Amsterdam'da 12 Mart Üzerine Sergi,
Film Gösterisi ve Özgüden'in Konferansı
Info-Türk yöneticisi Doğan Özgüden serginin açılışı dolayısıyla düzenlenen konferansta konuşuyor
12
Mart 1971 Darbesi'nin 42. Yıldönümü dolayısıyla Hollanda Türkiyeli
İşçiler Birliği (HTİB) Merkezi'nde 10 Mart 2013 Pazar günü bu darbe
üzerine bir belgeler sergisi açıldı.
İnfo-Türk Vakfı tarafından
hazırlanarak ilk kez 2006
yılında Brüksel Anakent Belediyesi salonlarında açılmış bulunan
“Bir Darbeden Ötekine Türkiye” isimli sergide o döneme ait gazete
küpürleri, fotoğraflar ve kişisel belgelere dayanılarak askeri rejimin
insan hakları ihlalleri çarpıcı bir biçimde ortaya konuluyor.
Özgüden’in geçen Ocak ayında Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü
(IISG)'e bağışladığı arşivinden bazı belgeler de sergide yeralıyor.
Etkinliğin konferans bölümünde HTİB Başkanı Mustafa
Ayrancı'nın 12 Mart darbesi'nin getirdiği yıkımı ortaya koyan açış
konuşmasından sonra yine İnfo-Türk Vakfı tarafından gerçekleştirilen
1971 ve 1980 darbeleri üzerine bir belgesel film de gösterildi.
Son olarak, toplantıya özel olarak davet edilmiş
bulunan İnfo-Türk yöneticisi Doğan Özgüden, 12 Mart Darbesi'nin
nedenleri ve cunta yönetimine karşı yurt dışında direnişin örgütlenmesi
üzerine bir konuşma yaptı, daha sonra dinleyicilerin darbelerle ilgili
sorularını yanıtladı.
Doğan Özgüden'in konuşması
Değerli dostlar,
12 Mart'ın yıldönümünde o acı geçmişi birlikte anmak üzere HTİB'de
sizlerle bir araya gelmek benim için özel bir anlam taşıyor. 70'li
yılların başında kuruluşuna tanık olduğum HTİB'in bugün ulaştığı boyutu
görmek son derece duygulandırıcı. Kırk yıllık dostlarımdan Maviye
Karaman'ı, İnanç Kutluer'i bu salonda görmek de… Maviye ve Nihat
Karaman'ın, diğer göçmen işçi arkadaşlarıyla birlikte nasıl toprağı
tırnakla kazarcasına çalışarak bu derneği yarattıklarının tanığıyım.
Biraz önce birlikte seyrettiğimiz belgesel ve yan salondaki sergi
sadece 12 Mart Darbesi'nin değil, onu izleyen 12 Eylül Darbesi'nin de,
ondan sonraki sivil etiketli baskı rejimlerinin de gerçeğini yeterince
ortaya koyuyor.
Mart ayı… 1971 Mart'ının 12'si: kara darbe. 1972'nin 30 Mart'ı: Kızıldere.
9 Ekim 1971'de 15 genç devrimcinin THKO davasında idama mahkum
edilmesiyle başlayıp 6 Mayıs 1972'de Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve
Hüseyin İnan'ın idam edilmesiyle noktalanan yedi aylık süre, Türkiye
sosyal ve siyasal mücadeleler tarihinde en acılı, ama acılı olduğu
kadar da devrimci özverinin ve yiğitliğin en çarpıcı örneklerinin
verildiği dönemlerden biri.
15-16 Haziran 1970 işçi direnişi karşısında ilk kez açıkça burjuvazinin
yanında yeralan, Mayıs 1971 kitlesel tutuklamalarıyla sınıfsal tavrını
daha da netleştiren Ordu, özellikle 30 Kasım 1971'de Mahir Çayan, Ulaş
Bardakçı, Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna'nın askeri
hapishaneden kaçmasından sonra insan avına, işkenceye ve hukuk dışı
yargılamalara daha da hız veriyor. 30 Mart 1972 Kızıldere katliamı bu
hunharlığın doruk noktası…
Otuz yedi gün sonra Meclis çoğunluğu, üç gencin idam sehpasına
gönderilmesini onaylayarak bu hunharlığa sahip çıkıyor, ordunun cürmüne
resmen ortak oluyor. Bugün büyük devlet adamı diye övgüler
düzülen Demirel de idama oy verenlerin başında…
Niçin devrimci gençliğe karşı bu hınç?
Oysa çok değil, daha birkaç yıl önce, 60'lı yılların ortalarında, bu
gençlik liderlerinin çoğunluğu için Ordu devrimci mücadelenin temel
güçlerinden biriydi. Meydanlar "Ordu-gençlik elele, milli cephede!"
sloganlarıyla inlemekteydi. Gençlerin gözünde Ordu, NATO'ya organik
bağlılığına rağmen, hâlâ "Ulusal Kurtuluş Savaşı" mirasçısıydı, halkın
ordusuydu. ABD emperyalizmine karşı "tam bağımsızlık" mücadelesi,
işbirlikçi burjuvaziye ve onun müttefiki feodaliteye karşı "gerçek
demokrasi" mücadelesi ancak bu Ordu'nun ağırlığını koymasıyla, hattâ
bazıları için Ordu'nun bu mücadeleye bizzat öncülük etmesiyle
kazanılacaktı.
Gençliği etkileyen bu Ordu'cu tavrın fikir babası Doğan Avcıoğlu…
"Sınıf önderliği meselesini sanki bugünün en hayati meselesiymiş gibi
herşeyin üstünde sayan bir davranış, çeşitli sosyal sınıfların
psikolojisini göz önünde tutmadığı için, hiç değilse taktik bakımdan
hatalı olmuştur," diyor ve ekliyordu: "Fakir ve mütevazi ailelerden gelen
ordu, Türkiye'mizin ileri hamlelerinde dayanılacak en sağlam
kuvvetlerden biridir." (D. Avcıoğlu, Yön, 12 Eylül 1962).
Ortadoğu'da Baasçılığın, Nasırcılığın yükseldiği, Türkiye'de 22
Şubat'çı emekli subayların bir yandan Türkeş'le, öte yandan bazı sol
aydınlarla işbirliğine giderek açıktan açığa İnönü Hükümeti'ne
devirmeğe hazırlandığı günler.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez sosyalist mücadeleyi işçi sınıfının
önderliğinde örgütlemek üzere kurulan Türkiye İşçi Partisi'nin yönetimi
dahi o günlerde radikal subaylardan gelebilecek bir darbe ihtimaline
"realist", hattâ "hayırhah" bakıyordu.
Kurucu sendikacıların çağrısı üzerine sosyalist aydınların, köylü ve
esnaf liderlerinin, Kürt şahsiyetlerinin akın akın partiye katıldığı
bir dönemde, Genel Başkan Mehmet Ali Aybar, Ordu'nun güvenini
kazanabilmek için TİP'i şöyle niteliyordu: "TİP Atatürkçülükten
hareket ettiği ve ilhamını günümüzün gerçeklerinden aldığı için de,
Atatürkçülüğü de kalıplaşmaktan kurtaran yüzde yüz yerli bir doktrin
partisidir. Gerici kuvvetlerin saldırganlıklarını arttırdıkları şu
günlerde Türk işçi sınıfının öncülüğü üzerindeki gereksiz tartışmaları
bir yana bırakarak saflarımızı pekiştirelim… " (Vatan, 24 Eylül 1962).
60'lı yılların başına damgasını vuran her iki sol eğilim de, "öncülük"
konusundaki farklılıklarına rağmen, Ordu'ya ve Atatürkçülüğe toz
kondurmadıkları için, o yıllarda gençlerin meydanlarda "Ordu
Gençlik elele, milli cephede…" diye slogan atmalarının pek de şaşırtıcı
yanı yok.
Üstelik, tüm dünyada 50'lı yıllarda başlayıp 60'lı yıllarda yükselen
anti-emperyalist, anti-kolonyalist kavganın Türkiye üzerindeki etkisi
günden güne daha da güçlenmekteydi… Nazım Hikmet'in Yön tarafından basılan
"Kurtuluş Savaşı Destanı" elden ele dolaşıyordu. Destanda en çok da
"Kocatepe'deki kurda benzeyen komutan" simgesi belleklere kazınıyordu.
Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı yıllarında çekilmiş kalpaklı
fotoğrafı elden ele dolaşıyor, öğrenci yurtlarının duvarlarını süslüyordu…
Artık genciyle yaşlısıyla her devrimcinin, her ilericinin gözünde Türk
ulusal kurtuluş savaşı anti-emperyalist mücadelenin öncüsüydü. Yüzyıllarca Avrupa süper
devletlerinin ve ABD'nin doğrudan sömürüsü altında geri bıraktırılmış
Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkeleriyle benzerlikler kurulurken,
Türkiye'nin bizzat kendisinin, yüzyıllarca üç kıtada sömürgecilik
yapmış, binlerce yıllık uygarlıklara sahip ulusları, halkları, etnik
grupları köleleştirmiş bir imparatorluğun mirasçısı olduğu unutuluyordu.
Birinci emperyalist paylaşım savaşına kadar uzanan çöküş döneminde
sürekli toprak ve nüfuz kaybına uğramış olsa da, son tahlilde Osmanlı
İmparatorluğu'nun da tıpkı Çarlık Rusyası gibi, Britanya Krallığı gibi,
İspanya gibi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi müstevli bir
devlet olduğu gerçeği görmezlikten geliniyordu. imparatorluğun en zayıf
döneminde bile Osmanlı paşalarının Yunanlıların, Bulgarların,
Ermenilerin, Arapların ulusal kurtuluş hareketlerini ezmek için,
Kafklaslar'ı ve Orta Asya'yı fethetmek için Alman emperyalizmiyle
işbirliği yaptığı akla dahi gelmiyordu.
Dahası, bu imparatorluğun enkazı içinden doğan cumhuriyet adına
Kemalizm'in yaptığı ilk işin milli burjuvaziyi semirtmek için öncelikle
işçi sınıfını, yoksul köylülüğü ezdiği, tüm örgütlenmelerini yasakladığı
bir türlü görülemiyordu. Hele hele Anadolu'yu tamamen Türkleştirmek,
üstün Türk Ulusu'nu tek başına egemen kılmak için adına başta Kürt
halkı olmak üzere Türk olmayan tüm halk ve etnik grupları misli
görülmemiş bir baskı ve zulüm altında tutanın Kemalist ordu olduğu, bu
baskı ve zulmün değişik biçimlerde 60'lı yıllarda da sürüp gittiği bir
türlü söylenmiyor ya da söylenemiyordu…
Ne ki, 60'lı yıllarda tüm dünya gibi Türkiye de hızla değişmekte,
sanayileşmenin, hızlı kentleşmenin etkisiyle iç dinamikler hızla
gelişmekteydi.
Bir anımsatma…. Gençlik sadece üniversite gençliğinden ibaret de
değildi. Yüksek öğrenim öğrencileri sayısını da aşan çok daha büyük
bir sosyal kategori, bir dinamik güç. Üniversite ya da yüksek eğitim
öğrencisi olanlarla aynı yaşlarda eğitim olanaklarından yoksun
milyonlarca genç işçiydi, çıraktı, kalfaydı, rençperdi, esnaftı,
zanaatkârdı. Hele hele zorunlu eğitimin ilkokulla sınırlı
olduğu, ancak o zorunluluğun dahi maddi koşullardan ötürü yerine
getirilemediği 60'lı yıllarda gençlerin çocuk yaşlarda çırak olarak
emekçi saflarına katıldığı göz önünde tutulursa, organize olabilir ve
mücadeleye girebilir gençlerin sayısı daha büyük sayılara ulaşıyordu.
Nitekim, 1970 genel nüfus sayımı, 14-24
yaş grubu içindeki 9,1 milyon'luk nüfusun 5.2 milyonluk kısmının, yani
yarısından fazlasının okulu çoktan terketmiş olup çeşitli ekonomik
sektörlerde çalışmakta olduğunu gösteriyordu.
İşçi, köylü kitlelerinde, esnaf kesiminde bilinçlenmenin, örgütlenmenin
yaygınlaşması, çoğunluğu bu kesimlere mensup ailelerden gelen
üniversiteli gençleri de etkiliyor, bunların önemli bir kesimi sınıfsal
kökenlerine uygun olarak Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve ona yandaş Fikir
Kulüpleri Federasyonu (FKF) içinde örgütlenmeye çalışıyorlardı.
Devrimci gençliğin Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Arslan, Cihan
Alptekin, Sinan Cemgil, Mahir ¢ayan, Harun Karadeniz, İbrahim
Kaypakkaya, Vedat Demircioğlu, Taylan Özgür, Mehmet Cantekin, Battal
Mehetoğlu gibi seçkin isimleri ilk siyasal pratiklerini bu örgütler
içerisinde yapyor, kendilerini kavganın daha ileri biçimlerine oralarda
hazırlıyorlardı...
Bu süreç içindedir ki, Marksist düşüncenin temel eserlerini, dünya
devrimci pratiklerini tanıyorlar, içinde yaşadıkları Türkiye gerçeğini
bu yeni kazanımların ışığında yeniden değerlendirmeye, tartışmaya
başlıyorlardı.
Özellikle Kürdistan kökenli gençlerin katkısıyla Kemalizm ve Ordu mitleri de bu süreçte yeniden irdelenip sorgulanıyordu.
Meclis'te temsil edilir olduktan sonra gittikçe pasifleşen ve
parlamenter yapıya hapsolan Türkiye İşçi Partisi artık Türkiye'nin
gelişim dinamiklerini yakalayamadığından, gençler giderek TİP'ten ve
onun etkilediği kuruluş ve çevrelerden uzaklaşıyordu. 7 Mart 1968'de
İstanbul'da patlak veren AISEC Olayları'ndan sonra, devrimci gençliğin
bir bölümü FKF dışındaki ilk sosyalist gençlik örgütü olan Devrimci
Öğrenci Birliği'ni kuruyordu.
Ünlü 68 olayları böylesi bir ortamda patlak vedi.
Avrupa'da 68 patlamasının fitilini yakan, devrimci ögrenci lideri Kızıl
Rudi'nin Kurfürstendamm'da 11 Nisan 1968'de güpegündüz vurulmasıydı…
Türkiye gençliği, Rudi'nin vurulmasından aylarca önce sıcak kavganın
içindeydi. MHP komandoları, ümmetçiler hemen hergün bir yerde gençlere
saldırmakta, gözaltı, işkence birbirini izlemekteydi. Bugünkü
robocob'ların öncülleri fruko'lar Sükan'dan aldıkları yeşil ışıkla
devrimci öğrenci avındaydı.
Direniş 1968 Haziran'ında üniversite boykot ve işgallerine dönüştü.
Ünlü fotoğraf... Üniversiteli gençler sloganlar haykırarak İstanbul
Üniversitesi rektörlük binasına doğru ilerliyor. Ön planda, hapisten
yenilerde çıkan Deniz Gezmiş'i, Enver Nalbantoğlu'nu seçiyorum. O ana
kadar devrim stratejisi konusunda farklı çizgideler. Ama yeni
dinamikler artık SD'cilerle MDD'cileri daha uzun ve engebeli bir
mücadele yolunda bir araya getiriyordu.
Gençler ne istiyordu?
18 Haziran tarihli Ant'ın başyazında şunları yazmıştım:
"İstekleri, bugün bütün dünya gençliğinin ortaya attığı isteklerden
farklı değil. Halkın parasıyla okuyan gençler olarak halka dönük bir
öğrenim yapılmasını, yönetimde kendilerine söz ve oy hakkı verilmesini
istemektedirler. Boykot hareketleriyle bu reformların gerçekleşmesi
sağlanabilir mi? Buna ilk anda verilecek cevap olumsuzdur. ¢ünkü,
üniversite sorunlarının çözümü büyük ölçüde Türkiye'de mevcut anayasa
dışı düzenin değişmesine bağlıdır; Herşeyden önce bir siyasi iktidar,
bir planlama konusudur. Devletin bütün kaynakları belli çıkar
çevrelerini temsil edenlerin elinde bulundukça, Türkiye ekonomisi için
halka dönük bir planlama yapılmadıkça, eğitim ile toplumsal ve ekonomik
hayat arasında bir armoni sağlanmadıkça 'halka dönük' bir üniversite
öğreniminin gerçekleştirilmesi mümkün değildir. O halde öğrenciler,
ellerini kollarını bağlayıp, düzen değişinceye kadar bekleyecekler
midir? Hayır... Gençlik hareketlerinin önemi de buradadır.
Üniversitedeki boykotlar, halka dönük bir eğitimin bugünden yarına
gerçekleştirilmesini sağlayamayacaktır ama, böyle bir eğitimin
gerçekleşmesi için gerekli toplum düzeni değişikliğinde en önemli
etkenlerden biri olacaktır."
68 isyanının eğitim boykotu aşaması 25 Haziran'da sona erdi.
Günlerdir üniversite damlarında nöbet bekleyen Ragıp Zarakolu, boykotu
şiirselleştiren o çok sevdiğim notlarını getirmişti: "Rektörün blöfü
yenildi ve muhatap olarak alınma sağlamlaştı... Günlerdir bahçede çalan
davul zurnanın uğultusu ve halay çekenlerin görüntüsü kafamda... Ve her
sabah, bazen eşsiz olan güneşin doğuşları... Sabahın serinliği ve
sessizliği... Sabah erkenden işlemeye başlayan tezgahlar... Emekçilerin uyanışı!"
Ve 9 Temmuz 1968 tarihli Ant'ın kapağı:
"İşçi-gençlik elele!"
Sarı sendikacılık oyunlarına karşı İstanbul'da Derby Lastik fabrikasını
işgal ediyor işçiler. İşgalin ikinci günü İstanbul Teknik Üniversitesi
İşgal Konseyi oradadır. Harun Karadeniz işçilere sesleniyor: "Bu halkın
evlatları olan bizler, halka dönük düzeni kurana dek çalışacağız. Bugün
burada sizin yanınızdayız. Gerektiğinde yine geleceğiz ve her
hareketinizde sizinle beraber olacağız!"
Gençlik mücadelesi artık yeni boyutlara ulaşıyor. Kendini
yönlendirebilecek politik otoritenin yokluğunda genç devrimciler yeni
misyonlar üstleniyor.
Kendi ulusal sorunlarına Türk örgütlerinin en solcusunda bile çözüm
bulamayan Kürt gençleri Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO)'da
örgütlenmeye başlıyor.
Saflaşmalar giderek netleşiyor.
İşçiler 15-16 Haziran 1970'de İstanbul'u üç koldan işgal ediyor. 68 öğrenci direnişi kitlesel işçi direnişine bağlanıyor.
Ritm hızlanıyor. Sıkıyönetim... OYAK'ta sermayeyle bütünleşen ordu
artık işçiye ve gençliğe karşı net tavır koyuyor. Gençler, bir zamanlar
Türkiye devriminin temel gücü, mazlum ulusların anti-emperyalist
mücadelesinin öncüsü olarak gördükleri Ordu'nun gerçek sınıfsal
niteliğinin iyice açığa çıkması karşısında, belki de bir yerde ihanete
uğramış olmanın hışmıyla kendi "ordu"larını, kendi "cephe"lerini
kuruyorlar.
Kemalist ordu işte bunu asla affetmiyor.
Halk kurtuluş ordusu kuranları, hiç cana kıymamış olsalar da, sehpaya
gönderiyor. Halk kurtuluş cephesi kuranları bomba ve kurşun yağmuruna
tutarak katlediyor.
Kan durmuyor.
Kıyım 72'de de kalmıyor.
80'li yıllarda daha kapsamlı, 90'lı yıllarda Kürt ağırlıklı olarak sürüyor.
…..
12 Mart darbesinin yurt dışındaki yansıması, darbecilere direniş üzerine de bir şeyler söylemek istiyorum.
12 Mart 1971 muhtırasını izleyen devlet terörü, bir yandan kazanılmış
temel hak ve özgürlükleri ayaklar altına alırken, ülke dışında da
Türkiye'yi Avrupa'nın siyasal rejimler tablosunda üç faşist
diktatörlükle aynı kategoriye sokmuştu. 1933'te Portekiz, 1936'da
İspanya ve 1967'de Yunanistan… Ve de 1971'de Türkiye… Artık Türkiye,
Avrupa haritasında yeralan dört kara lekeden biriydi. Avrupa
metropollerinde yapılan anti-faşist gösterilerde Türk generallerinin
deforme edilmiş figürleri, tıpkı Yunan albaylarınınkiler gibi, protesto
afişlerini, pankartlarını, bildirilerini desenliyordu. Avrupa
Konseyi'nin ve Avrupa Parlamentosu'nun insan haklarıyla ilgili
oturumlarında, Amnesty International gibi etkin örgütlerin
raporlarında, tıpkı diğer üç ülke gibi, Türkiye'nin adı daha sık geçer
olmuştu.
Bu dört kara lekeden üçü, doğum tarihleri ve yaşları birbirinden çok farklı da
olsa, hemen hemen aynı dönemde, 1973-75 yıllarında, fakat farklı
nedenlerle Batı Avrupa haritasından arka arkaya silindi.
Bu çöküşlerde, dış ülkelerden gelen protestoların, müdahalelerin etkisi
olmuş muydu? İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi Avrupa ailesiyle
tarihsel, kültürel ve dinsel bağları derin üç ülke için hiç kuşkusuz
evet... Ya Türkiye? Hep tartışılır: Yurt dışından yöneltilen
protestolar, müdahaleler, Türkiye gibi milliyetçi duyguların güçlü
olduğu bir ülkede demokrasi mücadelesini güçlendirici bir rol
oynayabilir mi? Yoksa böylesi girişimler, tam tersine, "Türklüğe
kasteden dış düşmanlar" masalıyla koşullandırılmış kitlelerin dikta
tarafından daha fazla manipüle edilmesine mi yol açar? Böyle bir
tartışma, özellikle 70'li yılların başı için son derece geçerliydi.
Dıştan gelen her protestonun, müdahalenin ardında yeni Sevres
tertipleri, son Türk Devleti'nin varlığına yönelik komplolar
aranıyordu. Bâbıâli basınının jargonunda, dışarıdan Türkiye'ye eleştiri
yönelten her Avrupalı, eleştiri konusu ne olursa olsun, "azılı bir Türk
düşmanı"ydı, Avrupa'ya gerçeği yansıtan her Türkiyeli ise "satılmış"tı,
"jurnalci"ydi, "kanı bozuk"tu, hattâ "kansız"dı. Ama 70'li yıllara
damgasını vuran yeni dinamikler de vardı. O dinamiklerdir ki, Türkiye
egemenlerinin bu paslı tüfeğini kısa zamanda geri teptirmekte gecikmedi.
Herşeyden önce, Türkiye dev bir toplama kampına dönüştürülmüş olsa
bile, Türkiye insanı bütünüyle Türkiye'ye hapis değildi. Sanayileşmiş
ülkelere 60'larda başlayan ucuz emekgücü ihracı, Avrupa metropollerinde
yeni bir sosyal fenomen doğurmuştu: Avrupa Türkleri... Her yıl en az
yarım milyon Türkiyeli Avrupa ile anayurtları arasında, tatil yapmak
için veya ailevi nedenlerle, mekik dokuyordu. Kuşkusuz, Türkiye'den
ayrılalı daha on yıl bile geçmemiş bu insanların çoğunluğunda nostaljik
duygular, kişiliğini, kimliğini yitirmemek için ulusal ve dinsel
değerlere bağlılık hâlâ son derece güçlüydü. Ama demokratik mücadele
geleneğinin son derece uzun olduğu yeni bir toplumun bağrında ve yeni
üretim ilişkileri içerisinde, Avrupa Türkleri de, ister istemez
anayurtta hiç tanımadıkları yeni değerleri tanıyordu. Köln'de Ford'un
bantlarında bir İspanyol'la, bir Portekizli'yle, bir Yunanlı'yla
birlikte alınteri döken, Ruhr Havzası'nda birlikte madene inen bir Türk
işçisinin, faşist diktatörlüklere karşı yıllardır mücadele veren bu
insanların deneyinden, dünyaya bakışından, demokratik istemlerinden
etkilenmemesi mümkün değildi. Deney ve görgü birikimi arttıkça, Türk
işçisi de, kendisini doğrudan ilgilendiren birçok sorunun çözümünde
Yunanlı bir komünistle, Portekizli bir sosyal demokratla veya İspanyol
bir anarşistle kendiliğinden bir tavır ve dil birliğine varıyordu. Dört
ülkeyi de cenderesi altında tutan diktacı yönetime karşı direniş de bu
birlik noktalarından biriydi.
Aslında, "Avrupa Türkleri" nitelemesi de, 70'li yıllardan itibaren
gerçeği yansıtmaktan gittikçe uzaklaşıyordu. Aynı göçmen kitlesi içinde
Türk olmayan Kürt asıllı işçiler ve yakınları yüzbinleri buluyordu. Bu
insanlar, Türkiye'de şovenist baskılar altında inkâra zorlandıkları
ulusal kimliklerine bu yeni ortamda yeniden kavuşuyor, giderek bu
baskılara direnmek için örgütleniyorlardı.
Örgütlülük düzeyi henüz düşük de olsa, bu birbuçuk milyonluk kitle
artık Avrupa toplumlarının, özelinde Avrupa işçi sınıfının önemli bir
parçasıydı. Türkiyeli işçiler arasında sendikalaşma oranı oldukça
yüksekti. Sendikalarıyla, demokratik örgütleriyle, ilerici partileriyle
Avrupa bu kitlenin anayurduyla ilişkilerinden doğan sorunlara da
eğilmek zorundaydı.
12 Mart sonrası Türkiye'nin Avrupa gündemine girmesinin bir başka
önemli nedeni ise, "Avrupalılaşma" iddiasındaki Türkiye'nin yıllardır
Avrupa'nın çeşitli kurumlarında yeralmış bulunmasıydı: Kuruluşundan
beri Avrupa Konseyi'nin üyesi olan Türkiye, aynızamanda Avrupa İnsan
Hakları Bildirgesi'nin ilk imzacılarından biriydi. Avrupa Ekonomik
Topluluğu'nun ortak üyesiydi. AET içinde ise, sermaye blokuna karşı
emekçi kitleler kıta çapında hızla örgütleniyordu. Bünyesinde en büyük
grubu sosyalistlerin oluşturduğu Avrupa Parlamentosu, AET'nin
özellikle insan hakları ve sosyal haklar konusundaki siyasetlerini
etkiliyordu.
Türkiye'nin NATO'nun ileri karakolu olması da, Avrupa kamuoyunun
duyarlılığının bir başka nedeniydi. Gerçi 12 Mart Darbesi'nin NATO'nun
çıkarlarına denk düştüğü, Türk generallerinin NATO tarafından
desteklendiği biliniyordu ama, NATO artık, soğuk savaşın başlangıç
dönemindeki "özgürlüklerin savunucusu" imajını çoktan yitirmişti.
Vietnam Savaşı, ABD ve onun başını çektiği tüm kurumlara karşı
kamuoyunda büyük tepki yaratmıştı. Barış ve silahsızlanma artık büyük
kitlelerin ivedi istemleri arasında yeralıyordu. Dolayısıyla, NATO
destekli 12 Mart, daha baştan barış ve demokrasi güçlerince mahkum
edilmişti.
İşte böylesi bir ortamda, özellikle Mayıs 1971'deki kitlesel aydın
tutuklamalarından sonra Avrupa'nın dört bir yanında yeni Ankara
rejimine karşı protestolar birbirini izlemeğe başladı. Bir yandan
çeşitli ülkelerdeki Türkiyeli işçi ve öğrenci dernekleri bildiriler
yayınlar, yerel demokratik kuruluşların da desteğiyle çeşitli protesto
eylemlerine başvururken, büyük merkezlerde yüksek öğrenim veya ihtisas
için bulunan aydınlar da, ilişkide bulundukları üniversite
mensuplarını, onlar aracılığıyda da gazetecileri Türkiye'de olup
bitenler hakkında bilgilendirmeğe çalışıyorlardı. Bunlara bir de 12
Mart teröründen kaçarak Avrupa ülkelerine politik göçmen olarak
gelenlerin çabaları da ekleniyordu.
Ancak başlangıçta, gerek büyük basının, gerekse politik kurumlarının,
Türkiye'deki baskılar karşısında aynı duyarlığı gösterdiği söylenemez.
Bunda, büyük gazetelerin Türkiye'deki haber kaynaklarının, rejimin
sansürü altında bulunması büyük rol oynuyordu. Büyük Avrupa ve Amerikan
gazetelerinin Türkiye muhabirleri, genellikle Bâbıâli basınının dış
politika servislerinde görevli Türk gazetecileriydi. Devlet terörü
altında ya Türkiye'deki baskıları yansıtamıyor ya da sıkıyönetimin
versiyonunu aynen aktarmakla yetiniyordu. Gazetelerde zaman zaman
Türkiye'deki baskılarla ilgili güncel haberler ve yorumlar
verilmekteyse de, Türkiye'deki durumun tarihsel ve global bir
değerlendirmesinin yapılması, Ankara rejiminin Avrupa Insan Hakları
Bildirgesi açısından uluslararası kuruluşlarda yargılanabilmesi için
daha sistemli ve kapsamlı bir çalışma yapılması gerekiyordu. Bu görevi,
1972 yılı başında Türkiye'deki baskıdan kaçarak Avrupa'ya politik
göçmen olarak gelmiş sosyalistlerin oluşturduğu Türkiye Demokratik
Direniş Hareketi üstlendi.
1971 yılı boyunca Avrupa basınına ve uluslararası insan hakları
örgütlerine güncel enformasyon veren Türkiye Demokratik Direniş
Hareketi, 12 Mart'ı ekonomik, sosyal ve politik açılardan tarihi
bağlamı içinde analiz eden, toplumun çeşitli kesimlerinde uygulanan
baskıları ayrı raporlar halinde belgeleyen bir çalışma sonunda 300
sayfalık ingilizce bir dosya yayınladı: File On Turkey (Türkiye
Dosyası). Bu hacımlı belgenin en çarpıcı bölümlerinden biri, Türkiye
hapishanelerinden kaçırılmış bulunan işkence belgeleriydi.
File On Turkey çıkar çıkmaz derhal Avrupa Konseyi Parlamenterler
Konseyi üyelerine, Amnesty International örgütlerine, Avrupa
ülkelerinin demokratik kuruluşlarına ve basın mensuplarına dağıtıldı.
Kitabın yayınlanmasının ilk pratik sonucu, Türkiye sorununun Avrupa
Konseyi Parlamenterler Meclisi'ne getirilmesi oldu. Hollanda Sosyalist
Milletvekili Piet Dankert, Ingiliz Işçi Partisi Milletvekili Frank
Judd, Norveç Sosyalist Milletvekili Liv Aasen, Strasbourg'ta 23 Ekim
1972 tarihli oturumda Türkiye'deki baskıları, işkenceleri dile
getirerek, Avrupa Insan Hakları Bildirgesi'nin 3. ve 7. maddelerinin
sistematik bir biçimde ihlal ettiği sabit olan Ankara rejimine karşı
Avrupa Konseyi'nin tavır almasını istediler. Amnesty International da,
Türkiye'ye gönderdiği bir misyonun tesbitlerine dayanarak, 16 Kasım
1972 tarihinde, Türkiye'de siyasal tutuklulara işkence uygulandığını
doğruladı. Bunun üzerine Türkiye'nin diplomatik misyonları, Türkiye
Dosyası'nın uluslararası komünizmin emrindeki terörist unsurlar
tarafından yayınlandığını, uluslararası demokratik kuruluşların da
oyuna getirildiğini ileri sürerek Türkiye Demokratik Direniş Hareketi
aleyhinde yoğun bir karalama kampanyasına giriştiler.
29 Aralık 1972 günü Millet Meclisi'nde yaptığı bir konuşmada Turhan Feyzioğlu şöyle diyordu:
"Bugün Avrupa'da Türkiye aleyhindeki kesif propaganda, Demokratik
Mukavemet Teşkilatı adı altında bir kuruluşun hazırladığı bazi
yayınlara ve çabalara dayanmaktadır. Bu teşkilatta, Türkiye'den kaçmış,
kanun dışı ilan edilmiş kimseler faaliyettedir. Bunların yayınları daha
ilk sayfasında, marksist-leninist diyalektiğin en güzel örneklerini
verdiği için, Avrupa milletvekillerinden büyük çoğunluk, asıl maksat ve
hedefi anlayarak, bunlara itibar etmemektedir."
Yine aynı gün, Melen Hükümeti, Türkiye Dosyası'ndaki iddiaları çürütmek
amacıyla, Devlet Bakanı İsmail Arar'ın başkanlığında Içişleri,
Dışişleri, Adalet Bakanlıkları ile Genelkurmay ve MİT temsilcilerinden
kurulan bir karma komisyonun bir Beyaz Kitap yayınlayacağını, bu
kitabın çeşitli yabancı dillere çevrilerek yurt dışında dağıtılacağını
açıklıyordu.
Nitekim, birkaç ay sonra yayınlanan "Türkiye Gerçekleri ve Terörizm"
adlı Beyaz Kitap'ta şu karalamalar yer alıyordu: "Avrupa'da açılan
menfi propaganda sebebiyle TÜRKİYE konusuna ilgi duyanlar, Democratic
Resistance of Turkey teşkilâtı tarafından İngilizce basılmış binbir
yalanla dolu bir kitabı ve bazı bildirileri herhalde okumuşlardır. Hiç
şüphesiz, bu Democratic Resistance of Turkey'in ne olduğunu da merak
etmişlerdir. Democratic Resistance of Turkey, Doğan Özgüden, eşi İnci
Özgüden ve onların yanında bulunan, kimisi kanun kaçağı, 4-5 ihtilalci
komünist tarafından kurulan bir teşekküldür."
İlerici milletvekillerinin ve demokratik örgütlerin, insan haklarının
çiğnenmesi karşısında Türkiye ile ilişkilerin gözden geçirilmesi
yolundaki isteklerine, bazı Avrupa hükümetleri de, Ankara rejiminin
karalamalarını kullanarak karşı çıkıyorlardı. Örneğin, İngiliz
Dışişleri Bakanı Sir Alec Douglas-Home, "İngiltere'nin sadece bir dostu
değil, aynızamanda NATO ve CENTO içerisinde müttefiki olan Türkiye'ye
karşı yürütülen eleştirilerden üzüntü duyduğunu" belirterek, "Bu tutum,
olsa olsa yıkıcı güçleri cesaretlendirmeye yarar," diyordu. İngiliz
Işçi Milletvekili Frank Judd'ın Türkiye'ye karşı İngiltere'nin tavrıyla
ilgili bir sorusuna 3 Ocak 1973'te verdiği cevapta Ingiliz Dışişleri
Bakanlığı, "Bugün Türk Hükümeti'nin itibarını sarsmak ve teröristleri
yüceltmek için uluslararası bir propaganda kampanyası yürütülmektedir,"
diyor, Türkiye Demokratik Direniş Hareketi'ni karalamak için de,
böylesi hacımlı bir belgenin, ancak Sovyetler Birliği'nin finansmanı
ile yayınlanmış olabileceğini ileri sürüyordu.
Oysa, Türkiye Dosyası, herhangi bir yerden sağlanan olanaklarla değil,
yurt dışındaki bir avuç Türkiyeli devrimcinin kişisel çabalarıyla,
ödünç alınmış daktilolarla ve teksir makineleriyle bir Batı
başkentinde, damı akan bir araba garajında basılmıştı. Kaldı ki,
Sovyetler Birliği'nin güney komşusuyla ilgili tavrı, anti-faşist
direnişi desteklemek değil, Ankara rejimi ile iyi komşuluk ilişkilerini
geliştirmekti. Sovyetler Birliği'nin herhangi bir temsilcisiyle tek
karşılaşmamız ise, 1972 yılı başında Paris'te raslantısal biçimde
olmuştu. Yunanistan'daki albaylar cuntasına karşı uluslararası bir
dayanışma toplantısında çeşitli ülkelerin delegelerine Türkiye'deki
durumla ilgili bilgi veriyorduk. Batılı delegasyonların ve
gazetecilerin çoğu açıklamalarımıza büyük ilgi göstermiş ve ülkelerinde
dayanışma komiteleri oluşturma sözü vermişlerdi. Sovyetler Birliği ise
bu konferansta bir SBKP Merkez Komitesi üyesinin başkanlığında
besteci Aram Haçaturyan ve bale yıldızı Galina Ulanova'dan oluşan bir
delegasyon tarafından temsil edilmekteydi. Yaptığımız görüşmede
delegasyon şefi bizi dikkatle dinledikten sonra, "Yoldaşlar," demişti,
"Sovyetler Birliği devlet olarak sadece Güney Afrika ve Yunanistan'daki
rejimlere karşı açık tavır almıştır. Ancak, reel politik, Türkiye ile
ilişkilerimizi tehlikeye sokacak herhangi bir girişimde bulunmamıza
engeldir. Yüreğimiz kuşkusuz sizinle... Ama Türkiye'deki rejim aleyhine
bir Sovyet Komitesi kurulmasını beklemeyin." Nitekim daha sonraki
aylarda Batılı demokratlar etkin bulundukları kuruluşlarda Türkiye
sorununu gündeme getirirken, Sovyet Devlet Başkanı Podgorni, tam da
Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in idam edileceği günlerde Türkiye'ye "iyi
komşuluk" ziyaretinde bulunmakta bir sakınca görmeyecekti.
Türk Hükümeti'nin ve Avrupa'daki destekçilerinin karalama kampanyası
sürerken, Türkiye Demokratik Direniş Hareketi, Man Hunts in Turkey
(Türkiye'de İnsan Avı) ve Turkey On Torture (İşkencede Türkiye) isimli
iki İngilizce kitap daha yayınlayarak devlet terörü üzerine Avrupa
kamuoyuna yeni belgeler sundu. Bu belgelere dayanarak büyük Avrupa
gazeteleri de Türkiye'de insan haklarının ihlaline daha geniş yer
vermeğe başladılar. Hollanda Milletvekili Piet Dankert de, Türkiye'ye
gizli olarak yaptığı bir ziyaretteki tesbitlerinin sonucunu 21 Mart
1973'te Paris'te bir basın toplantısıyla açıklayarak Ankara rejiminin
insan haklarını ayaklar altına aldığını açıkladı. Bunun üzerine ertesi
gün toplanan Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Daimi Bürosu,
Türkiye'deki durumla ilgili bir soruşturma açılmasını öneren 20 imzalı
bir karar tasarısının siyasi ve hukuki işler komisyonlarının Mayıs 1973
tarihli toplantısının gündemine alınmasını kararlaştırdı.
17 Mayıs 1973 tarihli toplantıda, Turhan Feyzioğlu ve diğer sağcı Türk
milletvekilleri, Ankara rejimini eleştiren Piet Dankert ve Liv Aasen'i
"uluslararası komünizme âlet olmak"la suçladılar. Strasbourg'taki bu
oturum sırasında bir İngiliz televizyon ekibinin Türkiye'deki
baskılarla ilgili olarak hazırladığı bir filmin ORTF salonlarında
gösterilmesini engellemek için Türk milletvekilleri ve Konsey
nezdindeki Türkiye Büyükelçisi Rahmi Gümrükçüoğlu her türlü baskı ve
şantaja başvurdular.
Tüm bu gayretlere rağmen, Siyasi Komisyon, Türkiye konusunda araştırma yapmak üzere bir alt-komisyon kurulmasını kararlaştırdı.
Bu karar, gerek Türkiye-Avrupa ilişkileri açısından, gerekse Türkiye'de
İnsan Hakları Bildirgesi'ne saygı gösterilmesinin sağlanması açısından
tarihsel önem taşıyordu. Türkiye'nin, tıpkı Yunanistan örneğinde olduğu
gibi, Avrupa Konseyi'nden çıkartılması perspektifini de içeren böyle
bir prosedürün işletilmesi, generallerin ric'at halinde olduğu bir
dönemde, onların yerine gelecek sivil yönetimleri, sınıf partilerini
yasallaştırmaya ve Kürt halkının temel hak ve özgürlüklerinin
tanınmaya zorlayabilecekti.
Ne var ki, yurt içi ve yurt dışı direniş güçlerinin iki yıllık
mücadelesiyle yaklaşılan bu sonucun gerçekleşmesi, o sırada "umut"
olarak ortaya çıkan CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in müdahalesiyle
son anda engellendi. 3-5 Temmuz 1973 tarihlerinde Floransa'da toplanan
Avrupa Konseyi Siyasi Komisyonu'nda Avrupalı üyelerin çoğunluğu Türkiye
konusunda araştırmakla görevli bir alt-komisyon kurulmasından yana
görüş açıklarken, Turhan Feyzioğlu, Cevdet Akçal ve Orhan Oğuz gibi sağ
milletvekilleri klasik demagojilerle kararı engellemeye çalıştılar. O
sırada Türkiye'de CHP Genel Başkanı Ecevit'in yasama dokunulmazlığının
kaldırılmak istendiği biliniyordu. Avrupa milletvekilleri, bunu göz
önünde tutarak, kendi tutumlarını destekleyeceği umuduyla, CHP'nin
temsilcisi Mustafa Üstündağ'dan görüş istediler. Üstündağ, Ecevit'in
dokunulmazlığının kaldırılmasını askerlerin değil, gelecek seçimlerde
CHP'nin başarılı olmasından korkan hükümetin istediğini ileri sürdükten
sonra, "Yakında genel seçim yapılacak. Demokrasinin yeniden kurulması
yolunda önemli ilerleme kaydedilmektedir. Böylesi bir dönemde Türkiye
için bir alt-komisyon kurulmasının yararı yoktur. Sayın Ecevit de bu
görüştedir," diyordu.
Ecevit, belli ki, Türkiye'de kendisinin karizmatik yükselişinin
"demokratikleşme" sorununu tek başına çözebileceğine inanıyor, dıştan
gelecek müdahalelerin bu sürecin gelişmesini engelleyeceğine inanıyordu.
Türkiye'deki ana muhalefet partisi sözcüsünün, hem de Ecevit adına
böyle bir tavır alması karşısında, Siyasal Komisyon Türkiye'deki
"demokratikleşme" sürecine zarar vermek endişesine kapılıyor ve
sonuçtaTürkiye için bir alt-komisyon kurulmasından vazgeçiliyordu.
Bu tarihten sonradır ki, Avrupa'daki protesto ve dayanışma hareketleri
hızını kaybediyor, herkes Ecevit'in iktidar olmasını, "demokratikleşme"
mucizesini yaratmasını beklemeğe başlıyordu. 12 Mart rejimine
karşı olan Türkiyeli grupların çoğu da, Türkiye Demokratik Direniş
Hareketi'nin tüm uyarılarına rağmen, rejime karşı aktif mücadeleyi
terkederek Ecevit'i destekleme kampanyasına katılıyordu. TCK'nun 141 ve
142. maddelerinin kaldırılması, 12 Mart döneminde yapılan
antidemokratik Anayasa değişikliklerinin iptal edilmesi, Kürt halkının
temel hak ve özgürlüklerinin tanınmasi istemleri birden bire unutulmuş,
herşey Ecevit'in karizmasından beklenir olmuştu.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, 1973-1975 yılları, Avrupa'daki dört
diktatörlüğün çöküş yıllarıdır. Ancak Yunanistan, Portekiz ve
İspanya'da diktatörlükler gerçekten bütün kurumlarıyla çökmüş, örneğin
komünist partileri derhal legale çıkabilmişti. Ama Türkiye'ye layık
görülen demokrasi, komünist partiler üzerindeki yasağın sürdüğü, Kürt
halkının hak ve özgürlüklerinin tanınmadığı, sol basının devlet
terörüne hedef olmağa devam ettiği bir "demokrasi"ydi, "bon pour
l'Orient" demokrasisiydi. İşin acı tarafı, Türkiyeli sol ve demokratik
güçlerin de buna razı bir tutuma girmiş olmalarıydı.
Bu kısa görüşlülüğün ve teslimiyetin bedeli, çok ağır bir şekilde 70'li
yıllar boyunca ve özellikle de 1980 darbesiyle ödenecekti.
Ve de ödendi… Hâlâ da ödeniyor.
2006 yılında yaptığımız belgeselin bitiminde hala polis terörünün devam
ettiği, zındanlarda hâlâ binlerce siyasal tutuklu bulunduğu, onlarca
gazetecinin hapiste olduğu vurgulanıyordu.
Üzerinden yedi yıl daha geçti…
2013 Mart'ı… Yani 12 Mart Darbesi'nden tam 42 yıl sonra, zındanlar siyasal tutuklu ve gazetecilerle dolup taşıyor.
Ve de kavgamız sürüyor…