte Ant Dergisini kurdular. Akşam, Demokratik Direniş, İnfo-Türk,
Güneş Atölyeleri ve Demokrasi İçin Birlik mücadelelerinde sorumluluk
üstlendi.
‘’Türkiye’den kopmak zorunda bırakıldığımız 11 Mayıs 1971 günü
hayatımda hep acıyla anımsadığım bir gündü’’ diyor ve sonra ekliyor:
‘’Ama 12 Mayıs bizim için kavganın yeni bir boyutunun başladığı gündü,
üstelik pek de tanımadığımız topraklarda.’’
Sürgünde sığınmak zorunda kaldığı bodrumlarda Türkiye’den gelen işkence
belgelerini çevirirken hüngür hüngür ağladığını söylüyor.
50 yıl doğup büyüdüğü topraklardan kopmak, yakınlarından uzak olmak
zor. Nasıl dayandığınız sorusuna İnci Abla, ’’Evet hüzün, ama çokça da
umut, herhalde yarım yüzyıla yakındır gidemediğimiz ülkemizde ve tüm
coğrafyalarda belki bizim göremeyeceğimiz güzel günlerin er geç
geleceğine inançtır bizleri bu yaşta yıkılmadan ayakta tutan’’ diyor.
Sürgünlüğü şöyle tarif ediyor İnci Abla: ‘’Yoldaşlarının tutuklandığı,
işkenceden geçirildiği ya da katledildiği haberlerini aldığında
duyduğun acıdır.’’
Sözü şimdi İnci Tuğsavul’a bırakıyoruz.
Bir kadın için sürgün ne demektir?
Kadın sürgünün bir bölümü şahsen mücadelenin içinde aktif olduğu için
ülkesini terketmek zorunda kalmıştır. Bir bölümü de eşinin baskıya
doğrudan hedef olması nedeniyle onunla birlikte ya da daha sonra sürgün
kitlesine katılmıştır. Ama nedenleri ve de işlevleri ne olursa olsun
bir kadın için sürgün erkekler için olduğu gibi bir acıdır, eğer
kendisi doğrudan baskıya hedef ise sürgünde de mücadeleyi aynı
tutarlılıkta sürdürmesi gerekir. Eşinin hedef olması nedeniyle
sürgündeyse, ona destek olması, dahası bu yeni ortamda mücadeleye
katılması gerekir. Ama aile sorunları buna olanak vermiyorsa, en
azından eşinin mücadelesini engelleyici tavırlardan kaçınmalıdır. Buna
karşılık, eşi de sürgün acısı çeken kadının yaşadığı tüm sorunlar
karşısında anlayışlı olmalı, günlük yaşamda onun yükünü hafifletmeli,
olanaklıysa onun da mücadeleye zamanı ve gücü oranında katılmasına
yardımcı olmalıdır.
Sürgünde yaşamak belleği güçlü kılıyor mu?
Sürgünde yaşamak, sürekli geriye dönüşler yaparak geçmişi
değerlendirmek, ondan dersler çıkarmak zorunda bıraktığı için belleği
daha da güçlendiriyor. Ama yaş ilerledikçe, tabiat kanunu, bellekte de
zayıflamalar başlayabilir ki bu sürgünde olsun olmasın herkes için
geçerlidir.
Sürgün geri dönüşü olmayan bir yazgı mı?
Yazgıya inanmıyorum… Her şeyi belirleyen verilen toplumsal
mücadelelerdir. Mücadele başarıya ulaşırsa sürgün de sona erebilir.
Önemli olan o mücadelenin başarısına gücünce katkıda bulunabilmektir.
Sürgünde en derin acı nedir?
Yoldaşlarının tutuklandığı, işkenceden geçirildiği ya da katledildiği
haberlerini aldığında duyduğun acıdır. Tabii yıllardır ayrı kaldığın
aile yakınlarının ve dostlarının ölüm haberleri geldiğinde duyulan
tarifsiz acı da…
Artık Haymatlos’um
”Vatansız, Avrupa dillerindeki karşılığıyla apatrid ya da haymatlos…
Fransızca’nın iki resmi dilden biri olduğu Brüksel’deki toplantıda
kendimi apatrid olarak tanıtmıştım ama, haymatlos kelimesine daha bir
aşinaydım.
1962’de, Türkiye İşçi Partisi’nin İzmir’de ilk örgütlenme çalışmalarını
yürüttüğümüz günlerdi. Partinin bize verdiği en önemli görevlerden
biri, Türkiye’de sol hareketin başında Damoklesin Kılıcı gibi bir
tehdit unsuru olarak duran Türk Ceza Yasası’nın 141 ve 142.
maddelerinin kaldırılması için en geniş biçimde kampanya yürütmekti. (…)
Ben bir yandan TİP İl Yönetim Kurulu üyesi olarak örgütlenme
çalışmalarına katılıyor, öte yandan da Öncü Gazetesi’nin İzmir
Temsilciliği’ni yürütüyordum. Türkiye Gazeteciler Sendikaları
Federasyonu’nun da yöneticilerindendim.
141 ve 142. maddelerin kaldırılması için toplanan imzaları hem TİP
Genel Merkezi’ne, hem de TİP’i destekleyen Öncü Gazetesi’ne iletiyorduk.
Gün geçmiyordu ki, Gültepe’den Yugoslav göçmeni dev yapılı Rıza
yüzlerce destek imzasıyla gelmesin. Üstelik partiye üye bile değildi…
İzmir’den bu kadar yoğun imza gitmesine İstanbul’daki parti genel
merkezi de çok şaşırmıştı.
Bir gün Rıza yine bir deste imzayla gelince sordum:
– Rıza, bu kadar imzayı nasıl topluyorsun?
– Ben eski partizanım. Kavgayı bilirim. Yugoslavya’da Tito’nun
saflarında çarpıştım.
– İyi de, niçin özellikle bu 141-142 konusunda çok gayretlisin.
– Nasıl olmam. 142’den benim de davam var!
– Ama partiye dahi üye olmadın!
– Olamam ki? Biliyor musun, ben haymatlos’um. Üye olursam partinin de,
sizlerin de başı derde girmez mi?
– Haymatlos da nesi?
– Yani vatansızım. Yugoslavya’dan geleli yıllar oldu, hâlâ Türk
vatandaşlığı verilmedi. Yugoslav vatandaşlığını da yitirdim. Bir de
başımda 142 dâvaları.
Anlattığına göre haymatlosun yaşamı tam bir cehennem azabıydı. Sürekli
polis denetiminde, medeni hakları kullanmaktan yoksun. Geleceğinin ne
olacağı belli değil.
Yıllar sonra, sanıyorum 1969’du, İstanbul’da Ant’ı çıkartırken
Başmusahip Sokak’ta gelen gidenin ardının kesilmediği büromuzda bir gün
karşımda Haymatlos Rıza’yı buldum.
– Haymatlosluk, vatansızlık artık canıma tak etti, dedi, bir daha
dönmemek üzere Türkiye’den gidiyorum. (…)
Vedalaştık, ve Haymatlos Rıza Türkiye’den koptu. Brüksel’de toplantı
sürüp giderken belleğim yirmi yıllık bir sıçrama daha yapacaktı.
Rıza’nın Türkiye’den kopuşundan iki yıl sonra ben de, İnci de 12 Mart
Darbesi’nin insan avında Türkiye’den ayrılmak zorunda kalacak, önce
siyasal sürgün, 1980 Darbesi’nden sonra da Evren Paşa’nın buyruğuyla,
yurt dışındaki 200’ü aşkın Türkiyeli muhalifle birlikte vatansız yani
haymatlos olacaktık.’’ (1)
Yarım asırlık sürgün (2)
Haymatlos Rıza, Doğan Özgüden’in hayatında önemli bir dönüm noktasıdır.
Tıpkı ‘Vatansız Nolan’ gibi. ‘Vatansız Gazeteci’ Doğan Özgüden ile
söyleşimizin ikinci bölümünde sürgündeki politik örgütlemeyi, 70’li
yılların mültecileri ile günümüzün son mültecilerini konuştuk.
Bir yazınızda okumuştum; ‘Biz sürgüne çıktığımızda Yunanistan,
İspanya
ve Portekiz de faşist diktatörlük altındaydı. O ülkelerin sürgündeki
devrimci ve demokratlarıyla birlikte mücadele vermek bizim
enternasyonalist inancımızı ve kavgacılığımızı daha da pekiştirdi’’
diyorsunuz. Yunanistan, İspanya ve Portekiz başka ülkelerden
gelen sürgünler ne kadar sonra yurtlarına döndüler? Mesela, onlar
vatandaşlıktan çıkartıldılar mı?
Enternasyonal dayanışma benim mücadeleli yaşamımda her daim ön planda
oldu… Türkiye’de yönettiğim tüm yayınlarda dünya devrimci ve ulusal
kurtuluş hareketlerinin mesajlarına, haberlerine daima geniş yer
verdim. 60’lı yılların sonlarında Ant Dergisi’nde geliştirdiğimiz
Ortadoğu Devrimci Çemberi önerisi bu anlamda önemli bir açılımdı.
Sürgün yaşamımızda da sadece faşist diktatörlük altında olan
Yunanistan, İspanya ve Portekiz’in sürgündeki direnişçileriyle değil,
tüm kıtalarda anti-emperyalist mücadele veren örgütlerin
temsilcileriyle hep yakın ilişki ve dayanışma içinde olduk.
Sürgündeki direnişçilerin önemli bir bölümü zaten vatandaşlıktan
atılmış, Belçika vatandaşlığı almıştı, daha genç olanlar ise siyasi
mülteci statüsündeydiler.
Sözünü ettiğiniz üç ülkede faşist diktatörlükler çöktükten sonra bu
ülkelerin sürgündeki direnişçilerinin çoğu ülkelerine dönerek oradaki
sol örgütlenmelerde görev aldılar… Bu ülkelerin Avrupa Birliği’ne
katılmasından sonra da bazıları bu ülkede edindikleri deneyimleri
değerlendirerek AB kurumlarında görev üstlendiler.
1971 darbesinden sonra Türkiye faşizmin cenderesi altındayken ülkemizin
anti-faşist ve devrimci güçleriyle uluslararası dayanışma sosyalist
sistem ülkeleri açısından maalesef yetersizdi. Sovyetler Birliği için
Türkiye ile iyi komşuluk ilişkilerini sürdürme kaygısı hep ağır
basıyordu. Örneğin Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamı
yaklaşırken Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Podgorni’nin Türkiye’ye
yaptığı ziyaret bir skandaldı. Tam da bu sırada Paris’te Yunan
demokratlarıyla uluslararası dayanışma toplantısı sırasında görüştüğüm
Sovyet delegasyonunun Türkiye konusundaki vurdumduymazlığını sürgün
anılarımda ayrıntılı anlattım.
1980 darbesi sonrasında da devrimciler işkencelerde ve
hapishanelerdeyken, zamanın Türkiye Komünist Partisi’ne yakın bir
gazetede Evren ile Brejnev’in yanyana fotoğrafları basılarak dostluk
kutlaması yapılmış olması, yine komünistler tutuklanıp işkenceden
geçirilirken faşist cunta şefi Evren’in Bulgaristan’da törenlerle
ağırlanıp Büyük Balkan Nişanı’yla taltif edilmesi de unutulur gibi
değil…
12 Mart ve 12 Eylül sürecinde örgütlü sol, sosyalistler ve
Kürtler Avrupa’ya siyasi sığınma talebinde bulundu. Ama şimdi
gazeteciler, yazarlar, akademisyenler Avrupa’ya sığınıyor. Bu sürecin
70’li yıllardaki sürgünlerden farkı nedir?
Nazım Hikmet ‘Şu gurbetlik zor zanaat zor’ diyordu… 70’li yıllarda
binbir zorluğun yanında sürgüne çıkmak zorunda kalanın en büyük
kaygılarından biri geride kalan yoldaşları tarafından “kavgadan kaçtı”
diye suçlanmak, iktidarın etkisindeki yurttaşlar tarafından “vatan
hain”i diye damgalanmaktı. Bu kaygılar, bilinçli olan ve sorumluluk
duygusu taşıyanlarda daha fazla çalışmayı teşvik eden bir etken idi…
Bunu göze alamayanlar için ise bu kaygılar duygusal bir çöküşe, giderek
pasifize olmaya ya da ilk fırsatta yurda yeniden dönmenin fırsatlarını
aramaya yolaçıyordu.
Aslında Evren Cuntası’nın 80 darbesinden sonra yurt dışındaki
göçmenleri sırf Türk lobisini güçlendirme amacıyla bulundukları
ülkelerin vatandaşı olmaya yönlendirmesi bu psikolojik engellerin
yıkılmasına da yol açtı.
70’li yılların sonlarında başlayan Kürt, Ermeni, Asuri, Êzîdî göçü 80
darbesinden sonra iyice yoğunlaştı kurumlaşan diasporalar oluştu. Tüm
bu göç hareketlerinde etkin olan Türkiye’de gittikçe yoğunlaşan
ulusal baskılardı.
Dediğiniz gibi son yıllarda solcu ya da herhangi bir ulusal gruba
mensup olmayan gazeteciler, yazarlar, artistler ve akademisyenler de
Avrupa’ya sığınmakta, buralarda yeni medyalar yaratmakta… Sürgüne çıkan
akademisyenlere Avrupa üniversiteleri tarafından bilimsel çalışmalarını
sürdürebilmeleri için olanaklar tanınmakta…
Bittabi son 2016 çakma darbesinden sonra AKP’nin yıllardır
müttefikliğini ve hatta dış ilişkilerde taşeronluğunu yapan Gülen
hareketine mensubiyetle suçlanarak yurt dışında ilticacı olmak zorunda
kalan bir başka kategori daha var: Gülen cemaati.
Gözlemlediğim bir gerçek şu… 70 ve 80 sürgünleri genellikle düşünsel ve
örgütsel mensubiyetleri açısından daha birbirine yakındı, belli eylem
birliklerini birlikte oluşturabiliyor, örneğin Avrupa Sürgünler Meclisi
gibi bir kurumlaşmaya gidebiliyordu. İçinde bulunduğumuz şu dönemde
sürgünün farklı kesimleri içe ve dışa yönelik ciddi bir
değerlendirme sürecinde… Gelişmeleri göreceğiz…
50 yıllık bir sürgünsünüz, devletin sizden özür
dilemesini
bekliyor musunuz?
Sadece bizden değil, Osmanlı dönemi de dahil Türk devletinin 19. yüzyıl
sonu ve 20. yüzyıl başında sürgüne mahkum ettiği tüm insanlardan,
soykırım ve tehcir kurbanı Ermeni, Asuri ve Grek’lerden özür
dilemesini, haklarını iade etmesini bir koşul olarak görüyorum…
Vatansız olmak, sürgün olmak ne demektir? Neden
kendinizi
vatansız olarak tanımlıyorsunuz?
Gayet açık… Sürgün olmanın çeşitli biçimleri var… Sürgünde ülkenin
koşulları düzelip geriye dönme olanakları doğuncaya kadar mülteci
statüsünde yaşanabilir… Kendimi “vatansız” olarak nitelemem ve
anılarımı içeren kitabıma “Vatansız” Gazeteci adını vermem, Evren
Cuntası’nın 1983’te bizi vatandaşlıktan atmış, bu uygulamayı beş yıl
sonra da “sivil” başbakan Özal’ın yeniden tebliğ etmiş olmasıyla
ilgilidir, ironik bir nitelemedir, bunun için de tırnak içindedir.
Beni vatandaşlıktan atmış olsalar da Türkiye benim doğduğum, büyüdüğüm,
gençliğimin en verimli dönemlerinde demokratikleşmesi, halklarının
özgürlüğü için mücadele verdiğim bir ülkedir… Gerçi Türkiye’de
yaşadığım 35 yıl yaşadıktan sonra 48 yıldır sürgündeyim, halen
yaşamakta olduğum Belçika’nın sosyal, siyasal, kültürel sorunları da
hep gündemimde… Ama itiraf etmeliyim ki, Türkiye’ye ilişkin konular
gerek gazeteci, gerek insan hakları savunucusu olarak hep önceliğimdir…
Hasretlik çekiyor musunuz?
Çekmiyorum, çünkü günlük yaşamımız, gazeteci olarak, insan hakları
savunucusu olarak ve Türkiyelilerin yoğun bulunduğu belediyelerde
yaşayan ve çalışan olarak zaten Belçika kadar Türkiye’yi de yaşıyoruz…
Klasik olacak ama memlekete dönerseniz ilk yapmak
istediğiniz nedir?
Yakında 83 yaşında olacağım… İnci de 79… Türkiye’de kısa zamanda
radikal değişimler olacağını, örneğin tüm sürgünlerden TC Devleti’nin
özür dileyeceğini sanmadığım için bu soruyu yanıtsız bırakıyorum.
Avrupa’da çok sayıda sürgün, mülteci ve vatansız ile
birlikte mücadele ettiniz. Kimlerdi bunlar?
Sürgünde hem Türkiyeli hem de diğer ülkelerden yüzlerce ilişkimiz ve
dostumuz oldu. Anılarımda ayrıntılı anlattım… Burada birkaç isme
indirgeyerek kimseye haksızlık etmek istemem.
Bizden önceki kuşaklardan iki siyasal sürgünle karşılaşmam beni çok
etkilemişti. 1971 Kasım’ında benim de sanık olarak dahil edildiğim TKP
davası konusunu görüşmek üzere Doğu Berlin’de TKP’nin o zamanki genel
sekreteri Zeki Baştımar’la buluşmuştuk. Sürgünde kalıcı olmadığımızı,
belli görevleri yerine getirdikten sonra en kısa zamanda Türkiye’ye
döneceğimizi söylediğimizde, “Sanmam,” demişti. ”Biz de o niyetlerle
çıktık Türkiye’den. Bakın, kaç yıl oluyor, hâlâ buralardayız. Gerçekçi
olmak lazım… Siz de uzun sürgün yaşamına hazırlıklı olun.”
Diğeri değerli bilimadamı Fahrettin Petek… Kendisi bizim Ant
Dergisi’nin de abonesiydi… Türkiye’de eczacılık yaparken 40’lı yılların
sonunda uğradığı siyasal baskılar yüzünden Türkiye’yi terkederek
ailesiyle birlikte Paris’e yerleşmiş olan Fahrettin Petek‘le bir akşam
üstü Strasbourg Saint-Denis metro istasyonunun çıkışında bir kahvede
buluşmuştuk. Kendisine Türkiye’deki durumla ilgili güncel bilgiler
verdikten sonra bizim kişisel durumumuzla ilgili sorular
sormuştu. Bir süre Avrupa’da illegal kaldıktan sonra Türkiye’ye dönme
kararında olduğumuzu söyleyince, gülerek sözümüzü kesmişti: ”Bu iş hep
böyledir. Biz de geldiğimizde öyle diyorduk. Ama yıllar su gibi akıp
geçiyor. Bakın ben Türkiye’den ayrılalı yirmi yılı geçiyor. Seçim tabii
sizin. Ama statünüz ne olursa olsun, aslolan dönemin bize yüklediği
görevleri en iyi şekilde yapmaktır. Bunu hem bir komünist, hem de bir
bilimadamı olarak söylüyorum.”
(1) Doğan Özgüden/Vatansız Gazeteci kitabından.
http://yeniozgurpolitika.net/surgun-bellegi-guclendirir/