Doğan Özgüden ve Inci Tuğsavul ile Söyleşi Eylem - Niçin gazeteci oldunuz? Hangi amaçla? İlginizi çeken neydi? Özgüden -
Çok gençken gazetecilik benim seçmeyi
düşündüğüm mesleklerden değildi. Fen dalında
çalışan bir bilimadamı olmayı isterdim, ama ailemin maddi
koşulları bu isteğimi gerçekleştirmeme elvermedi. Sırf iktisadi
ve ticari ilimler yüksek okulunda öğrenimimi finanse
edebilmek için 1952'de İzmir'de bir günlük gazetede
çalışmaya başladım. Bir kez başlayınca da kendimi
mücadeleci gazeteciliğe angaje olmuş buldum. Bu mücadele 55
yıldır sürüyor. Gazeteciliğin yanısıra, daha gazeteciliğin
başlangıç yıllarından itibaren sol ve sendikal mücadelede
de yerimi aldım.
Tugsavul - Ankara Üniversitesi'nde hukuk eğitimi görürken baskıcı Menderes rejimine karşı öğrenci mücadelesinde son derece aktiftim. 1960'da medya sansür altında olduğundan siyasal haberleri ancak o sırada muhalif gazetelerde çalışan arkadaşlar aracılığıyla alabiliyorduk. İşte o sırada gazeteciliği seçtim, 48 yıldır da sürüyor. Eylem - 60-70'li yıllarda Türkiye'de sol gazeteci olmak tehlikeli ve riskli bir meslek miydi? Türkiye'de durum hâlâ öyle mi? Tugsavul - Bittabi... Aslına
bakarsanız, sadece sol gazeteciler için değil, inancı ne olursa
olsun, dürüst gazeteci olanlar için de gazetecilik hep
tehlikeli bir meslek olageldi. Türkiye basın tarihi, hapisler,
kovuşturmalar, sansürler, gazete kapatmaları ve hattâ
suikastlarla doludur.
Özgüden - Cumhuriyet'in ilanından hemen sonra Kürt isyanı bahane edilerek medya baskıcı bir rejime tabi tutulmuştur. 40'lı yıllara denk gelen çocukluk dönemimde basına karşı sıkıyönetim uygulamlarını anımsıyorum. Gazeteciliğe başlamamdan hemen sonra Demokrat Parti iktidarının basına özgürlüğü ihlallerine bizzat tanık olmaya başladım. 1960 Darbesi'nde sonra basın özgürlüğü konusunda daha liberal bir mevzuat kabul edildiyse de, özellikle 1962-64 yıllarında Aziz Nesin'in ve Kürt aydınlarının uğradıkları baskıları unutmam mümkün değil. Demirel'in iktidara gelmesinden sonra, özellikle de Ordu'nun komünizmle mücadele emirnameleri yayınlamasından sonra sol basına karşı büyük bir baskı kampanyası başlatıldı. O yıllarda yönettiğim Akşam Gazetesi ve Ant Dergisi bu sol karşıtı baskının başlıca hedeflerindendi. 1971 ve 1980 darbelerinden sonra gazeteci, yayıncı, yazar ve artistlerin tutuklanmaları, gazete ve dergilerin kapatılmasıyla bu sol ve Kürt karşıtı baskı dehşet verici boyutlara ulaştı. Bugün ise baskıların hedefi daha çok Kürt medyası. Onlarca Kürt gazetecisi ve aydınının katledilmesi veya ortadan kaybettirilmesi, Kürt gazetelerine karşı sürekli sabotajlar ve kapatma uygulamaları Ankara rejimi için affedilmesi mümkün olmayacak utanç verici uygulamalardır. İki yıl kadar önce Ermeni meslekdaşımız Hrant Dink'in katledilişini unutmamız mümkün mü? Eylem - Hapis tehdidi nedeniyle Türkiye'yi terketmek zorunda kaldınız. Türkiye'den ayrılmaya hakkınızdaki kovuşturmalardan önce mi sonra mı karar vermiştiniz? Tugsavul - Sadece
hapsedilmekten kurtulmak değil sorun... Doğan'la benim hakkımda toplam
300 yılı bulan hapis cezası istemi vardı. Ama Türkiye'yi
terketmemizin asıl nedeni, askerlerin tehditleridir. Daha 1967 yılında,
NATO'nun Türkiye Kürdistanı'na nükleer mayınlar
yerleştirme planlarını Ant Dergisi'nde açıkladığımız için
zamanın genel kurmay başkanı tarafından "vatana ihanet"le
suçlanarak askeri mahkemeye verilmiştik. 1970'deki
büyük işçi direnişinden sonra da sıkıyönetim
işçileri ve sendikacıları tutuklamaya başladığında olayı yine
Ant Dergisi'nde "Kapitalistleşen subaylar işçi sınıfını
yargılayamaz!" diye protesto etmiştik. Bilindiği gibi 1960 darbesinden
sonra Türk Ordusu OYAK adı altındda tüm subayların ortak
olduğu büyük bir finans holding kurmuştu.
Özgüden - Ant'ın o sayısı yayınlandıktan sonra İstanbul'daki 1. Ordu Komutanliğı'na celbedildim. Üçü karacı, üçü havacı ve üçü denizci olmak üzere dokuz subay tarafından sorguya çekildikten sonra eğer bir daha oraya sorguya çağırılırsam kışladan geldiğim gibi çıkamayacağım tehdidinde bulundular. 1971 Darbesi'nden sonra sıkıyönetim dergimizi kapattı, isimlerimizi "tehlikeli kişiler" olarak ilan etti. Kendi isteğimizle siyasal sürgüne gitmeyi hiç düşünmemiştik. O kadar ki, böyle bir ihtimal için normal pasaport dahi talep etmemiştik. Oysa darbeden önce legal pasaport almak son derece kolaydı. Darbeden sonra dergimizin yayın kurulu, sahte pasaportla da olsa Türkiye'yi terkederek yurt dışında 12 Mart rejimini teşhir etme kampanyası düzenlememizi kararlaştırdi, bunun üzerine Türkiye'den ayrıldık. Eylem - Daha önce Türkiye'den hiç çıkmış mıydınız, yoksa ilk kez mi çıkmış oldunuz? Özgüden - Daha
önce iki kez çıkmıştım. İlki 1958'de , Fransa ve
Almanya'daki NATO karargah ve tesislerini ziyaret etmek üzere
davet edilen bir Türk gazeteci grubuyla çıkmıştım.
1962'deki ikinci çıkışım oldukça acılı... İngiltere'ye
göçmen işçi olarak iş aramaya gitmiştim. O yıllarda
Gazeteciler Sendikası delegesi olarak asgari ücret komisyonunda
uzun mücadelelerden sonra gazetecilerin asgari ücretlerinin
yüzde 300 arttırılmasını sağlayan bir karar
çıkarttırmıştım. Bunun üzerine İzmir'deki gazete patronları
"tehlikeli bir ajitatör" olduğuma kanaat getirerek beni kara
listeye koydular. İşsiz ve beş parasız kaldığımdan hayatımı gurbet
ellerde kazanmak zorundaydım. İngiltere'ye gittiğimde, Avusturalya'daki
bir firmada muhasebeci olarak çalışmam için derhal angaje
ettiler. Ne ki tam kontrat imzalayacağımız gün Türkiye'deki
yoldaşlarımdan bir mektup aldım. Mehmet Ali Aybar genel
başkanlığa getirildikten sonra Türkiye İşçi Partisi'nin
yurt çapında örgütenme çalışmasına başladığını
belirterek acele Türkiye'ye dönüp İzmir'deki TİP
örgütlenmesinde sorumluluk üstlenmemi istiyorlardı.
Tabii ki bunun üzerine hemen Türkiye'ye geri dönüş
yaptım.
Tugsavul - Ben daha önce bir iki mesleki ve turistik seyahat yapmıştım. Eylem - Ülkenizi terketmeniz acılı oldu mu? Yoksa ülkeden kopmaya kendinizi hazırlamış mıydıniz? Tugsavul - Normal olarak
kimse doğup büyüdüğü toprakları isteyerek
terketmez. Dostlarından, yakınlarından uzaklaşmak zorunda kalmak
gerçekten çok zor. Büyük bir acı...
Özgüden - Ülkemizden kopmak niyetinde olsaydık, buralara geldikten sonra da bağlarımızı sürdürmeyi tercih eder miydik? Her daim ülkemizin insanlarıyla birlikte olup, halklarımızın kurtuluşu ve ülkemizin demokratikleşmesi için onlarla birlikte mücadeleyi sürdürdük ve sürdürüyoruz. Türkiye'de olduğu gibi, hangi ülkede olursak olalım hep aynı mücadele yolunu seçtik. Eylem - Niçin başka bir Avrupa ülkesini değil de Belçika'yı seçtiniz? Tugsavul - Aslına
bakarsanız, Türkiye'den ayrıldıktan sonra Avrupa'da tam iki yil
boyunca sahte pasaportla kaçak yaşadık. Türkiye Demokratik
Direniş Hareketi'ni organize etmek için Belçika, Fransa,
Almanya, Hollanda ve İskandinav ülkelerinde belli
sürelerle bulunduk. Avrupa Konseyi'ndeki Türk delegasyonunun
ihbarı üzerine de Hollanda'dan siyasal iltica istemek zorunda
kaldık.
Özgüden - Hollanda bizi siyasal mülteci olarak kabul ettiği halde İnfo-Türk'ü kurabilmek için Almanya, Fransa, Hollanda, ve İngiltere'ye de yakın olan ve Avrupa'nın başkenti Brüksel'i de barındıran Belçika'yı seçtik. Eylem - O dönemde Belçika'da sağ ile sol arasında gerilim var mıydı? Tugsavul - Belçika
politik yaşamından söz ediyorsanız, burada sol-sağ kavgası
tarihsel bir gerçeklik. 70'li yıllarda Belçika solu,
özellikle de Belçika Komünist Partisi, İspanya,
Portekiz, Yunanistan ve Latin Amerika ülkelerinden gelmiş
büyük bir siyasal göçmen kitlesinin de katkısıyla
oldukça güçlüydü. Bu ülkelerdeki
faşist rejimlerin devrilmesi ve özellikle de Sovyetler Birliği'nin
yokolmasından sonra komünist sol gücünü yitirdi.
Sosyalist Parti'ye gelince, kaç onyıldır "yönetici
sosyalistler" görüntüsü altında bir merkez
partisine dönüşmüş durumda.
Özgüden - Türkiye'den gelen topluluklar açısından ise, sağ-sol çelişkisi elbette hep vardı. Ne ki, sağ o zamanlarda bugünkü kadar organize değildi. Siyasal planda sadece Bozkurtlar aktif durumdaydı, zaman zaman solculara saldırıyorlardı. Sol örgütler Ankara'daki baskı rejimine karşı kararlı bir mücadele yürütüyordu. Bu mücadelede İspanyol, Yunan ve Portekiz siyasal göçmenlerle İtalyan Komünist Partisi'ne yakın İtalyan işçiler Türkiyeli sol militanlarla sürekli dayanışma halindeydi. Kaldı ki, göçmen işçiler de, politize olmayanları da dahil, özellikle madenlerde ortak kavga ve dayanışma ortamı içinde bulunuyordu. 1980 askeri darbesinden sonra Kürt, Ermeni, Asuri, Keldani mültecilerin yoğun gelişi de demokratik harekete büyük katkı sağladı. Eylem - Siyasal sürgüne çıktıktan sonra sol gazeteci olduğunuza hiç esef ettiniz mi? Hayatınızın başka bir anında böyle bir esef duyduğunuz oldu mu? Başınıza gelen tüm olumsuzlukların mesleğinizden kaynaklandığını düşündünüz mü? Tugsavul - Edith Piaf'ın
ünlü şarkısında dediği gibi, hiçbir şeye esef
etmiyorum. Olumsuzluklara gelince, eğer yaşamınızı ezilen sosyal
sınıfların ve halkların davasına adamışsanız, bunlar hangi mesleği
seçmiş olursanız olunuz başınıza gelebilir.
Özgüden - Ben de hayatımda hiçbir şeye esef etmiyorum. Tüm çocukluğunu Anadolu'nun yoksulluğunda yaşamış, bu toprağın insanlarına uygulanan zulüm ve sömürüye tanık olmuş bir insan olarak, başka bir mesleğe girmiş olsam da, hep aynı yolu seçecektim. Eylem - Şu anda Belçika'da saygı gören kişilersiniz. Belçika'ya geldiğiniz ilk yıllarda kötü gözle bakıldığınız oldu mu? Tugsavul -
Başlangıçta Fransızca bilmiyorduk, tüm iletişimimiz
İngilizce'ydi. Belki de bu nedenle günlük yaşamda bizi "iyi
yabancılar" olarak görüyorlardı. Ne zaman ki yabancı bir
aksanla ve bir sürü yanlış yaparak Fransızca konuşmaya
başladık, işte o zaman sorunlarla karşılaşmaya başladık.
Özgüden - Birleşmiş Milletler koruması altında siyasal mülteciler olduğumuz halde Belçika'dan oturma ve çalışma izni istediğimiz zaman Belçika makamları karşımıza aşılmaz bir duvar ördü. Daha sonra öğrendik ki, Türkiye Büyükelçiliği Belçika'ya yerleşmemizi engellemek için Belçika Hükümeti üzerinde yapmadığı baskı bırakmamış. Yabancılar polisi devlet içinde devletti. Siyaset adamlarının müdahalelelerine rağmen üç yıl süreyle bizim Belçika'ya yerleşme taleplerimiz reddedildi. İnfo-Türk yayınlarına başladıktan sonra bile beni Hollanda'ya sınırdışı ettiler. Nihayet, Türkiyeli işçilere yönelik Türkçe gazete çıkartabilmek için bize ihtiyaçları olan Belçika sendikalarının baskısıyla bize zorbela oturma izni verildi. Eylem - Belçika'daki yaşama kolay uyabildiniz mi? Tugsavul - Benim
açımdan, iklim koşulları dışında, pek fazla sorun olmadı. Kaldı
ki uyum sorunlarını aşacak çevreyi yaratabilmek biraz da insanın
kendi elinde. Mücadelelere aktif katılmak, dünyanın dört
bir köşesinden gelen insanlarla dostça ilişkiler, önce
Demokratik Direniş Hareketi'ni, ardından İnfo-Türk'ü ve
Güneş Atölyeleri'ni kurmuş olmak bizim için
olağanüstü bir çevre yarattı.
Özgüden - Siyasal sürgünümüzün ilk yılları öylesine hareketliydi ki, uyup uymama konusunu düşünecek zamanımız da olmadı. Kaçak olarak bugün Paris, yarın Köln, ardından Stockholm... Brüksel'e yerleşme kararı verdiğimizde zaten Türkiye'dekinden çok farklı bir yaşam ritmine uyum sağlamıştık. Üstelik Belçika'da Türkiye'den gelmiş farklı toplulukların varlığı sayesinde kendimizi ülkemizden pek de uzakta hissetmedik. Birbiriyle pek de çelişkili olmayan ikili bir yaşamı sürdürüyoruz. Eylem - Bugün Türkye'ye dönmenize izin verilse, gider misiniz? Tugsavul - Tabii ki
ömrümüzü doğduğumuz topraklarda tamamlamak isteriz.
Ama sorun izin verilip verilmemesi değil... Sorun, yurdumuzda
gerçek bir demokratikleşmenin olup olmayacağı...
Özgüden - Yunanistan'da askeri cuntanın devrildiği günü bugün gibi anımsıyorum. Brüksel'deki bir Yunan restoranında olayı hep birlikte kutlamıştık. Birkaç gün sonra da askeri cuntanın tüm kurbanları, siyasal eğilimleri ne olursa olsun, memleketlerine doğru yola çıktılar, çünkü tüm siyasal tutuklular ve sürgünler istisna gözetmeden hep birlikte özgür ilan edilmişti. Türkiye'ye gelince, birkaç siyasal sürgünün, hele bazıları için artık çenesini tutma bahasına, bireysel geri dönüşleri bir çözüm değil. Tüm siyasal sürgünlerin, istisnasız, özgür ilan edilmesi gerek... Ayrıca, Türk Devleti'nin bir özeleştiri yaparak sürgüne zorlanmış olan herkesten, Türk'üyle, Kürd'üyle, Ermeni'siyle, Asuri'siyle, Keldani'siyle, Rum'uyla, özür dilemesi gerektiğine inanıyorum. Eylem - Hayatınızın en güç anı, kendinizi tamamen kayıp ve umutsuz hissettiğiniz anı hangisiydi? Tugsavul - Sürgün
hayatının her anı zor. Ama en umutsuzluğa kapıldığım anlar,
Belçikalı politikacıların oy hesapları içinde Türk
Devleti'yle, Türk aşırı milliyetçi ve köktendinci
kuruluşlarıyla flört edişlerini görmek oldu.
Özgüden - Benim için, siyasal sürgün yoluna koyulduğum an... Ne ki, kavgamı sürdürebildiğim sürece kendimi umutsuz ve kaybolmuş hissedeceğimi düşünmüyorum. Eylem - Gerçekleştiremediğiniz bir dileğiniz, bir hayaliniz var mı? Tugsavul - Hem de ne
çok... Barışçıl, adaletli ve insancıl bir dünya
kurulması için mücadele hedeflerimizden kaçı
gerçekleşebildi? Yol hâlâ çok uzun ve binbir
engelle dolu. Yaşımı dikkate alırsanız, dileklerimin çoğunun
gerçekleşebildiğini göremeyeceğim.
Özgüden - İnci'nin de benim de bir türlü gerçekleşemeyen ortak dileklerimiz ve hayallerimiz var. Ama gelecek kuşakların bunları ergeç gerçekleştireceği inancımı koruyorum. Eylem - Hayatınızı birkaç kelimede tanımlayabilir misiniz? hayata bakışınız iyimser mi, karamsar mı? Tugsavul - Don Kişot gibi...
Hem karamsar, hem iyimser...
Özgüden - Aşık Veysel gibi... Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece... Ben gerçekçiyim. Bana göre şişe yarı yarıya dolu, ne tam dolu, ne tam boş! Eylem - Militarizm konusunda 70'li yıllardan bu yana Türkiye'de herhangi bir değişiklik olup olmadığı konusunda ne düşünüyorsunuz? Tugsavul - Evet, bir
değişiklik var. Militarizm daha da egemen durumda...
Özgüden - Maalesef militarizm, aşırı milliyetçiliği de yedeğine alarak, toplumun tüm alanlarını kontrol altında tutuyor. Avrupa Birliği'ni tatmin etmek için yapılan kozmetik değişiklikler sorunun temeline inmiyor. Görüşüm o ki, Türk-İslam sentezi bugün militarist-islamist suç ortaklığı sayesinde somutluk kazanıyor. Eylem - Amerikan emperyalizmi Türkiye için hâlâ güncel mi? Tugsavul - Her zamankinden
daha fazla...
Özgüden - Montreux Sözleşmesi'ne rağmen Amerikan savaş gemilerinin Karadeniz'e geçirilmesi yeterli kanıt değil mi? Eylem - Türkiye'de siyasal, ekonomik ve sosyal konularda 70'li yıllardan beri bir iyileşme görüyor musunuz? Tugsavul - Ekonomik bakımdan
tabii ki Türkiye 70'li yıllara oranla daha gelişmiş durumda.
Sosyal planda ise sosyal sınıflar arasındaki uçurum daha da
derinleşiyor. Siyasal planda, sol parlamentodan silinmiş durumda,
tüm siyasal partiler aynı aşırı milliyetçi ve militarist
söylemi, istemleri paylaşıyor.
Özgüden – Tek ilerleme, Kürdistan'daki siyasallaşma... Ama bu tek olumlu planda dahi, asker-siyasetçi ittifakı Kürt halkının temsilini engellemek için elinden geleni ardına koymuyor. Eylem - Size göre ne gibi iyileştirmeler yapılmalıydı? Tugsavul - Uluslararası
insan hakları sözleşmelerindeki tüm demokratik kriterler
istisnasız uygulanmalı, Türkiye nüfusunu oluşturan tüm
unsurlara hak eşitliği tanınmalıdır.
Özgüden - Bunun için de herşeyden önce askerlerin dayattığı anayasa çöpe atılmalı, Türk ırkının ve dilinin üstünlüğünü, Ordu'nun ayrıcalıklarını tamamen ortadan kaldıran yeni bir anayasa kabul edilmelidir. Tabii tüm baskıcı yasalar ve yasa maddeleri de iptal edilmeli veya değiştirilmelidir. Eylem - Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğini destekliyor musunuz? Türkiye üyeliğe yakında kabul edilebilir mi yoksa Avrupa Birliği'nin istemlerinin uygulamaya konulması daha uzun vakit alır mı? Size kalırsa, Türkiye AB'ye kabul edilmeyi hakediyor mu? Tugsavul - Avrupa Birliği'ne
üyelik insan haklarına saygıyı garantilemek açısından
yararlı olabilir. Ekonomik ve sosyal planda ise herşey bölgedeki
cehennemi gelişmelere bağlı. Avrupa Birliği'ne alınabilmek için
Türkiye'nin kendisini onun normlarına adapte etmesi lazım. Ama
korkarım ki Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne uyum sağlamasından
çok pratikte Avrupa Birliği Türkiye'nin belli normlarına
uyum sağlıyor.
Özgüden - Kürt halkının ve insan haklarının durumu göz önünde tutulursa, kısa sürede bir üyelik pek mümkün görünmüyor. Ayıca benim için Avrupa Birliği'ne üye olup olmamak da o denli önemli değil. Gerçekten demokratik ve barışçıl, NATO'dan ve Amerikan hegemonyasından bağımsız bir Türkiye bölgede ve dünyada çok daha yapıcı bir rol oynayabilir. Eylem - Amerikan emperyalizminin Avrupa Birliği'nde de varlığı söz konusu mu? Tugsavul - Bana göre,
uluslararası konularda, Avrupa Birliği maalesef ABD'nin 51nci eyaleti
durumunda...
Özgüden - Amerikan emperyalizminin Avrupa Birliği merkezi'nde resmen koltuğu yoksa da, İngiltere ve Polonya gibi belli ülkeler birlik içinde ABD'nin beşinci kolu rolünü rahatlıkla oynuyor. Korkarım ki, eğer yarın Türkiye hiçpir siyasal mantalite değişikliği olmaksızın Avrupa Birliği'ne üye olursa, orada Amerikan hegemonyasının üçüncü ayağı rolünü oynayacaktır. Brüksel, 27 Eylül 2008 |
Reportage Egalement un article par Eylem Aydemir dans Librenews Les réfugiés politiques ....
Prenez l’exemple du journaliste turc Dogan Özgüden, réfugié politique en Belgique depuis 1971. Bien qu’il soit acquitté des procès intentés contre lui, il n’a pas obtenu la garantie qu’il ne serait pas emprisonné s’il retournait en Turquie. Ensuite, un nouveau procès le condamne pour avoir insulté l’armée turque. Il suffisait donc de trouver un prétexte pour empêcher son retour à sa patrie. C’est triste de ne pas pouvoir revoir une dernière fois sa patrie avant de mourir. Mourir en exil, dans la solitude et la nostalgie, que peut-il y avoir de plus malheureux que cela ? Je n’affirme pas que tous les exilés meurent loin de leur patrie, mais c’est souvent le cas. Tout ce que nous pouvons faire c’est espérer qu’un jour la liberté d’opinion et d’expression sera universelle et que personne ne sera obligé de quitter son pays. Comme le disait Nazim Hikmet : « Il n’y a pas d’ombre sur la terre de la grande humanité Pas de lanternes dans ses rues Pas de vitres à ses fenêtres Mais elle a son espoir la grande humanité On ne peut vivre sans espoir. » |
Interview avec Doğan Özgüden et Inci Tugsavul Eylem - Pourquoi êtes-vous devenus journalistes ? Dans quel but, quel intérêt ? Özgüden - Le
journalisme n'était pas un métier que j'avais envie de
choisir quand j'étais jeune. Je voulais devenir chercheur en
sciences, mais la pauvreté de ma famille ne m'a pas permis
réaliser ce choix. J'ai commencé à travailler dans
un journal quotidien pour pouvoir financer mes études
supérieures en sciences économiques. Une fois qu'on a
commencé, je me suis engagé dans un journalisme de combat
qui se poursuit depuis 55 ans. Dés début du journalisme,
je me suis engagé également dans la lutte syndicale et de
gauche.
Tugsavul - Lorsque je faisais mes études de droit à l'Université d'Ankara, j'ai été très active dans la résistance estudiantine contre le pouvoir répressif de Menderes. En 1960, les médias étant censurés, je cherchais des informations politiques chez les amis qui travaillaient dans les journaux d'opposition. Là, j'ai été mordue. Voilà 48 ans que je suis journaliste. Eylem - Etre journaliste de gauche en Turquie, était-ce un métier dangereux ou risqué dans les années 60-70 ? Est-ce toujours le cas en Turquie ? Tugsavul - Evidemment... A
vrai dire, être journaliste, non seulement de gauche, mais
honnête quelle que soit sa conviction, c'était un
métier risqué. L'histoire de la presse de Turquie est
pleine d'emprisonnements, poursuites judiciaires, censures, fermetures
de journaux et même d'assassinats.
Özgüden - Déjà après la proclamation de la République, les médias avaient été soumis à un régime répressif sous prétexte de la révolte kurde. Pendant mon enfance, dans les années 40, période de la deuxième guerre mondiale, je me souviens des pratiques répressives contre la presse par la loi martiale. Quelques années après mon commencement dans le journalisme, j'ai témoigné personnellement la violation de la liberté de presse par le pouvoir du parti démocrate. Malgré le fait qu'on ait adopté une législation plus libérale après le coup d'état de 1960, je n'oublierai jamais l'arrestation d'Aziz Nesin et de plusieurs intellectuels kurdes en 1962 et 1964. Bien entendu, avec l'arrivée de Demirel au pouvoir et l'adoption par l'armée d'une politique de lutte contre le communisme, s'est déclenchée l'oppression des journalistes de gauche. Le quotidien de gauche Aksam et la revue socialiste Ant que je dirigeais étaient parmi les cibles privilégiées de cette répression. Après chaque coup d'état militaire, de 1971 et de 1980, la répression anti-gauche et anti-kurde a gagné une dimension horrible avec l'arrestation de journalistes, éditeurs, écrivains et artistes, fermeture des journaux et revues. Quant à aujourd'hui, c'est plutôt les médias kurdes qui en sont victimes: l'assassinat ou la disparition de dizaines d'intellectuels et journalistes kurdes, les fermetures successives et les sabotages contre les journaux kurdes constituent une honte inoubliable pour le régime d'Ankara. Comment peut-on oublier l'assassinat de notre confrère arménien, Hrant Dink, il y a deux ans? Eylem - Vous avez dû quitter la Turquie pour échapper à des peines de prison. Cette fuite était-elle prévue avant votre inculpation ou s’est-elle imposée après l’inculpation ? Tugsavul - Ce n'est pas pour
échapper à des peines de prison. Il est vrai qu'il y
avait une cinquantaine de procès contre moi et Dogan avec des
demandes d'emprisonnement allant jusque 300 ans, mais la raison de
notre exil était la menace des militaires... Déjà
en 1967, nous avions été accusés de haute trahison
par le chef d'état-major de l'Armée car la revue Ant
avait dévoilé un plan de l'OTAN de placer des mines
nucléaires dans le Kurdistan de Turquie. Après la grande
manifestation ouvrière en 1970, la loi martiale a
commencé à arrêter des ouvriers et des dirigeants
syndicaux. Dans notre revue Ant, nous avons publié une
protestation: "Les officiers devenus capitalistes ne peuvent pas juger
la classe ouvrière!" En effet, après le coup
d'état militaire de 1960, l'Armée turque a mis sur pied
un grand holding financier sous le nom d'OYAK dont tous les officiers
sont membres.
Özgüden - Après la publication de ce numéro d'Ant, j'ai été convoqué au commandement de la première armée à Istanbul. Après un interrogatoire par neuf officiers, trois terrestres, trois aériens et trois navals, j'ai été menacé de ne plus pouvoir sortir de cette caserne dans l'état dans lerquel je suis arrivé. Après le coup d'état de 1971, la loi martiale a fermé notre revue et affiché nos noms comme de "personnes dangereuses". Nous n'avions jamais prévu l'exil. Nous n'avons même pas fait une démarche d'obtenir des passeports, ce qui était très facile avant le coup d'état. C'est suite à la décision du comité rédactionnel de notre revue que nous avons quitté la Turquie avec de faux passeports afin de lancer une campagne de dénonciation contre le régime du 12 mars en Turquie. Eylem - Aviez-vous déjà quitté le territoire turc auparavant ou était-ce la première fois ? Özgüden - Deux
fois. En 1958, j'ai fait partie d'une délégation de
journalistes pour une visite au quartier général et aux
bases de l'OTAN en France et en Allemagne. Plus triste, j'ai dû
aller en Grande-Bretagne en 1962, en vue de chercher un travail comme
travailleur immigré. Etant représentant du Syndicat des
Journalistes, j'avais réussi à obtenir auprès de
la Commission paritaire une augmentation de quelque 300% pour tous les
journalistes. Là-dessus, tous les éditeurs des journaux
à Izmir m'ont mis sur une liste noire comme "un agitateur
dangereux". Sans travail, sans sou, j'étais obligé de
gagner ma vie en exil. En Angleterre, une firme m'a tout de suite
engagé comme comptable pour travailler en Australie. Toutefois,
le jour de la signature du contrat, j'ai reçu une lettre de mes
camarades en Turquie, ils me demandaient de revenir
immédiatement au pays, car le parti ouvrier de Turquie, sous la
présidence de Mehmet Ali Aybar avait lancé une campagne
d'organisation et il fallait que je retourne à Izmir pour faire
partie de la direction provinciale du parti. Et j'ai, bien entendu,
fait demi-tour vers la Turquie.
Tugsavul - J'ai fait également quelques voyages professionnels ou touristiques dans les pays méditerranéens. Eylem - Aviez-vous eu de la peine à quitter votre pays ou cherchiez-vous déjà à vous en débarrasser ? Tugsavul - Normalement,
personne ne veut jamais quitter son pays natal de son plein gré.
C'est vraiment dur de s'éloigner de ses amis, de ses proches.
Ca, c'est un grand chagrin.
Özgüden - Si nous cherchions à nous en débarrasser, pourquoi aurions nous, toujours avec les ressortissants de notre pays d'origine, poursuivi le combat pour la démocratisation de ce pays et pour le bien de nos peuples? Comme en Turquie, nous avons choisi la même voie de lutte, quel que soit le pays où nous habitons. Eylem - Pourquoi avez-vous immigré en Belgique et pas dans un autre pays européen ? Tugsavul - En effet,
après avoir quitté la Turquie, nous avons vécu en
Europe pendant deux ans dans la clandestinité, toujours avec de
faux passeport. Nous avons vécu en Belgique, France, Allemagne,
Hollande, dans les pays scandinaves pour organiser la Résistance
démocratique de Turquie. Après une dénonciation de
la délégation turque au Conseil de l'Europe, nous avons
dû demander l'asile politique en Hollande.
Özgüden - Bien que la Hollande nous ait bien accueilli, nous avons choisi la Belgique pour mettre sur pied Info-Türk, car Bruxelles est la capitale européenne et très proche des capitales d'Allemagne, France, Hollande et Angleterre. Eylem - A cette époque, y avait-il des tensions entre la gauche et la droite en Belgique ? Tugsavul - Si vous parlez de
la politique belge, la lutte politique gauche-droite est un fait
historique. Dans les années 70, la gauche belge, surtout le
parti communiste de Belgique, était assez forte grâce
à l'existence d'une grande masse d'exilés politiques de
gauche en provenance d'Espagne, de Portugal, de Grèce et des
pays d'Amérique latine. Après la chute des régimes
fascistes de ces pays et notamment après la disparition de
l'Union Soviétique, la gauche communiste a perdu sa puissance.
Quant au parti socialiste, depuis deux décennies, il est devenu
un parti centriste sous l'apparence de "socialistes gestionnaires."
Özgüden - Quant aux communautés en provenance de Turquie, la tension existait bien sûr entre la gauche et la droite. Toutefois, la droite n'était pas aussi bien organisée qu'aujourd'hui. Sur le plan politique, seuls les Loups Gris étaient actifs et attaquaient de temps en temps des gens de gauche. Les organisations de gauche menaient une lutte déterminée contre le régime répressif d'Ankara. Dans cette lutte, les exilés politiques espagnols, grecs, portugais ou les travailleurs italiens proches du parti communiste italien étaient toujours solidaires avec les militants de gauche de Turquie. D'ailleurs, les travailleurs immigrés, même ceux qui n'étaient pas politisés, se trouvaient dans une atmosphère de combat commun et de solidarité dans les charbonnages. Après le coup d'état militaire de 1980, l'arrivée massive des réfugiés kurdes, arméniens, assyro chaldéens a apporté un grand soutien au mouvement démocratique. Eylem - Après votre exil, aviez-vous regretté d’être journaliste de gauche ? Avez-vous senti ce regret à un autre moment de votre vie ? Pensez-vous que la cause de tous les malheurs qui vous sont arrivés est votre métier ? Tugsavul - Comme disait
Edith Piaf dans sa chanson célèbre, non, je ne regrette
rien. Quant aux malheurs, ils peuvent arriver dans n'importe quel
métier, surtout si on est engagé dans la défense
des classes sociales et des peuples opprimés.
Özgüden - Moi non plus, je ne regrette rien. Ayant vécu toute mon enfance dans la pauvreté anatolienne et témoigné de l'oppression et de l'exploitation des gens de cette terre, je n'aurais pas fait un autre choix même si j'avais exercé un autre métier. Eylem - Vous êtes actuellement des personnes très respectées. Mais pendant vos premières années en Belgique, vous est-il arrivé d’être mal vu ? Tugsavul - Au début
nous ne connaissions pas le français, c'est la raison pour
laquelle toute notre communication se faisait en anglais.
Peut-être que dans la vie quotidienne nous étions
considérés "bons étrangers". Le malheur est
arrivé quand nous avons dû communiquer en français
avec un accent étranger et avec plein de fautes.
Özgüden - Quoique nous étions reconnus comme réfugiés politiques sous la protection des Nations Unies, quand nous avons demandé le permis de séjour et de travail en Belgique, les instances belges ont érigé devant nous un mur infranchissable. Nous avons appris plus tard que c'était l'ambassade de Turquie qui a exercé une pression sur le gouvernement belge pour empêcher notre installation en Belgique. La police des étrangers était un état dans l'état. Malgré l'intervention d'hommes politiques, elle a refusé pendant trois ans de nous accorder le permis. Même après le commencement des activités d'Info-Türk commencent, j'ai été refoulé vers la Hollande. Finalement, sous la pression des syndicats qui avaient besoin de nous pour réaliser leurs journaux destinés aux membres d'origine turque, on nous a autorisé à nous installer en Belgique. Eylem - Vous-êtes vous vite adaptés à la vie en Belgique ? Tugsavul - Pour moi, sans
grande difficulté, sauf le climat. D'ailleurs, on peut toujours
créer un environnement pour surmonter les difficultés
d'adaptation. L'engagement dans une série d'actions
revendicatrices, les relations amicales avec des gens venus des quatre
coins du monde, l'organisation d'abord de la Résistance
démocratique de Turquie, ensuite d'Info-Türk et des
Ateliers du Soleil, ont créé pour nous un environnement
exceptionnel.
Özgüden - Au début notre exil était si mouvementé, qu'on n'a jamais eu de temps de réfléchir sur ce point. Aujourd'hui à Paris, demain à Cologne, ensuite Stockholm... Quand nous avons décidé de nous installer à Bruxelles, nous étions déjà adaptés à un rythme de vie fort différent de celui de Turquie. En plus, grâce à la présence à Bruxelles des différentes communautés en provenance de Turquie, nous ne nous sentons pas très loin de notre pays d'origine. Nous avons une vie de doubles facettes qui ne sont pas tellement contradictoires. Eylem - Si aujourd’hui votre retour en Turquie était autorisé, retourneriez-vous vivre là-bas ? Tugsavul - Bien sûr
que nous voulons terminer nos jours dans notre pays natal. Le
problème n'est pas d'être autorisé ou non, la
question est la véritable démocratisation de notre pays
d'origine.
Özgüden - Je me souviens du jour de la chute de la junte militaire en Grèce. Dans un restaurant grec à Bruxelles, nous avions fêté cet évènement tous ensemble. Quelques jours plus tard, toutes les victimes de la junte militaire, quelles que soient leurs appartenances politiques, sont parties pour leur pays, parce que tous les prisonniers et les exilés politiques ont été déclarés libres en même temps. Quant à la Turquie, le retour individuel de quelques exilés, au prix de se taire pour certains, n'est pas une solution. Il faut que tous les exilés politiques, sans exception, soient déclarés libres... D'ailleurs, je crois que l'Etat turc doit faire une autocritique et demander des excuses à toutes les victimes, turque, kurde, arménienne, assyro-chaldéenne, grecque, qui ont été forcées à l'exil. Eylem - Quel a été le moment le plus difficile de votre vie, le moment où vous vous êtes sentis désespérément perdus ? Tugsavul - Tous les moments
de la vie d'exil sont difficiles. Mais la complicité des femmes
et hommes politiques belges avec l'Etat turc et avec les associations
ultra-nationalistes ou fondamentalistes turques me fait le mal le plus
profond.
Özgüden - Le moment de prendre la voie de l'exil. Tant que je peux poursuivre ma lutte, je ne me sentirai jamais désespérément perdu. Eylem - Y a-t-il un souhait, un rêve que vous n’avez jamais pu réaliser ? Tugsavul - Y'en a plusieurs.
Combien d'objectifs de notre lutte pour un monde pacifique, juste,
humain ont pu être réalisés? Le chemin est toujours
long et plein d'obstacles. Vu mon âge, il reste pour moi, pour
notre génération des souhaits à réaliser.
Özgüden - Je pense qu'Inci et moi, nous avons les mêmes souhaits, les mêmes rêves non réalisés mais j'espère que les futures générations les réaliseront. Eylem - Pourrez-vous qualifier votre vie en quelques mots ? Avez-vous une vision plutôt pessimiste ou optimiste à l’égard de votre vie ? Tugsavul - La vie de Don
Quichotte... A la fois optimiste et pessimiste...
Özgüden - Comme Veysel. Sur un chemin étroit et long... Je marche le jour et la nuit... Je suis réaliste. Pour moi, la bouteille est à remplie moitié, ni pleine, ni vide. Eylem - Pensez-vous qu’il y a eu un changement en Turquie depuis les années 70 en ce qui concerne le militarisme ? Tugsavul - Oui, il y a eu un
changement. Le militarisme devient de plus en plus dominant.
Özgüden - Malheureusement le militarisme, accompagné d'ultranationalisme, domine aujourd'hui tous les domaines de la société. Les changements cosmétiques pour satisfaire l'Union Européenne ne touchent pas le fond du problème. J'ai peur que la synthèse turco-islamique sera concrétisée par la complicité militaro-islamiste. Eylem - L’impérialisme américain est-il toujours d’actualité en Turquie ? Tugsavul - Plus que jamais.
Özgüden - Le récent passage des navires américains vers la Mer Noire malgré la Convention de Montreux n'en est-il pas la preuve? Eylem - Voyez-vous des améliorations en Turquie depuis les années 70 dans le domaine politique, économique ou social ? Tugsavul - Bien entendu,
économiquement la Turquie est plus développée par
rapport aux années 70. Par contre sur le plan social, le creux
entre les classes sociales est devenu plus profond. Sur le plan
politique, la gauche est effacée du parlement, tous les partis
politiques partagent les mêmes aspirations ultranationalistes,
militaristes.
Özgüden – Le seul progrès, c'est la politisation dans le Kurdistan. Mais, sur ce seul point positif, l'alliance militaro-politique fait tout son possible pour empêcher la représentation du peuple kurde. Eylem - Quelles améliorations devrait-il y avoir selon vous? Tugsavul - La mise en
pratique sans exception de tous les critères
démocratiques des conventions internationales des droits de
l'Homme et la reconnaissance des droits égaux pour toutes les
composantes de la population de Turquie.
Özgüden - Pour cela, il faut tout d'abord supprimer la constitution de la junte militaire et adopter une nouvelle constitution excluant la supériorité de la race et la langue turques et les privilèges de l'Armée. En même temps, toutes les lois répressives doivent être annulées ou modifiées. Eylem - Soutenez-vous l’admission de la Turquie dans l’Union Européenne ? Croyez-vous qu’elle y sera bientôt admise ou prendra-t-elle beaucoup de temps pour mettre les exigences de l’UE en place ? Est-ce que la Turquie, selon vous, mérite-t-elle d’être admise dans l’UE ? Tugsavul - L'adhésion
à l'Union Européenne peut être utile pour garantir
le respect des droits de l'Homme. Sur le plan économique et
social, tout dépend des mutations infernales dans la
région. Pour être admise à l'Union
Européenne, la Turquie doit s'adapter à ses normes.
Toutefois, j'ai peur que ce soit plutôt l'Union européenne
qui s'adapte à certaines normes de la Turquie.
Özgüden - Avec la situation des droits de l'Homme et du peuple kurde, une adhésion à court terme paraît difficile. Pour moi, une adhésion à l'Union Européenne n'est pas essentielle pour la Turquie. Une Turquie démocratique et pacifiste, indépendante de l'OTAN et de la domination américaine, même sans être membre de l'Union Européenne, peut jouer un rôle plus constructif dans la région et dans le monde. Eylem - L’impérialisme américain a-t-il aussi une place dans l’Union Européenne ? Tugsavul - Pour moi, sur le
plan international, l'Union Européenne est malheureusement le
51e état des Etats-Unis d'Amérique.
Özgüden - Même si l'impérialisme américain n'a pas un siège officiel dans l'Union européenne, certains pays membres, comme l'Angleterre et la Pologne sont la cinquième colonne des USA dans cette union. Si la Turquie, sans aucun changement de mentalité politique, fait partie un jour de l'Union Européenne, elle y sera sans aucun doute le troisième pilier de la domination américaine. Bruxelles, le 27 septembre 2008 |