A non-government information service on Turkey
Un service d'information non-gouvernemental sur la Turquie

Info-Türk title

flashfondationeditorsbulletinspublications


2 Tan Olayı: 1945 (Tan Gazetesi) ve 1967 (Ant Dergisi)

 

Tan Gazetesi Sergisi kendi evinde açıldı


Tan Gazetesi'nin ve matbaasının tahrip edilip yağmalanmasının 69. yıldönümünde "Yokuşun Başı- Demokrasi Mücadelesinde Tan Gazetesi 1935-1945" konulu bir sergi düzenlendi. Sergi, Cağaloğlu'nda, Ankara Caddesi 
N° 32’deki Halil Lütfü Dördüncü İş Hanı'nda bulunan Tan Evi'nde açıldı.
Döneminde demokrasi ve barış mücadelesinin bayrağı olan Tan Gazetesi, iktidardaki CHP'nin tahrikiyle, yandaş basının sürekli saldırılarına uğramaktaydı. 4 Aralık 1945 günü Hüseyin Cahit Yalçın'ın Tanin Gazetesi'ndeki "Kalkın ey ehli vatan" başlıklı tahrik yazısı üzerine çok sayıda milliyetçi ve islamcıdan oluşan bir grup, önce İstanbul Üniversitesi, ardından da Tan Gazetesi önünde protesto gösterisi yaptıktan sonra Tan idarehanesi ve matbaasının bulunduğu binaya saldırmışlardı.

Saldırıda gazetenin yönetim bölümüyle matbaası tahrip edilmiş ve yağmalanmıştı. Bu arada genellikle sol yayınlar satan ABC ve Berrak kitabevleri de tahrip edilmişti. "Allah Allah", "Komünistlere Ölüm" nidalarıyla Beyoğlu'na çıkan göstericiler burada da, sol eğilimli olarak bilinen Görüşler Dergisi'yle Yeni Dünya ve La Turquie Kémaliste gazetelerini tahrip etmişlerdi.

Olayların ardından saldırıya uğrayan sol görüşlü gazete ve dergilerle birlikte Tan da yayın hayatına son vermek zorunda kalmıştı.

Tan Olayları sırasında İstanbul'daki sıkıyönetime karşın göstericilerden hiç kimse yargılanıp mahkûm olmamıştı. Baskına katılanlar arasında Süleyman Demirel, İlhan Selçuk, Orhan Birgit, Ali İhsan Göğüş bulunuyordu. Baskının sorumlularından hiç kimsenin ortaya çıkarılmamasına karşılık bu toplu linç ve yağma hareketine maruz kalan gazetenin sahibi Zekeriya Sertel ve eşi Sabiha Sertel hakkında daha önce yayımlanmış bazı yazılarından dolayı davalar açılmış, iki seçkin gazeteci bir süre sonra yurt dışında siyasal sürgüne gitmek zorunda kalmışlardı.

Ant yöneticileri Dogan Özgüden ve Inci Tuğsavul’un mesajı
Bu olaylardan tam 22 yıl sonra aynı adresteki Tan Matbaası'nda dizilip basılan Doğan Özgüden ve İnci Tuğsavul yönetimindeki sosyalist Ant Dergisi de matbaanın işletmesini ele geçiren islamcıların yeni bir sabotajına uğrayacak, ikinci bir Tan Olayı yaşanacaktı.

Halen İnfo-Türk'ün yöneticileri olan Doğan Özgüden ve İnci Tuğsavul, kendilerini açılışa davet eden Tan Evi yöneticilerine, Tarih Vakfı'na ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'ne  Brüksel’den aşağıdaki mesajı gönderdiler:

Degerli dostlar,

Tan Gazetesi Sergisi’nin açilisi için gönderdiginiz çagriyi aldik, tesekkür ediyoruz.

Maalesef siyasal sürgünümüz devam ettigi için, meslek hayatimizin en önemli dönemlerinden birini yasadigimiz
Ankara Caddesi N° 32’deki ishaninin Tan Evi olarak açilisinda bizzat bulunamamaktan dolayi son derece üzgünüz.

Bu önemli girisimin baslaticilarini ve uygulayicilarini yürekten kutlarken, sergi ve müzeye bir katki olarak 1967 yilinda yasanan bir ikinci Tan Olayi’nin belgelerini ekte gönderiyoruz.

Sosyalist Ant Dergisi’ni  1967 yili basinda Yasar Kemal ve Fethi Naci’yle birlikte Tan Matbaasi’nda yayinlamaya baslamistik.

10 Ekim 1967’de Tan Matbaasi’nin isletmesini Halil Lütfü Dördüncü’den devralan islamcı isadamlari toplulugunun ilk isi, bu matbaada bir sosyalist derginin dizilip basilmasini yasaklamak, direnen matbaa isçilerini de isten atmak olmustu.

Ardindan da dönemin ümmetçi gazeteleri Ant Dergisi yöneticilerine ölüm tehditleri de içeren bir saldiri kampanyasi baslatmislardi.

Bu zorbaligin öyküsünü, Halil Lütfü Dördüncü’yle iliskilerimizi Türkiye’de (Belge Uluslararasi Yayincilik) ve Belçika’da (Academic&Scientific Publishers) yayinlanmis olan “Vatansiz” Gazeteci adli anilardan seçmelerle ekte sunuyoruz.

Tan Gazetesi susturulduktan sonra yurt disinda siyasal sürgüne gitmek zorunda kalan degerli gazeteciler Sabiha Sertel ve Zekeriya Sertel’in anilarinin Türkiye’de ilk kez Ant tarafindan yayinlanisinin hikayesi bu ektedir.

Degerlendirilecegini umuyoruz.

Basari dileklerimizle sizlere ve açilista bulunacak tüm dostlarimiza yürekten sevgilerimizi iletiyoruz.

Dogan Özgüden - Inci Tugsavul

*
Türk sağının vandallığı ve Sertellerin Sergisi!

NAZIM ALPMAN, birgun.net, 7 Aralik 2015

İstanbul’da Sirkeci’den yukarıya Cağaloğlu’na doğru çıkarken solda tam olarak “Yokuşun Başı”nda yaşayan bir tarih yer alıyor:

“Halil Lütfü Dördüncü İş Merkezi!”

Son yıllarda bölge turizm hamlesinin pençesinde her gün güzelleştiriliyor!!! Yayınevleri, kırtasiyeciler, kitapevleri kapanıyor. Yerlerine daha fazla kâr sağlayacak, yeni tesisler açılıyor. Oteller, kafeler, lokantalar, marka konfeksiyon ürünlerinin taklitleri ile turist avcılığı sektörü Babıali’ye 2000’lerin damgasını vuruyor.

Bu parasal taarruza karşı inatla köklerine sahip çıkan bir ailenin sessiz direnişi yükseliyor:

“Tan Kültür Avlusu!”

Halil Lütfü Dördüncü’nün varisleri, hiçbir kuruluştan maddi katkı talep etmeden sadece ailenin olanaklarıyla koca iş hanını kökleri üzerinde yaşatmaya gayret ediyorlar.

• • •

Gençler için minik bir not düşmeliyim. Bu han 20. Yüzyıla damgasını vuran bir basın merkezidir. Başta efsanevi TAN gazetesi olmak üzere, pek çok gazete dergi bu binada hazırlanıp basılmıştır. Bunlardan biri de Doğan Özgüden, Yaşar Kemal ve Fethi Naci’nin kurucusu oldukları ANT dergisidir. Genel Yayın Yönetmeni Doğan Özgüden ile eşi İnci Tuğsavul Özgüden tarafından yönetilip yayınlanan ANT 3 Ocak 1967’den Mayıs 1971’e kadar yayınlandı. Özgüdenler 12 Mart Muhtırası sonrasında Türkiye’den gizli olarak ayrılırlarken yayınları nedeniyle derginin omuzlarında 300 yıl hapis istemli davalar yükseliyordu.

Tıpkı onlardan 20 önce aynı binada yayınlanan TAN gazetesinin yöneticileri Sabiha Sertel ve Zekeriya Sertel gibi… Zekeriya Bey, Paris’te ve Amerika’da Hukuk ve gazetecilik tahsili yaparak yurda döndü.

Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’da değişik yayın organları çıkarttı. 1923’te ABD’den dönüşünde Basın Yayın Genel Müdürlüğü’ne getirildi. Basın özgürlüğü konu- ısunda Cumhuriyet rejiminin yöneticileriyle ters düştü ve istifa etti:

-Sansür olan yerde ben olmam dedi!

Böylesi niteliklere sahip insanlarımızın başına gelmedin felaket bırakılmıyor bizim ülkemizde… Tek parti, çok parti fark etmiyor.

Bu konuda Türk Sağının ayrıcalıklı bir yeri var. Devlet ne zaman “haydi” dese Türk sağın militan gücü harekete geçiyor. Fikir mücadelelerini en ilkel biçimde sürdürüyorlar:

-Yakıyorlar, yıkıyorlar, yağmalıyorlar!

Bunu da “devletimizi koruyoruz” diye yapıyorlar.

• • •

TAN Kültür Evi’nde 4 Aralık’ta (TAN Baskını Yıldönümü) Sertel Ailesi’nin elde kalan özel fotoğraflarından bir sergi açıldı. Sergiyi Sertel Ailesi hazırlamıştı. Sertellerin torunu Tia O’Brien ile yeğen Nur Deriş birlikte çalışmışlardı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Tarih Vakfı, Türkiye Yayıncılar Birliği ve Halil Lütfü Dördüncü İş Merkezinin ortaklaşa düzenledikleri bir toplantıyla sergi açıldı.

Serginin bulunduğu avluda devamlı olarak bir belgesel gösteriliyor. Can Dündar’ın hazırladığı “Tan Baskını” belgeselinde 1940’lı yılların anti-komünist ruhunun hangi azgınlık noktalarına ulaştığı anlatılıyor. Can bu belgeseli “ders çıkartılması” amacıyla hazırlamıştı.

Aradan 70 yıl geçti. Aynı hoyratlıklar yine hayatın içinde ve alabildiğine özgür(!) salınıp dolaşıyor. O kadar ki, aynı TAN gibi, ANT gibi saldırıya uğruyor muhalif yayın organları… Gazeteciler de Serteller gibi Özgüdenler gibi yurdu terk etmeye zorlanıyor.

Etmezlerse? O zaman da hapse atılıyorlar. Can Dündar gibi, Erdem Gül gibi!

Türk sağı yine ağırlıklı olarak iktidarın yanında ve başta basın özgürlüğü olmak üzere bütün özgürlüklerin karşısında iki büklüm yerini alıyor.

İstanbul’da yaşayanlar, Halil Lütfü Dördüncü İş Merkezi’ndeki “Serteller Sergisi”ni görmeliler. Özellikle gazetecilik tahsili yapan gençler. Tabii şu anda mesleğin içinde olanlarımız da…

http://www.birgun.net/haber-detay/turk-saginin-vandalligi-ve-sertellerin-sergisi-97091.html

*
“Vatansız” Gazeteci kitabında 2. Tan Olayı

Doğan Özgüden’in “Vatansız” Gazeteci kitabından
Tan Matbaası, Halil Lütfü Dördüncü ve Sertel’lerle ilgili bölümler:


    1967 yılı sonu... İlk olarak Ant Dergisi'ni bastırabilecek bir matbaa bulmamız gerekiyordu. Gerçi İstanbul'da dergiyi rotatifte basabilecek matbaa çoktu, ama derginin siyasi tutumunu gördükten sonra diğer sayıları basmayı reddedebilirlerdi.
    Bâbıâli yokuşunu her tırmanışta sol tarafta gözüme çarpan Tan Hanı ve alt katında da Tan Matbaası vardı.
    Sertel'lerin yönetimindeki Tan Gazetesi yıllarca bu binada yayınlanmış, CHP'nin hazırladığı bir komplo sonucu 1945 yılı sonunda "milliyetçi" gençler tarafından tüm tesisleri yakılıp yıkılarak susturulmuştu. Sertel'ler yurt dışına çıkmak zorunda kaldıktan yıllarca sonra gazetenin ortaklarından Halil Lütfü Dördüncü aynı yerde bir Tan Hanı inşa ettirmiş, Tan Matbaası'nı da tüm dizgi olanakları ve rotatifiyle işler hale getirmişti.
    Halil Lütfü Dördüncü Bâbıâli'de elisıkılığıyla ün yapmıştı. Tan Hanı'nın cephesindeki bir panoda binanın sahibinin Halil Lütfü Dördüncü olduğu yazılıydı. Ama Dördüncü kelimesinin "4." olarak yazılmış olması herkesin dikkatini çekiyordu. Dördüncü'nün elisıkılığını bilen eskiler, "Boyadan tasarruf için öyle yazdırmış" derlerdi.
    Dördüncü'den randevu istedim ve dergi yayınlama projemizi anlattım.
    İlk kez karşılaşıyorduk.
    - Ben sizin Akşam'daki maceranızı iyi biliyorum. Çıkaracağınız dergiyi burada dizdirip bastırabilirsiniz. Tan'dan yirmi yıl sonra burada bir sol dergi çıkması beni de sevindirir. İsterseniz dergi idarhanesi olarak üçüncü katta büyük bir boş büro var. Orayı da size kiralarım, dedi. Ardından ekledi:
    - Sempati başka şey, para işi başka şey... Derginizi dizip basarım ama, parasını da piyasa rayici üzerinden kuruşu kuruşuna alırım, hem de hiç geciktirmeksizin. Beni adım Halil Lütfü...
    Büyük yaş farkına rağmen bu ufak tefek, tilki gibi kurnaz ama son derece sempatik "meslek büyüğümüz"le ara­mızda derhal bir dostluk kuruldu. Sertel'lerle birlikte giriştiği, ama hüsranla biten Tan macerasından sonra aynı çatı altında yeni bir sol yayının gerçekleşmesinden, belki de nostaljik olarak, kıvanç duyduğu belliydi.
    Ertesi gün kendisiyle ayrıntılı bir kira ve baskı sözl­eş­mesi imzaladıktan sonra bir marangoza dört kişinin çevresinde çalışabileceği büyük kare bir masa ile dosyaları, arşiv malzemelerini, kolleksiyonları koyabileceğimiz yekpare bir dolap sipariş ettik. Bu yekpare dolap yapılıp geldiğinde başımıza büyük dert oldu. Tuttuğumuz odaya sığmasına sığacaktı ama hanın dar merdivenlerinden çıkartılması mümkün olmuyordu. Niğde'li hamallar havlu atınca dolabı desterelerle dilimleyip yukarıya parça parça çıkarmak zorunda kaldık.
*
    Her hafta 16 sayfa çıkacak olan Ant Dergisi'nin birinci sayısı, yazar isimlerini güneş ışınları gibi anons eden bir kapak düzeniyle yayınlandı.
    Turuncu renkteki güneş daha sonraki sayılarda derginin amblemi olarak Ant isminin yanında yeralacaktı.
    Üçüncü sayfadaki ilk yorum yazısında Ant'ın, “Babıâli basınında yer verilmeyen gerçeklerin dile getirildiği, zincirlenen kalemlerin özgürce konuştuğu bir forum” olduğunu, “sosyalizmin zaferini ancak halkın demokratik mücadelesinde görenlerin, Antiemperyalist mücadeleyi sosyalist mücadele ile birlikte yürütmek kararında olanların” dergisi olduğunu belirterek şu nitelemeyi yapmıştım:
   
    O sömürücülüğe karşı Ant’tır.
    O sosyal adalet için Ant’tır.
    O emperyalizme karşı Ant’tır.
    O bağımsızlık için Ant’tır.

*
    İnci'yle birlikte redaksiyon ve mizanpaj çalışmalarını hızla tamamlayarak mürettiphaneye indirdiğimiz anı hiç unutmuyorum. Halil Lütfü'nün solcu bir dergiyi dizip basmayı kabul etmesinden dolayı mürettiphanede ve makine dairesinde gözle görülür bir tedirginlik vardı.
    Ne ki, derginin kurucularıyla yüzyüze geldiklerinde bu solcuların da diğer insanlardan farkı olmadığını görünce tavırları hemen değişti. Özellikle de İnci'nin şahsen matbaaya inerek diğer mürettiplere elvermesi, karşılaştıkları teknik sorunlara hemen çözüm getirmesiyle bu huzursuzluk tamamen dağıldı.
    Bu olayı daha sonra Ant'ı dizdirip bastıracağımız diğer matbaalarda da yaşayacaktık.
    Nihayet beklenen an geldi. Ant'ın ilk sayısının Tan rotatifinden gür bir nehir gibi akarak çıkışını Yaşar ve Naci'yle gözlerimiz yaşararak coşkuyla izledik.
*     
    Ant daha ilk sayılarında aşırı milliyetçi ve dinci yazarların boy hedefi haline gelmişti. Örneğin 15 Ocak 1967 tarihli Son Havadis Gazetesi'nde Tekin Erer şöyle diyordu: "Yeni kızıl organın adı Ant'tır. And'ın manası yemin'dir, ama Ant'ın ne demek olduğunu, ne manaya geldiğini doğrusu bilemiyorum. Olsa olsa, bunların  gayeleri asırlardır harp ederek her aileden bir kaç şehit verdiğimiz ülkelere meyletmek bulunduğuna ve böylece haysiyet ve namustan da feragat edildiğine göre, 'Atalarımızı, Namusumuzu Tanımıyorum' kelimelerinin başharflerinden meydana getirilmiş bulunsa gerektir."
*     
    Tan rotatifinde Bugün Gazetesi hergün basılıyordu, Ant ise haftada bir Bugün'den sonra baskıya giriyordu. Baskı hazırlığı sırasında Bugün’cülerle karşılaşıyorduk, ama aramızda pek takışma çıkmıyordu. İki tarafın da çalışanları da iş planında birbirine saygılıydı, zaman zaman pratik yardımlaşmalar da oluyordu.
    Bir gün tam da baskıya gireceğimiz sırada devrimci bir öğretmen Ant'ı ziyarete gelmişti. Biraz sohbetten sonra Ant'ın baskısını izlemek üzere birlikte makine dairesine indik. O da bizim yanımızda Ant'ın baskı hazırlığını büyük bir heyecanla izliyordu. O sırada rotatif çalışmaya ve  sortiden Bugün Gazetesi çıkmaya başladı.
    Öğretmen okuyucumuz bunu görünce âdeta şok geçirdi, büyük bir öfkeyle bizlere,
    -Bu paçavrayı nasıl basıyorsunuz? diye infial gösterdi.
    Bizim Tan Matbaası'nın sahibi olmadığımızı, matbaanın Ant gibi parasını ödeyen her yayını basabileceğini zar zor anlatabildik.
    Bugün'le aynı rotatifte basılmanın en garip cilvesi, Ant'ın ilerideki sayılarından birinin hacıyağı kokusuyla çıkması olacaktı.
    Bugün Gazetesi dindar kitlelerden okuyucu çekebilmek için çeşitli kampanyalar açıyor, kupon karşılığı hediyeler dağıtıyordu.
    Bir gün Ant'ı basmak üzere makine dairesine girdi­­ği­mizde başımızı döndürecek yoğun bir hacıyağı kokusuyla karşı karşıya kaldık. Gazeteyi bu kokuyla çıkartmak için rotatifin mürekkebinin içine hacıyağı karıştırılmıştı, Bugün bu kokuyu emerek basılıyordu. Ant basıldığında bu koku ona da sinecekti. Bu yüzden baskıyı geciktirttik, Bugün'ün baskısı bittikten sonra rotatifin kazanından hacıyağlı mürekkebi tamamen temizlettirdik. Ama ne yaparsan yap, hacıyağı kokusu yine de basılan Ant'lara kısmen sindi. Neyse ki dergi bayi tezgahlarında iki gün sonra sergilendiği için okuyucular bu kokuyu pek farketmediler.
    Rotatifte Ant'ı basan Mithat Usta son derece dürüst, işinin ehli ve de dini bütün bir insandı. Dindar olmasına rağmen Bugün'cülerden nefret eder, "Bunla sahtekâr, müslümanlıkla ilgisi yok," derdi.
    Ant'ın baskıya girişi ezan saatine denk geldiğinde matrislerin çekilmesi, kalıpların dökülmesi, frezelenmesi büyük bir mesele olurdu. Tan'ın çevresinde birçok cami, mescit olduğundan ezan seslerinin biri susar, öteki başlardı. Mithat Usta her defasında elindeki işi bırakır, ezanın bitmesini beklerdi.
    Bu durum baskıya nezaret eden İnci'nin canına tak ettiğinden, mürettipliken sonra rotatif makinistliğine de girişti, matris çekme, kalıp dökme işinin dışında, makineye takılan kalıpların temiz baskı verebilmesi için altlarını desteklemeyi de öğrendi.
    Baskı günlerinde İnci'yi arayanlar onu Şarlo'nun Asri Zamanlar'ındaki gibi elinde bir İngiliz anahtarıyla rotatifin katları arasında bulabiliyordu.
    Hattâ bir gün Mithat Usta ağır hasta düşmüştü. Baskıyı bitirecek hali yoktu. Derginin çıkışının gecikmesi tehlikesi vardı. İnci'nin birden makine dairesine elkoyuşu, matrislerin çekimini, kalıpların dökümünü, merdanelerde gerekli alt beslemelerini yaptırdıktan sonra herkesin koskocaman açılmış gözleri önünde rotatife yol verişi unutulur gibi değil...

İslamcıların Ant'a sabotajı


    1967'nin Eylül-Ekim aylarında ABD'nin Türkiye'deki varlığını güçlendirme yolunda yeni girişimler birbirini kovalıyordu. Doğu Anadolu'ya nükleer mayınlar yerleştirilmesi konusunda ABD Savunma Bakanı Mac Namara ile Ankara'da yeni pazarlıklar yapılmış, NATO'nun düzenlediği bir tatbikat için Vietnam'da savaşmış binlerce ABD askeri havadan Anadolu topraklarına indirilmişti. ABD üslerindeki işçi grevleri de NATO Komutanlığı'nın isteği üzerine hükümet tarafından ertelenmişti.
    Dahası, ABD 6. Filosu'nun İstanbul'un düşman işgalinden kurtuluşunun 45. yıldönümünde Boğaz'a demirlemesi bardağı taşıran damla olmuştu.
    TİP Genel Başkanı Aybar Ant'ta yayınlanan demecinde "Amerika Türkiye'den çıkartılmalıdır" diyordu.
    Bu gelişmeler karşısında, Ant'ın 10 Ekim 1967 tarihli 41. sayısını "Go Home" sloganlı bir kapakla yayınladık, iç sayfalarda ABD aleyhtarı son eylemlere ve açıklamalara geniş yer verdik.
    "Go Home" sayısı, Ant'ın Tan tesislerinde çıkan son sayısı oldu, matbaayı satınalmış olan ümmetçi işadamları grubu dergimizin bu tesislerde dizilip basılmasını yasakladı.
    2000'li yıllarda anti-Amerikan havalara giren ümmetçiler ve aşırı milliyetçiler o yıllarda ABD emperyalizminin gönüllü fedaileriydi. Gazetelerinde anti-emperyalist yazar ve eylemcilere en aşağılık ifadelerle saldırıyor, ölüm fermanları çıkartıyorlardı.
    Örneğin ümmetçi işadamlarının yatırımıyla yayınlanan ve akıl hocalığını süpermürşit Necip Fazıl Kısakürek'in yaptığı Bâbıâlide Sabah Gazetesi, 10 Ekim 1967 tarihli sayısında açıkça şu tehditleri yayınlayabiliyordu: "Ey Allahsız, kitapsız, dinsiz, imansız, kızıl köpekler! Ölüm, sizlere ölüm... Ey kızıl sürüleri! İslam arslanları, Türk yiğitleri kükredi. Hudutlarımızın içinde size ve sizin bütün şer organlarınıza ölüm yağdıracağız, ölüm!"
    Ant, Halil Lütfü Dördüncü ile yaptığımız 17 Aralık 1966 tarihli bir sözleşmeye göre tarihi Tan tesislerinde dizilip basılıyordu.
    İlk gelişimizde bizleri tereddüt ve kuşkuyla karşılamış olan matbaa personeli bizimle altı aylık işbirliği süresinde haklarının bilincine varmış, Basın İş Sendikası'yla bağlantı kurarak ücret ve çalışma koşulları konusunda Halil Lütfü Dördüncü'den bazı taleplerde bulunuyor, pazarlık için sendika delegeleriyle bir masaya oturmasını istiyorlardı. Basın İş Sendikası da, müzakereye oturmadığı takdirde Tan tesislerinde greve gideceğini  bildirmişti.
    Gerçekten de Dördüncü'nün dayattığı koşullarda çalışmak tahammül edilir gibi değildi. Günde kaç kez tuvalete gidilebileceği, gidince tuvalette kaç dakika kalınabileceği konusunda dahi katı kurallar koymuştu.
    Bir gün dergiye gittiğimde Dördüncü yolumu kesti, son derece öfkeliydi:
    - Bak Doğan, dedi. Bunların böyle kanının bitlenmesi sizin marifetiniz. Sizin yazıları dize basa şimdi herbiri sol oldu, sendikacı oldu. Ben herşeye tahammül ederim de, daha dün işe aldığım, ekmek parasını bana borçlu çoluk çocukla dünya yıkılsa bir masaya oturamam. Hele o sendika başkanı İbrahim Güzelce'yle asla...
    Matbaa çalışanlarını iş arası sohbetlerde işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlenmesi konusunda bilgilendirdiğimiz doğruydu.
    - Üstadım, olaya biraz farklı bakın, diye yanıt verdim. Siz Bâbıâli'nin en kıdemli ve en deneyli işverenlerindensiniz. Devran değişiyor. Sendikalanmak, hak taleplerinde bulunmak onların yasal hakkı. Anlayışlı davranın, masaya oturup tartışın, gerekirse biz de arabuluculuk yapalım.
    - Yok, ben bunlarla dünyada bir masaya oturmam. Burayı ya kapatırım, ya da devrederim. Gerisini siz düşünün!
    Dördüncü'nün para konusunda ne denli eli sıkı olduğunu biliyordum. bu konudaki ünü tüm Bâbıâli'ye yayılmıştı. Kendisi de bu imajını güçlendirmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.
    Örneğin her ay sonunda dizgi ve baskı borcumuzu ödemek üzere odasına indiğimde, elimdeki paralara bir göz atar, eğer kâğıt para getirmişsem, hele hele arasında mor binlikler varsa kızar,
    - Bana ödeme yapacaksanız yükte de ağır ödeme yapın. Mümkünse madeni paralarla...
    - Ama beyefendi, onlar da pahada aynı değil mi?
    - Bak yavrum, derdi. Bu paralar kolay kazanılmıyor. Kazanılan parayı saymaya ne kadar vakit ayırırsan değeri o kadar artar.
    Dördüncü'nün tavırlarını hep mizahi bir olay olarak görmüş, hak talebinde bulunan emekçilere öfkesinin nerelere varabileceğini kestirememiştik.
    Bir pazartesi sabahı 42. sayıyı hazırlamak üzere Tan Han'da çalışmaya başladık, İnci önceden gelmiş yazıları puntolayarak dizgi için mürettiphaneye indirdi. İndirmesiyle birkaç dakika sonra barut gibi yukarı çıkması bir oldu:
    - Rezalet... Nâtık Usta, yeni patronlardan artık Ant Dergisi'ni dizmemek için emir aldıklarını söyledi.
    Hemen aşağı indim:
    - Hayrola Nâtık Usta?
    - Doğan Bey, son derece üzgünüm, Halil Lütfü bu hafta sonu matbaanın işletmesini hacılara devretmiş. Onların da ilk işi, bu sabah erken saatte gelip bize artık Ant'ın burada dizilip basılamayacağını tebliğ etmek oldu.
    Derhal Halil Lütfü'nün odasına daldım:
    - Bunu nasıl yaparsınız?
    Belli ki, Ant'ın dizilip basılmasına yasak konduğundan habersizdi.
    - Daha önce ikaz etmiştim. Sendika buraya tebelleş olmaktan vazgeçmediği sürece burayı ya kapatacak, ya da başka birilerine devredecektim.
    - İyi de, devretmeye kesin karar verdiğinizde bir duyuru yapsaydınız, belki hacılara göre daha aklıbaşında bir alıcı bulunurdu.
    - Ben piyasayı bilirim, hacıların vereceği parayı kimse veremez!
    - Paranız sizin olsun, ama sizinle aramızda en azından bir yıllık dizgi-baskı sözleşmesi var. Tan Matbaası, sahibi kim olursa olsun, Ant'ı yıl sonuna kadar dizip basmak zorunda. Hacıların ilk işi Ant'ın dizilmesini yasaklamak olmuş? Bu durumdan siz de sorumlusunuz.
    Ant'ın dizgisinin reddedildiğini öğrenince Halil Lütfü'nün suratı allak bullak oldu, kıpkırmızı kesildi.
    - Olamaz, dedi. Ben matbaayı onlara anlaşmalı işleri kontrat süresinin sonuna kadar basmaları şartıyla sattım.
    Ardından da bir taksi çağırttı:
    - Gel benimle, derhal hacılara gidiyoruz.
    Dördüncü, satış anlaşmasını Bahariye ve Kader mensucat fabrikalarının patronu Hacı Muammer Topbaş'a devretmişti. Topbaş, yeşil sermayenin Konya çıkışlı ilk yükselen yıldızları arasındaydı. Mensucat dışında başka sektörlerde de yatırımları vardı, bir yıl önce de yeğeni Sabahattin Topbaş'la birlikte Bâbıâli'de Sabah Gazetesi'ni yayınlamağa başlamıştı.
    Suudi sermayesiyle sıkı çıkar ilişkileri içinde bulunan Topbaş'ın gazetesi, aynızamanda Türkiye-Suudi Arabistan Dostluk Cemiyeti'nin de genel karargâhıydı.

   Bindiğimiz taksi Kâğıthane'deki mensucat fabrikasına vardığında öğle olmuştu. İdarehanedeki personel ellerinde ibriklerle abdest almaya, oradan da koltuk altında seccadeleriyle namaz kılmaya gidiyordu.
    Dördüncü, bekçiye kendisinin Tan Tesisleri'nin sahibi olduğunu, Hacı Topbaş'la görüşmek istediğini söyledi. Bekçi,
    - Bekleyin, Hacı Efendi namazdadır, diye yanıtladı.
    Kapının yanında iki sandalyeye ilişerek Hacı'yı beklemeye başladık.
    Yarım saat kadar sonra, bürosuna geldi ve bizi içeri aldı. Halil Lütfi, Ant Dergisi'nin yöneticisi olduğumu söyleyerek beni tanıtınca adamın suratı asıldı. Karşısında azılı bir komünist vardı, kapıdan kovmuş ama bacadan girmişti. Oturacak yer dahi göstermedi.
    Halil Lütfü hemen konuya girerek, aramızda bir yıllık bir dizgi ve baskı anlaşması olduğunu, tesisleri devrederken mevcut müşterilerle olan anlaşmalara riayet edilmesini şart koştuğunu, bu bakımdan Ant'ın dizilip basılmasını yasaklamanın hem anlaşmaya, hem de yasalara aykırı olduğunu dilinin döndüğünce anlatmaya çalıştı.
    Hacı, bu sözleri, yüzümüze dahi bakmadan, başını tavana kaldırıp sanki bir vahiy inmesini bekliyormuş gibi dinledi. Sonra bir imam tonlamasıyla konuştu:
    - Biz İslam ümmetinin sesini duyurmak için gazete çıkartıyoruz. Bizim gazeteyi çıkartmamız bir takdir-i ilahidir. Tan tesislerini kiralayan müslüman tüccarlar ortaklığı, Ant'ın bu tesislerde bastırılmaması için kesin karar almıştır. İmtiyaz sahibi olarak da, bu kararı uygulamakla beni görevlendirmiştir. Yazılı anlaşma da olsa, Ant'ın Tan tesislerinde bundan böyle basılması asla mümkün değildir.
    O sırada çevremizde sakallı bir takım tipler de toplanmağa başlamıştı.
    Tan Matbaası'nın CHP döneminde nasıl tahrip edildiğini gözleriyle görmüş olan Halil Lütfi, benim oradaki varlığımdan dolayı herhangi bir saldırıya uğramamızdan endişe etmiş olmalı ki,
    - Hadi Doğan gidelim, burada daha fazla konuşacak bir şey yok. Bundan sonrası hukukçuların işi… Ben size başka bir yerde dizgi ve baskı imkânı arayacağım, dedi.
    Kapıda bekleyen taksiye atlayarak Bâbıâli'ye döndük.
    Bu kez bizi yeni bir sürpriz bekliyordu. Ant'ın dizilip basılmasına yasak konulması üzerine makinist Mithat Usta, kendisi de dindar olduğu halde, bizimle dayanışma göstererek aynı matbaada çıkan ümmetçi Bugün Gazetesi'ni basmayı reddetmiş, bunun üzerine yardımcılarıyla birlikte o da derhal işten kovulmuştu.
    Derginin yeni sayısının hemen dizgiye verilmesi gerekiyordu. Öteki iki kurucu Yaşar ve Naci'yi de çağırdım. Acele bir çözümyolu bulmamız gerekiyordu.
    O sırada bazı gazetelerin dizgi ve baskı işlerini yapan Güneş Matbaacılık TAŞ'ın elinde fazla iş olmadığını biliyorduk. Hemen temas kurdum. Yanıtları hiçbir gerekçe göstermeksizin "hayır"dı.
    Birkaç günü azap içinde geçirdikten sonra son anda Vatan Matbaası'yla bir anlaşma sağlayabildik. Ama 16 sayfalık dergiyi bir iki gün içinde baskıya yetiştirmemiz olanaksızdı. Bu nedenle yeni çıkacak sayıyı istisnai olarak sadece sekiz sayfa yayınlamaya karar verdik.
   
  17 Ekim 1967 tarihli 42. sayının tamamını Amerikan güdümlü hacıların sabotajına ayırmıştık.
    "Sabotaj" kapaklı sayının "Susturamayacaklar!" başlıklı yorumunda şunları yazmıştım:
    "Değil mi ki Ant egemen sınıflara ve Amerikan emperyalizmine karşı çıkmıştır; değil mi ki Ant 'Yankee'lere ve onun Türkiye'deki uşaklarına 'Defol!' demiştir... Hepsi hepsi olacaktır... Bu, sadece Ant için değil, Türkiye'de sosyalist eyleme katılan her insan için mukadderdir. Çünkü, Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçileri, halkın uyanışı karşısında kendileri için 'olmak ya da olmamak' saatinin yaklaştığını görmektedirler. Onun için  her sosyalist eyleme ve her sosyalist yayına en kahredici silahlarıyla saldıracaklardır. İşte Ant bugün bu saldırıyla karşı karşıyadır. Ama, herşeye rağmen, bir avuç insanın yarattığı bu dergi susmayacaktır. Bu dergi susturulsa bile, nöbeti başkaları devralacak, onun sloganları ağızdan ağıza, kalemden kaleme, ta ki bir koronun haşmeti içinde yalan fetvalarını boğuncaya kadar yankılanacaktır."
    Bizim bu tepkimize, Necip Fazıl'ın Büyük Doğu Dergisi'nde verilen yanıt Kanlı Pazar'ın habercisi gibiydi.
    "Basit bir müslümanın bile takdirinden kaçmayacak bir vazife olarak, kiraladıkları müesseseden bu gibi necasetleri temizlemekle işe başlamaları, ilk doğru ve faziletli adım­­lardır. Ve bundan böyle onu takip edecek adımlardan bir işarettir. Moskova lağımının fareleri, nasıl bilsinler ki, kendilerinin karanlık dediği her yerde nur ve pis gördüğü her noktada temizlik vardır. Moskof lağımının igrenç farelerine tatbik edilecek muamele, onları, çoktan beri müstemlekeleştirdikleri 'Tan' matbaasından atmak değil, büyük bir kapan içinde Marmara'ya sarkıtıp boğmaktır."
    Aynı grubun yayınladığı İttihad Gazetesi'nde de medyanın nasıl ümmet kontroluna alınmakta olduğu müjdeleniyordu:
    "Daha dur bakalım, büyüğü geride. Artık isteseniz de, patlasanız da, çatlasanız da, Bâbıâli'ye el attık. Rotatifler, Kur'an ve iman hakikatlerinin neşrinde çalışacak. Müslüman gazetelerin sayısı daha da artacak; matbaaların, dağıtım şirketlerinin en yenisi, en moderni müslümanlara hizmet edecek. Tekniğin meşru dairedeki herşeyi islamiyete, onun hadimlerine hizmet edecek."
    Bu kanlı tehditler başka ümmetçi gazetelerde de sürdürülecekti. Örneğin Bugün'de Mehmet Şevket Eygi açıkça katliam fetvası veriyordu:
    "Türkiye'de komünizmin himaye edildiğine, islamiyetin ise baltalandığına dair apaçık deliller vardır. Artık müslümanlara düşen vazife, uyanık ve hazırlıklı olmaktır. Önümüzde taze ve ümit verici bir örnek vardır. Endonezya'daki komünist kıyımı. Yüzbinlerce komünist öldürüldü. Karada vahşi hayvanlar, denizde balıklar insan etine doydu. Korkunç bir komünist kıyımı oldu. Fakat Endonezya kurtuldu."
    Sabotajdan sonra yayınladığımız sekiz sayfalık Ant'ta bir sayfa da Ant yöneticileri ve yazarları aleyhinde açılmış olan dâvalara ayrılmıştı. Çeşitli yazılardan dolayı Ant'çılar aleyhinde istenen hapis cezaları dokuz ayda 46,5 yıla ulaşmıştı.
*
    Gençliğin katılımını ve desteğini uzun süredir yitirmiş bulunan TİP şimdi de iç hesaplaşmalarla zaafa uğrarken, Alparslan Türkeş'in genel başkan olmasından sonra Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi aşırı sağı silahlı vurucu bir güç haline getirmek üzere seferber olmuştu. Parti, eski MBK üyesi Dündar Taşer'in komutasında Bozkurt'ları "komando" olarak yetiştirmek üzere kamplar açıyordu.  Bu kamplardan birinin yerini tesbit ederek 3 Eylül 1968 tarihli Ant'ta fotoğraflarıyla belgeledik.
    Bozkurtlar o sıralarda Türkiye'nin iki büyük öğrenci federasyonunu, Milli Türk Talebe Birliği ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu'nu ele geçirmişlerdi. CKMP'nin komando kampları da MTTB'nin gençlik kampları görüntüsü altında kuruluyordu.
    Daha önce ilerici gençlerin yönetiminde bulunan TMTF de, mahkeme kararıyla yed-i emin olarak sağcı öğretim üyelerinden Doç. Dr. Nevzat Yalçıntaş'a teslim edildikten sonra, aşırı milliyetçilerin üssü haline gelmişti. TMTF binası Ant'ın bürosuna çok yakın olduğu için sık sık tehdit ve saldırılara uğruyorduk. Bu yüzden büroyu değiştirmeye karar verdik ve Kasım 1968 başında aynı sokağın daha gerilerinde bulunan Halil Lütfü Dördüncü'ye ait Tan Apartımanı'nın ikinci katına taşındık. Aynı binada Ulus Gazetesi'nin Ankara Temsilciliği, Habora ve Gün Yayınları'nın büroları da vardı.
    O günlerde büyük sosyalist yazar Sabiha Sertel'in sürgünde ölüm haberi geldi. Tan baskınından sonra Türk Devleti'nin adını dahi unutturmak için her yola başvurduğu Sertel'in kişiliğini yine onun kavga arkadaşlarından Müntakim Öçmen kaleme aldı. Sertel'in vatan özlemini dile getiren son mektuplarıyla birlikte yayınladık. Ardından da kendisinin Nazım Hikmet'le ilgili anılarını: Mavi Gözlü Dev
    Yazı kurulu giderek büyüdüğünden ve yayınları arşivlemek için daha geniş yere gereksinim doğduğundan, Haziran 1970'te Halil Lütfü Dördüncü'nün Başmusahip Sokak'taki Tan Apartımanı'nın üst kattaki dairesinden zemin kattaki bir daireye taşındık. Başta Harun Karadeniz olmak üzere tüm arkadaşlar büyük bir özveriyle çalışarak bu daireyi gerçekten modern bir dergi ve yayınevi bürosuna dönüştürdüler.
    Yazı kurulu toplantılarını arkada, benim de büro olarak kullandığım geniş bir odada yapıyorduk. Harun Karadeniz, dinlenme tehlikesini bertaraf etmek için dairenin her yanını ciddi bir teknik kontroldan geçirmişti.
    Üçüncü kez kiracısı olduğumuz Halil Lütfü Dördüncü, dairede gerçekleştirdiğimiz değişiklik ve iyileştirmelerden son derece duygulanmıştı. Binanın en üst katında zaman zaman kaldığı bir daire vardı. Her gelişinde Ant'a mutlaka uğruyor, İnci'yle benim elimi tutarak,
    - Sizler yaratıcı insanlarsınız, girdiğiniz her yeri ihya ediyorsunuz, diye övgüde bulunuyordu.
    Halil Lütfü bir gün Ant'a geldiğinde,
    - Sana önemli bir önerim var, dedi. Biliyorsun Çocuk Ansikopedisi'ni Sertel'lerle birlikte 40'lı yıllarda beraber ya­yınlamıştık. Ben bu ansiklopedinin bütün klişelerini sakladım. Bir ortaklık kurup bu ansiklopedinin yeni baskısını yapalım, klişeler hazır olduğuna göre son derece ucuza mal olur.
    Güldüm:
    - Halil Lütfü Bey, o ansiklopedinin en sadık okurlarından biri de çocukluk günlerimde bendim. Benim yetişmemde büyük katkısı var. Ama insaf... Yarım yüzyıldır orada yazılanların çoğu demode oldu, siyasette, bilimde, sanatta birçok şey değişti. Sermayeniz varsa, yepyeni bir kadroyla yepyeni bir çocuk ansiklopedisi yapalım.
    Tabii paracıklarını çok seven Halil Lütfü için bu mümkün değildi.
    Larousse Ansiklopedisi'nin Türkçe versiyonunun Meydan Larousse olarak yayına girdiği günlerdi. Ama hepimizin kafasında şu soru vardı: Batı kaynaklı ansiklopediler objektif miydi?
    Türkiye'de o yıllarda Batı ülkelerinde basılmış klasik müzik ya da folklor plaklarını bulmak bir meseleydi, bulunsa bile çok pahalıydı. Karaköyde Sovyet yayınlarını ve plaklarını satan bir kitabevi açılmıştı. Büyük kompozitörlerin ve icracıların 33'lük plaklarını uygun fiyatlarla ve de taksitle alabiliyorduk.
    Plakların kapaklarındaki yazıları anlayabilmek için İnci azmetmiş, Kiril alfabesini oldukça sökmüştü. Elimizde bir Sovyet kaynağı bulunsun diye Sovyet dostlarımızdan Büyük Sovyet Ansiklopedisi'nin Azerice baskısını getirtmelerini istemiştik. Tabii hiçbir zaman gelmedi.
    Yazarlarımızdan Muzaffer Sencer'in kardeşi Muammer Sencer'in bir çeviri önerisi yapmak üzere Ant'a geldiği gün bu konuyu tartışıyorduk.
    - MacMillan Yayınevi Büyük Sovyet Ansiklopedisi'ni İngilizceye çevirtmeye başlamış bile, yakınlarda yayınlayabilirler. Yayınlamayı göze alıyorsanız, Fransızca versiyonu da bulunabilir. Ben çeviride görev almaya varım, dedi.
    Harika bir fikirdi.
    Aslında kitap yayınlarını daha kapsamlı hale getirmeyi düşündüğümüzden, sırf kitap yayınları için Faruk Pekin'in, Muammer Sencer'in ve de Mehmet Emin Bozarslan'ın daimi kadrosunda yeralacağı bir kurul oluşturmaya karar verdik. Ne yazık ki bu proje, 12 Mart darbesinden dolayı uygulamaya geçirilemedi.
*
    Elimize geçen yeni belgeler ve anılar, CHP'nin Türkiye'de faşizan bir rejimin kurulmasında ve ABD emperyalizmine teslimiyette nasıl belirleyici bir rol oynadığını yeteri kadar ortaya koyuyordu. Bunların başında hiç kuşkusuz büyük gazeteci Sabiha Sertel'i anıları geliyordu.
    Bir sabah Fazıl Hüsnü Dağlarca telefon etmiş, "Mutlaka hemen benim kitabevime uğrayın, sizin için önemli bir emanet var," demişti.
    Aksaray'daki kitabevine gittiğimde Dağlarca,
    - İşte tam Ant'a layık bir belge, dedi. Sabiha Hanım sürgünde sizin yayınlarınızı takdirle izliyormuş, anılarının Türkiye'de mutlaka sizin tarafınızdan yayınlanmasını istemiş... 
    Dört ay kadar önce sürgünde yitirdiğimiz Sabiha Sertel'in anıları Sovyetler Birliği'nden bir yolcu bavulunda çamaşırlar arasına gizlenerek getirilmişti. Kitabın adını da Sabiha Hanım kendisi koymuştu: Roman Gibi.
    Daha önce de kendisinin Nazım Hikmet'le ilgili anılarını ve eşi Zekeriya Sertel'in yine Nazım Hikmet üzerine Mavi Gözlü Dev adlı kitabını yayınlamıştık.
    Roman Gibi'yi o gece bir solukta okuyarak hemen yayınlamaya karar verdik. Bir zamanlar sol düşünce hayatında önemli bir yer tutmuş olan Sertel'lerin kitaplarını yayınlıyor olmak gurur vericiydi. Sertel ailesinin Türkiye yayıncısı olmuştuk. Kısa bir süre sonra da, tanınmış bir araştırmacı olan kızları Yıldız Sertel'in Türkiye'de İlerici Akımlar adlı incelemesini yayınlayacaktık.

"Vatansız" Gazeteci'nin önsözünde Sabiha Sertel

    Yıllar sonra, sanıyorum 1969’du, İstanbul’da Ant’ı çı­kartırken Başmusahip Sokak’ta gelen gidenin ardının kesilmediği büromuzda bir gün karşımda Haymatlos Rıza’yı buldum.
    - Haymatlosluk, vatansızlık artık canıma tak etti, dedi, bir daha dönmemek üzere Türkiye’den gidiyorum.
    Biliyorum, partizan savaşı verdiği Yugoslavya’yı da çok seviyordu, ama Türkiye’de yaşamak ve sosyalizm mücadelesini burada vermek istiyordu. Ama kendi toprağında doğup büyüyenlere bile acımasız Türkiye Devleti onu bu kararlılığından caydırmak için polisiyle, bürokrasisiyle, adaletiyle elinden geleni ardına koymamıştı.
    Vedalaştık, ve Haymatlos Rıza Türkiye’den koptu.
    Rıza’nın Türkiye’den kopuşundan iki yıl sonra ben de, İnci de 12 Mart Darbesi’nin insan avında Türkiye’den ayrılmak zorunda kalacak, önce siyasal sürgün, 1980 Darbesi’nden sonra da Evren Paşa’nın buyruğuyla, yurt dışındaki 200’ü aşkın Türkiyeli muhalifle birlikte vatansız yani haymatlos olacaktık.
    Tabii bunları düşünürken, Sabiha Sertel’in 1966’da Ant Yayınları’nda yayınladığımız Roman Gibi kitabının arka kapağına koyduğumuz o hüzün dolu fotoğrafı geliyordu gözlerimin önüne. Bu büyük düşün ve mücadele kadını, uğradığı alçakça baskılar yüzünden 9 Eylül 1950’de bir daha hiç göremeyeceği ülkesinden uçakla ayrılışını şöyle anlatıyordu:
    “Bütün yazdığımız eserlerden, dergilerden bir tek dahi yanımıza alamamıştık. Yıllar boyu halk uğruna savaştığımız vatanımızdan bu şekilde ayrılmak acı bir şeydi. Uçağın merdivenlerini ağır ağır çıkarken yüreğim burkuldu. Bu her zamanki gibi bir seyahata çıkış değildi. Çok sevdiğim mem­leketimi, halkımı, dostlarımı, kardeşlerimi acaba ne kadar zaman sonra görecektim?”
    Vatansızlaştırılan Sabiha Sertel, vatanını bir daha göremeden 1968’de Azerbaycan’da hayata gözlerini yumacaktı.


flashfondationeditorsbulletinspublications