A
non-government
information
service on Turkey
Un service d'information
non-gouvernemental
sur la Turquie
SUR
JOURNALISTE "APATRIDE"
"VATANSIZ"
GAZETECİ ÜZERİNE
AJP: Les mémoires d'un journaliste
"apatride"
Politique:
Mémoires d'un journaliste patriote rendu apatride - Mehmet KÖKSAL
Librenews: Le
journaliste apatride - Eylem AYDEMIR
Cumhuriyet:
Özgüden'ler hâlâ haymatlos - Faruk PEKİN
ATGB:
Gazeteci Doğan Özgüden'in Anıları - Başkan Gürsel KÖKSAL
Turkpress:
Gazeteci Doğan Özgüden anılarını yayınlamaya başladı
Evrensel:
Gazeteci Anıları - Turgay OLCAYTO
Bianet: Doğan Özgüden ile röportaj - Volkan ALICI
Dünya: Sürgündeki “Vatansız” Gazeteci -
Osman S. AROLAT
Kuyerel:
Türkiye'nin en önemli gazetecisi: Doğan
Özgüden - Erol ÖZKORAY
Günlük: Bizim Türkler - Cahit MERVAN
Yeni Özgür Politika: 40 Yıllık "Vatansız
Gazeteci" - Günay ASLAN
Yazındergi.com: Bu ülkenin en güzel on
yılı... - Engin ERKİNER
Her büyük isteğin bedeli var! - Engin ERKİNER
Gomanweb:
Pirtûk û mirov û Dogan Ozguden - Medeni FERHO
Brüksel Kürt
Enstitüsü Baskani Derwesh M. FERHO
AGOS
Kitap/Kirk:1960'lardan bugüne bir 'vatansız' gazetecinin anıları - Emre
ERTANİ
Evrensel:
Dogan Özgüden'e mektup - Sennur SEZER
Milliyet:
Barışı görmeden ölmek istemiyoruz! - Hasan CEMAL
Kültür
Dergisi: Bütün Yolculuk Boyunca Hasret Ayrılmadı Benden -Tamer ÇAĞLAYAN
Özgür
Gündem: Üç Gazeteci - Ragıp ZARAKOLU
Cumhuriyet:
Doğan Özgüden'e Güzelleme - Orhan SUDA
Sanat Cephesi:
Doğan Özgüden’in ‘Vatansız’ Gazeteci Kitabı Üzerine - Sırrı ÖZTÜRK
Cumhuriyet:
Doğan Özgüden'in "Acı Vatanı" - Orhan SUDA
Yerelce: ‘Avrupa Acı
Vatan, Kimine Hiç Gülmeyi…’ - Nusret ÖZGÜL
Asitî/Barış: Doğan Özgüden’in anılarının ikinci cildi de
yayınlandı - Koray
DÜZGÖREN
Evrensel: ‘Vatansız Gazeteci’ ve
‘Tanıklıklar’ - Bülent HABORA
Insanokur: Hediye Kitap - M. Sehmus GÜZEL
Dünya Kitap: Gazeteci Doğan Özgüden'in kırk yıllık
sürgün hayatı - Korkut AKIN
Yol
TV: Özgüden'in anıları,
bir başucu kitabı - Emin KARACA
Cumhuriyet:
Işığın bekçisi; "Vatansız Gazeteci"
Özgür
Gündem: Doğan Özgüden 77 yaşında - Hüseyin AYKOL
Evrensel Kültür.
Bir sosyalist sürgünün anıları - Serpil GÜVENÇ
Evrensel:
Sürgün Yılları - Turgay OLCAYTO
IzmirLife: Sürgün Yılları - Deniz ÇABA ŞAN
Ant'ın Öyküsü: Doğan Özgüden'le Söyleşi - Deniz DERİN
ÖNEN
Milliyet
Kitap: Bir mücadele insanının anıları - Murat BELGE
Cumhuriyet:
Sol Gazetecilik ve Özgüdenler- Uğur HÜKÜM
Sol Portal: Kürt Meselesi ve 27 Mayis Darbesi -
Ali MERT
Yeni Özgür Politika: Bir sürgün çift - Ahmet
KAHRAMAN
Memoriastorica: Dogan Özgüden, senza patria per aver
difeso i diritti umani - Alessandro MICHELUCCI
Agenda interculturel: Après une nuit
cauchemardesque
Agenda interculturel: Journaliste et militant
La Gauche et le mensuel arménien Hay
Birgün: Bir zamanlar gazetecilik - Nazim ALPMAN
Hürriyet: Vatansız
Vatansever - Yalçın DOĞAN
Mesele: Doğan Özgüden'in anılarının
gösterdikleri - Gün ZİLELİ
Avrupa Sürgünleri: Özgüden - Tuğsavul ve 45
yıl - Engin ERKİNER
*
Dogan Özgüden 'vatan hainligi'ne devam ediyor hâlâ!
(Cumhuriyet Pazar, Erdinç UTKU, 27 Temmuz 2014)
*
Asitî/Barış, Mart 2011
(PDF forması için resmi tıklayınız)
IMC TV'de Doğan Özgüden'le Röportaj
Hüseyin Kalkan
tarafından 28 Temmuz 2012'de
Belçika'da gerçekleştirilmiş,
19 Ağustos 2012'de Haberin İçinden
programında yayınlanmıştır.
44 dakikalık röportajın video kaydı için
yukarıdaki imajı ya da bu satırı tıklayınız.
20
Ocak 2011
Kısa
bir süre önce postadan önüme bir kitap düştü: 'Vatansız Gazeteci,
Doğan Özgüden, Cilt 1, Belge Yayınları, İstanbul 2010,' başlığıyla.
Anılarını yazmasından tam umudumu kestiğim sırada kitap çıkageldi.
Yıllardır 'abi, yazsana, ölüp gideceğiz, hepsi unutulacak', derken,
Doğan Özgüden nihayet yazmış! Kalemine sağlık (eskiden öyle derdik.)
Ben ise hâlâ bana göre Türkiye'nin en hızlı, en başarılı gazetecisi
olan Doğan Özgüden'den bir de 'Türkiye Basın Tarihi 1961-71 ve Sonrası'
ayrıca 1967-71 yıllarında önce haftalık ANT dergisinin son
sayfasındaki, sonra aylık ANT'ın iç sayfalarındaki Cağaloğlu
haberlerinin günümüzde değerlendirilmesini, heyecanla bekliyorum
Dilerim yurtdışına çıkışlarının 40. yılına (Mayıs 2011) anılarının 2.
cildini yetiştirir; sonra Türkiye medyasını ayrıca tarihsel bir
çerçevede ekonomik, toplumsal, siyasal açıdan değerlendirir.
İnci ve Doğan Özgüden'i (bizler için Doğan Abi, İnci Abla) 1968'de
Robert Kolej Öğrenci Birliği Başkanı iken Osman Saffet Arolat kanalıyla
tanımıştım. Sonra ANT dergisi için yazılar yazmaya başladım. 1970-71
ANT dergisi Yayın Kurulu'nda görev aldım. Doğan Abi bizim için her
zaman efsanevi Akşam gazetesinin ulaşılmaz Genel Yayın Müdürü idi.
Birçoğunu çok sık dinlediğim, önemli bir kısmını (Ekim 1969 - Mayıs
1971) neredeyse 24 saat yaşadığım anıları bir gece uykusuz kalmak
pahasına bir solukta okudum. Ne günler!
BİR 'AKTİVİST'
Doğan Abi için tırnakla kazılan bir yaşam. Müthiş bir çalışkanlık,
özveri, dürüstlük. Yaşam içinde, pratikte, yoksulluğu, sömürüyü,
baskıyı yaşama. Sürekli başkaldırı. İnsanlara güvenme, inanma. Sonra
kazık yemeler. Sonra yeniden umutlanma. Ardından aşırı gerçekçilik!
Yine de birinci ciltte birçok alandaki kırgınlığını sergilememiş!
Bugüne kadar 12 Mart ve 12 Eylül üzerine çok sayıda anı kitabı çıktı.
Ancak 1961-71 üzerine en yetkin bir kalemden, tüm olguları bir
'gazeteci', bir 'siyasal eylemci' ve bir 'aktivist' olarak yaşayan bir
kişiden çok değişik anıları içeren bir kitapla karşı karşıyayız.
O günleri anımsayanlar, Doğan Özgüden'i hep ANT ile birlikte
bilebilirler. Oysa Türkiye aydınları bir Akşam gazetesi olgusunu hep
hatırlamalıdırlar. O dönemde bir sol gazeteci, bir sol yazar yoktu ki,
Akşam'dan geçmesin.
Ama bugünün birçok ünlü gazetecisi o günleri anımsamak bile istemiyor.
Yeni yetme gazeteciler ise bir Akşam gazetesi deneyimini bilmiyorlar
bile. O bu gazeteyi çok farklı bir yerden aldı, sonra ayrılmadan önce
hazırladığı 'Talat Aydemir Anıları'yla gazeteyi o zamanki tiraj
koşullarında 220.000'e ulaştırdı.
Doğan Özgüden benim için öncelikle Türkiye açısından üç olgunun
toplamıdır: 13 Mart 1965'teki Akşam gazetesinin 72 puntoluk 'İşçilere
Ateş Açıldı' başlığı; ANT'ın Eylül 1970 sayısındaki 'Kapitalistleşen
Subaylar İşçileri Yargılayamaz' kapağı ve Mayıs 1971 sonrasında
Avrupa'daki 'Democratic Resistance of Turkey' yayınları.
İnsan belleği 'nisyan ile maluldür', derler. Bugünlerde çok sayıda
demokrat (!) kişi anti-darbeci, anti-cuntacı, anti-Kemalist söylemde.
Ama Türkiye'de 1970'te 'ordu-gençlik el ele, milli cephede'
sloganlarının atıldığı bir sırada, 'Kapitalistleşen Subaylar İşçileri
Yargılayamaz' sloganını bir siyasi derginin kapağına taşımak için yürek
isterdi.
EĞİTİM SEMİNERLERİ
Salt yürek değil (aklıma ANT dergisi yazarlarından Can Yücel'in bir
tüzük tartışması nedeniyle 'sosyalizm tüzük değil, büzük ister' sözleri
geliyor), biraz siyasi öngörü, Marksizmde olgunluk gerekiyordu. Milli
Demokratik Devrim sloganı yerine halklar sorununu aşmış, bir
'sosyalizm' anlayışını, yani sınıf yaklaşımını izliyor, olmak
gerekiyordu.
1969-70 yıllarında ben hem ANT dergisinde yazı yazıyordum, hem de
DİSK'te ve DİSK'e bağlı Maden-İş Sendikası'nda eğitim seminerlerinde
eğitimciydim, Vatansız Gazeteci'de yazıldığı gibi (s. 504) Fethi Naci,
Kemal Sülker, Süleyman Üstün ve Çetin Özek ile birlikte. Daha önce
Doğan Abi de o seminerlere katılmıştı. Maden -iş yöneticilerinden
Şinasi Kaya onu çok severdi. Vatansız Gazeteci'nin 503. sayfasında konu
edilen 'genel grev' de gündeme o ilişki çerçevesinde gelmişti.
ANT dergisinde kısa adı OYAK olan Ordu Yardımlaşma Kurumu'ndan ve bu
kurumun yatırımlarından daha önce bahsedilmişti. Ama ilk kez Eylül
1970'te açık biçimde ordu kapağa çıkarılmıştı. Komutanlar, darbeciler
bu başlığa çok kızmıştı. Bir de ordudan bir şeyler bekleyen
'devrimciler'. Ve Doğan Özgüden bir kez daha, başka bir biçimde
sorgulanmıştı.
Doğan Abi kitapta nasıl yurtdışına çıktığını çok iyi anlatmış. En son
Ankara'ya gitmek üzere onunla vedalaşırken (son sahne) yanına bir albay
oturmuştu. Ben de çok korkmuştum. Hâlâ ne olacağı belli değildi. Ama
artık nasıl Türkiye dışına çıktıklarını belgeledi. Ne yazık ki, 12 Mart
sonrasında bazı kendini bilmez kişilerin 'bir arkadaşımı kaçırmak için,
Doğan Özgüden'i yurtdışına kaçırdığını bildiğim Faruk Pekin'e gidip
bizim arkadaşımızı da kaçırır diye ondan yardım istedim' gibisine
gerçek dışı emniyet ve askeri savcılık beyanlarından dolayı ben
fazladan işkenceye maruz kalacaktım. Herkes benim Doğan Abi'yi
Bulgaristan ya da Sovyetler kanalıyla yurtdışına çıkardığımı
sanıyormuş. Bu konu en az 6-7 kişinin ifadesinde yer aldı. Neyse, geç
de olsa, belgelerle, herkes Özgüden'lerin eski sosyalist ülke
temsilciliklerinin yardımı olmaksızın yurtdışına çıktığını anlamış
olacak!
Doğan Abi kitabında anlattığı daktilosunu on parmağıyla bir 'mitralyöz'
gibi kullanırdı. Bilgisayar çağı dahil Babıâli'de ondan daha hızlısını
görmedim. İkincisi gerçek bir gazeteci olarak steno kullanırdı. Örneğin
Türkiye İşçi Partisi'nin program tartışmalarının steno ile tutulmuş tam
metni yalnızca onda vardı. O sırada Türkiye'de stenoyu onun gibi
kullanan bir kişi de yoktu. Üçüncüsü o dönemdeki gençler arasında
'işçici' olan benden daha 'işçi yanlısı' ve de anti-Kemalist idi.
Dördüncüsü, olumlu anlamda kullanıyorum, aşırı naif, aşırı romantikti.
Che Guevara'nın ünlü 'ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin'' savaş
sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele
geçecekse ve mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla
cenazemize ağıt yakacaklarsa, ölüm hoş geldi, sefa geldi' sözlerinin
gerçek çevirmeni o idi.
Doğan Özgüden'in daha Türkiye'de iken Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi
(Filistin Davası ayrı) sorunlarına yaklaşımı yurtdışında daha da
belirginleşince, iyice 'korkulan' bir isim oldu. Oysa 12 Mart 1971'den
önce bugünlerin terimiyle 'Beyaz Türkler' olarak o da, ben de, Osman
Saffet Arolat da, Ragıp Zarakolu da Kürtlerin yargılanmadığı bir
dönemde 'Kürtçülük'ten yargılanıyorduk. Birkaç ay önce bu olguyu
Diyarbakır'da Osman Saffet Arolat ile birlikte katıldığımız bir
'Diyarbakır Turizmi' toplantısında konuşurken de dile getirdim.
'ANT' DENEYİMİ
Bugün Şerefname'yi yayınlamak kolay! O zaman bu iş de biraz yürek
isterdi. Şerefname ciltlerini Cağaloğlu'ndaki yürekli hamallarla nasıl
bina bina kaçırdık' Bu konularda en yaratıcı olan, her zaman, henüz
daha dijital ortam yok iken, hayatımda gördüğüm en iyi sayfa
tasarımcısı, en iyi düzeltmen, en teknik kişi olan İnci Özgüden'di.
12 Mart cuntasından sonra içinde ANT'ın da adı geçen, ancak yurtdışı
'faaliyetler'den dolayı hiçbir biçimde ANT''a geri dönülemeyen, çok
'tuhaf' bir dava nedeniyle yaklaşık 2, 12 Eylül Askeri Darbesi'nden
sonra da DİSK nedeniyle 3 yıl hapis yattım. Ama gençliğimizin en güzel
günlerini ben ve bazı arkadaşlarımız ANT deneyimi ile yaşadık.
'Ama, o da çok katı!' diyor bazıları. Peki, düşünce özgürlüğü ne menem
bir şeydir?' Kişilerin 'öz görüşleri'ni ifade hakkı nedir?
Beğenmeyebilirsin, ama saygıyla karşılaman gerekir. Biz, ANT dergisinde
'Ortadoğu Devrimci Çemberi' derken, şimdi müze olacağı söylenen
Diyarbakır Hapishane'sinde öldürülen DDKO lideri, dostumuz Necmettin
Büyükkaya ile 'Kürt Sorunu'nu tartışırken herkes neredeydi (s. 499)?
Bizler, Sulhi Dönmezer gibilerinin yazdığı bilirkişi raporlarıyla
'Kürtçülük'ten her bir-iki satırlık yazı için 7,5 yıllık hapislerle
yargılanırken, bugünün 'demokrat'ları neredeydi?
Türkiye basın tarihinde bence bu kadar başarılı olan ve Akşam gazetesi
ile çok sayıda Türkiyeli aydını Türkiye entelektüel yaşamına taşıyan
Doğan Özgüden, önce 12 Mart, ardından da 12 Eylül sonrasında
Türkiye'nin diktatörlük ortamından çıkmasında epey katkısı olan
eylemleri ve yayınlarıyla solcuları (!) bile korkuttu.
Akşam'ın ya da ANT'ın içinde ya da kenarında olan çok sayıda gazeteci,
yayıncı, aydın kişi hızla onu 'unutmayı' tercih etti. 12 Eylül
sonrasında onlar yurtdışında 'sürgün'de iken, Türkiye'de 'ünlüler',
'yazarlar'' ansiklopedileri çıktı. Resmi devlet politikasına 'saygı'
gösteren yazarlar-çizerler onu ansiklopedilerine almadı. Oysa onun
Akşam gazetesinde kendilerine yazı yazma olanağı tanıyıp ünlü kıldığı
kişiler o kitaplarda yer almıştı. O, artık bazılarına göre TC'nin bir
'düşmanı' idi. Kimse ona bulaşmak istemedi.
2007 TÜYAP Kitap Fuarı'nda Akşam gazetesini, ANT Sosyalist Dergi'yi
unutanlar için, ANT'ın kuruluşunun 40., Vatansız Gazeteci kitabını
yayınlayan Belge Yayınları'nın 30. yılı nedeniyle bir anma toplantısı
yapıldı. Beş kişi konuşacaktı. İnci ve Doğan Özgüden'lerin sandalyeleri
boş kaldı. Çünkü Türkiye'ye gelemediler. Biz (Yalçın Yusufoğlu, Ragıp
Zarakolu, Faruk Pekin) konuştuk.
Her sosyalist, her demokrat, her aydın Akşam gazetesini ve ANT
dergisini kavramak, daha doğrusu 1961-1971 dönemini algılamak için
Vatansız Gazeteci'yi okumak, ilgilenmek ve sorgulamak zorunda. İstanbul
ya da Türkiye 15 Aralık 2010 gecesi ölümünün 75. yılında Türkçe,
Ermenice ve Kürtçe şarkılarla Kevork Gomidas'ı Lütfi Kırdar Salonu'nda
büyük bir konser ve ilgili Bakan katılımı ile anarak bağrına bastı. Ne
güzel bir etkinlik.
Ama Doğan Özgüden hâlâ vatansız, yani haymatlos. İnci Özgüden de öyle.
Böyle oluyor bu işler. Küreselleşme ortamında, sınıf pusulasını
şaşırdığımızda.
Vatansız
Gazeteci/ Doğan Özgüden/
Belge Yayınları/ 558 s.
7 Ocak 2011
ATGB Başkanı Gürsel Köksal:
Gazeteci Doğan Özgüden'in Anıları
Uzun yıllardır Brüksel'de yaşayan Gazeteci Doğan
Özgüden
anılarını yayınlamaya başladı.
"Vatansız" Gazeteci başlıklı kitabın Belge Yayınları'ndan çıkan
birinci
cildi, Doğan Özgüden'in Türkiye'deki çocukluk ve gazetecilik
yıllarını (eşi gazeteci İnci Özgüden-Tugsavul'la 12 Mart darbesinin
ardından Türkiye'den ayrılmalarına kadar) içeriyor.
Aşağıda kitapla ilgili Belge Yayınları'nın duyurusu yer alıyor.
Doğan Özgüden, eşi İnci Özgüden-Tugsavul'la birlikte 1971 askeri
darbesinin ardından Türkiye'den ayrılmış ve Belçika'ya yerleşmişlerdi.
O dönemden beri Brüksel'de çalışmalarını eşiyle birlikte yürüten
ve
birlikte kurdukları Info-Türk Ajansı'yla Türkiye üzerine çeşitli
dillerden yayınlar yapan Özgüden'e, 2007'de Türkiye Gazeteciler
Cemiyeti'nce "Türk Basını'na 50 yılı aşkın süreyle vermiş olduğu seçkin
hizmetler" nedeniyleTeşekkür Belgesi verilmişti.
Aşağıdaki link üzerinden Doğan Özgüden ve İnci Özgüden-Tugsavul'la
ilgili ayrıtılı bilgilere ulaşabilir, kendileriyle haberleşebilirsiniz.
http://www.info-turk.be/ozguden-tugsavul-T.htm
Sayın Doğan Özgüden'e bu sıradışı yaşam öyküsünü yazılı hale
getirerek
kamuoyuna ulaştırdığı için teşekkürler.
Böylece sadece Türkiye'nin yakın tarihini değil, Türkiye dışıdaki
Türkiye'yi daha iyi anlayabilmek, değerlendirebilmek için onun
tanıklığından da yararlanabileğiz.
Avrupa'da yaşayan gazetecilerin, ATGB üyelerinin Avrupa'da yaşayan
en
kıdemli Türk gazetecilerinden İnci ve Doğan Özgüden'in, öykülerini ve
mücadelelerini yakından tanıma şansını kaçırmamaları umuduyla.
Saygı ve sevgilerimle
Gürsel Köksal
ATGB Başkanı
8 Ocak 2011
Uzun
yıllardır Brüksel'de yaşayan
Gazeteci Doğan Özgüden anılarını
yayınlamaya başladı
Doğan Özgüden, eşi İnci Özgüden-Tugsavul'la birlikte 1971 askeri
darbesinin ardından Türkiye'den ayrılmış ve Belçika'ya yerleşmişlerdi.
O dönemden beri Brüksel'de çalışmalarını eşiyle birlikte yürüten
ve
birlikte kurdukları Info-Türk Ajansı'yla Türkiye üzerine çeşitli
dillerden yayınlar yapan Özgüden'e, 2007'de Türkiye Gazeteciler
Cemiyeti'nce "Türk Basını'na 50 yılı aşkın süreyle vermiş olduğu seçkin
hizmetler" nedeniyleTeşekkür Belgesi verilmişti.
Konuyla ilgili bir açıklama yapan Avrupa Türk Gazeteciler Birliği
(ATGB) Başkanı Gürsel Köksal Doğan Özgüden'in 'Vatansız' adlı kitabıyla
ilgili ' Böylece sadece Türkiye'nin yakın tarihini değil, Türkiye
dışıdaki Türkiye'yi daha iyi anlayabilmek, değerlendirebilmek için onun
tanıklığından da yararlanabileğiz.
Avrupa'da yaşayan gazetecilerin, ATGB üyelerinin Avrupa'da yaşayan
en
kıdemli Türk gazetecilerinden İnci ve Doğan Özgüden'in, öykülerini ve
mücadelelerini yakından tanıma şansını kaçırmamaları umuduyla'
değerlendirmesinde bulundu.
Dogan Özgüden - Inci Tugsavul
Info-Türk kuruculari Dogan Özgüden ve Inci Tugsavul 40 yili askin
bir
süredir birlikte calisiyor ve mücadele veriyorlar.
Dogan Özgüden bir demiryolu emekçisinin oglu olarak 1936'da
Kalecik'in
Irmak istasyonu'nda dogdu. Ilk ve orta ögrenimini Türkiye'nin çesitli
köy ve sehirlerinde yapti. Yüksek iktisat ögrenimi (YETO) yaparken 1952
yilinda gazetecilige Ege Günesi Gazetesi'nde basladi.
Öncü ve Milliyet gazetelerinde temsilcilik, Sabah Postasi ve Gece
Postasi gazetelerinde yazi isleri müdürlügü görevlerinde bulunduktan
sonra zamaninin en büyük sol günlük gazetesi olan Aksam'da genel yayin
müdürlügü yapti (1964-66).
Sol harekete genç yasta katilan Özgüden, 1962'den sonra Türkiye
Isci
Partisi (TIP) saflarinda mücadele verdi ve 1964 yilinda bu partinin
Merkez Yürütme Kurulu'na seçildi.
Inci Özgüden-Tugsavul 1940'da Ankara'da dogdu. Gazetecilige,
Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde yüksek ögrenimini sürdürürken 1961
yilinda Ankara'da Hür Vatan Gazetesi ve Kim Dergisi'nde basladi. Daha
sonra Hareket (1962-63) ve Aksam (1963-66) gazetelerinde çalisti.
1962'de Ankara Gazeteciler Sendikasi, 1963'te Istanbul Gazeteciler
Cemiyeti tarafindan "Yilin Gazetecisi" ödülüne layik görüldü.
Özgüden'ler, 1967'den sonra sosyalist haftalik dergi Ant'i ve Ant
Yayinlari'ni kurarak 1971'de sikiyönetim tarafindan kapatilincaya kadar
yönettiler. Yazdiklari ve yayinladiklari yazilardan dolayi haklarinda
50'den fazla dava açildi. 300 yili askin hapis cezasi talebiyle tehdit
edildiklerinden 1971 askeri darbesinden sonra Türkiye'den ayrildilar.
Avrupa'da diger muhalif sürgünlerle birlikte Demokrati Direnis
Hareketi'ni kurarak Cunta rejimine karsi kampanya yürüttüler.
1974'ten beri Brüksel su kurumlari yönetiyorlar:
Cesitli dillerde Türkiye üzerine yayin yapan Info-Türk Ajansi
(http://www.info-turk.be)
Cok uluslu göçmen egitim merkezi Günes Atölyeleri
(http://www.ateliersdusoleil.be)
1980 darbesinden sonra Özgüden ve Tugsavul, askeri cuntaya karsi
hariçte mücadele yürütmek üzere Avrupa'da kurulan Demokrasi Için Birlik
(DIB)'in genel baskanligi ve yayin yönetmenligi görevlerini üstlendiler.
Cunta'ya karsi yürüttükleri muhalefetten dolayi 200'e yakin rejim
karsitiyla birlikte 1982 yilinda Türk vatandasligindan çikartildilar.
Bu karar on yil sonra iptal edildiyse de, Disisleri Bakanligi
kendilerine, Türkiye'ye döndükleri takdirde daha önce Avrupa Insan
Haklari Mahkemesi'ne bildirilen agir suçlamalardan dolayi
tutuklanmayacaklari ve yargilanmayacaklari konusunda herhangi bir
yazili güvence vermeyi reddetti.
Aksine, 1971 darbesi'nden otuz yil sonra, cuntaci generalleri
elestiren
bir yazisindan dolayi Dogan Özgüden hakkinda yeni bir dava açildi ve
mahkeme kendisinin Türkiye'ye girer girmez tutuklanmasi için sinir
kapilarina bildirimde bulundu. Daha sonra TCY'nin 301. Maddesine göre
sürdürülen dâva, Özgüden'in Türkiye'ye girisinde tutuklanarak mahkemeye
sevkedilmesine kadar askiya alindi.
Dogan Özgüden Türkiye'de Gazeteciler Sendikasi, Gazeteciler
Cemiyeti,
Basin Seref Divani ve Basin Ilan Kurumu yönetim kurullarinda, Türkiye
Isçi Partisi Merkez Komitesi'nde bulundu. Halen Belçika Gazeteciler
Cemiyeti, Belçika Insan Haklari Dernegi, Brüksel Kültürler Arasi
Etkinlikler Merkezi (CBAI) ve Irkçilik ve Yabanci Düsmanligiyla Mücdale
Hareketi (MRAX) üyesi.
Türkiye'de yayinlanmis kitaplari: Fasizm (1965) , Kapitalizm
(1966);
Avrupa'da da Ingilizce, Fransizca ve Hollandaca olarak yayinlanmis
baslica kitaplari: Türkiye Dosyasi (1972), Iskencede Türkiye (1973),
Türkiye, Fasizm ve Direnis (1973), Uluslararasi Sendika Hareketi
(1979), Türkiyeli Göçmen Isçiler (1983), Türkiye'de Militarist
"Demokrasi" üzerine Kara Kitap (1986 ve 2010), Türkiye'de Islam
Köktendinciligi (1987), Türkiye'de Asiri Sag Hareket (1988), "Vatansiz"
Gazeteci - I. Cilt - Sürgün öncesi (2010)
Ankara Gazeteciler Cemiyeti ve Ankara Gazeteciler Sendikasi'nin
eski
üyesi olan Inci Özgüden-Tugsavul ise halen Belçika'da Uluslararasi
Basin Cemiyeti (API)'nin üyesi. Istanbul'da 1965'te yayinlanmis Müzik
Rehberi ve Brüksel'de 1991'de yayinlanmis Türk Kadini isimli
çalismalari bulunuyor.
Ayrıntılı bilgi www.info-turk.be/ozguden-tugsavul-T.htm web
adresinden
alınabilir.
24 Ocak 2011, Pazartesi
Gazeteci Doğan
Özgüden, 1960'lı yılların
büyük gazetelerinden Akşam'ı, emek ve demokrasi hareketinin yayın
organına dönüştürmüş efsanevi genel yayın yönetmeni. Birçok ilk'i
hayata geçirmiş Ant dergisinin ve Ant Yayınları'nın kurucusu... Kürt
sorunundan Kemalizme, pek çok netameli konuda aydın tavrını (hem de
70'li yıllardan başlayarak) ödünsüzce sürdürmüş bir gazeteci... 60
yıllık gazetecilik ve mücadele serüveninde davaları, sürgünlüğü,
tehditleri göğüslemiş; yok sayılmayı, suskuya terk edilmeyi,
değerbilmezliği de yaşamış bir eylem adamı..
İşte bu hareketli
yaşamı (dostlarının ve
eşi İnci Hanım'ın ısrarı üzerine) kaleme almış Özgüden; çocukluğundan
1971 yılında başlayan sürgünlüğe kadar yaşadıklarını, 'Vatansız'
Gazeteci* adıyla kitaplaştırmış.
Türkiye basın ve
siyaset tarihinin
önemli dönemeçlerinin tanıklığının da ortaya konduğu kitap, ne yazık ki
henüz yeterince ilgi görmemiş. Kitap bize vesile olsun dedik,
Özgüden'le bianet için konuştuk. Söyleşiye geçmeden önce biraz
'Özgüdenler tarihi': Doğan Özgüden, eşi İnci Özgüden Tuğsavul ile
1967'de haftalık sosyalist dergi Ant'ı ve Ant Yayınları'nı kurdu;
dergi, 1971'de Sıkıyönetimce kapatıldı. Özgüdenler hakkında yazdıkları
ve yayımladıkları yazılar nedeniyle 50'den fazla dava açıldı, 300 yılı
aşkın hapis istemiyle yargılandılar. 1971 yılında, Türkiye'den ayrılmak
zorunda kaldılar; artık mücadele yurtdışında sürecekti. Gerek 12 Mart,
gerekse 12 Eylül cuntalarına karşı yurtdışında örgütledikleri
kampanyalar, her iki dönemin cunta şeflerini ve Özal gibi 'darbe
başbakanları'nı çok kızdırdı. 200'e yakın rejim karşıtıyla birlikte
1982 yılında Türk vatandaşlığından çıkartıldılar. Bu karar on yıl sonra
iptal edildiyse de, Dışişleri Bakanlığı kendilerine, Türkiye'ye
döndükleri takdirde tutuklanmayacakları ve yargılanmayacakları
konusunda herhangi bir yazılı güvence vermeyi reddetti. Özgüdenlerin
sürgünlüğü Belçika'da devam ediyor. Gazeteciliği de burada
sürdürüyorlar. Özgüden çifti, 1974'den beri çeşitli dillerde yayın
yapan Info-Turk Ajansı (http://www.info-turk.be) ile çokuluslu göçmen
eğitim merkezi Güneş Atölyeleri 'nin(http://www.ateliersdusoleil.be)
yöneticiliğini yapıyor.
Doğan Özgüden, 2008
yılında, aldığı
tehditlerle de gündeme gelmişti. Bianet'in 12 Aralık 2008 tarihli
haberinden özetlersek; "Özgüden, Brüksel'deki Türkiye
Büyükelçiliği'ndeki bir tören sırasında Milli Savunma Bakanı Vecdi
Gönül'ün Rumların ve Ermenilerin Türkiye'den tehcir edilmesi
politikasını övdüğünü İnfo-Türk'te duyurmuştu. Site, aynı törende
Büyükelçi Fuat Tanlay'ın da, Türk bayrağını öven ve 'Sana benim gözümle
bakmayanın mezarını kazacağım. Seni selamlamadan uçan kuşun yuvasını
bozacağım' ifadesinin geçtiği bir şiir okuduğunu bildirmişti. Söz
konusu kişilere yönelik eleştiriler üzerine Beltürk başta olmak üzere
hükümet yanlısı birçok sitede, İnfo-Türk'e karşı, Doğan Özgüden'in linç
edilmesini teşvike kadar varan bir kampanya" yürütülmüştü.
Doğan Özgüden
Türkiye'de Gazeteciler
Sendikası, Gazeteciler Cemiyeti, Basın Şeref Divani ve Basın İlan
Kurumu yönetim kurullarında, Türkiye İsçi Partisi Merkez Komitesi'nde
bulundu. Halen Belçika Gazeteciler Cemiyeti, Belçika İnsan Hakları
Derneği, Brüksel Kültürlerarası Etkinlikler Merkezi (CBAI) ile Irkçılık
ve Yabancı Düşmanlığıyla Mücadele Hareketi'nde (MRAX)
çalışmalarını sürdürüyor.
Hakkınızda açılan
50'den fazla dava, 300
yıla yakın hapis istemi... Vatandaşlıktan çıkarılma... Ne yaptınız da
devleti bu kadar kızdırdınız?
Demokrasiden ve insan haklarından asla
nasibini alamamış bir devlete
kızgın olan her kişinin yapması gerekeni yaptığım için...
Sürgünlük süreci nasıl
başladı? Bu kararı
vermek kolay olmasa gerek?
İnci'ye ve bana karşı açılan davaların
ciddi boyutlara ulaşmasına
rağmen, sarı basın kartlı gazeteciler olarak kolaylıkla pasaport
alabileceğimiz halde, "Ne olur ne olmaz, bir gün lazım olabilir" diye
düşünüp de zamanında pasaport dahi almamıştık. Bir yıl önce, 15-16
Haziran direnişinden sonra "Kapitalistleşen subaylar işçi sınıfını
yargılayamaz" diye yazdığım için zaten askerlerin tehdidi altındaydım.
Sıkıyönetimin Ant'ı kapatıp bildirilerle ve "insan avı" afişleriyle
beni aramaya başlaması üzerine, yazı kurulundaki arkadaşlar, ne
pahasına olursa olsun Türkiye'yi terk ederek Avrupa'da cunta yönetimine
karşı mücadele yürütmemizde ısrar ettiler. Bunun üzerine bir
yakınımızın aile pasaportunu tahrif ederek Türkiye'den çıktık.
71 darbesinden 30 yıl
sonra da, cuntacı
generalleri eleştiren bir yazınızdan dolayı hakkınızda bir dava açıldı;
mahkeme, Türkiye'ye girer girmez tutuklanmanız için sınır kapılarına
bildirimde bulundu. Bunu öğrenince neler hissettiniz?
Üzerimizdeki baskılar Avrupa'daki 40
yıllık sürgün yaşamında da
hiçbir zaman kesilmedi. Bir an önce Türkiye'ye dönmeyi düşündüğümüz
için iki yıl sahte pasaportla illegalde mücadele sürdürdük. Ne ki
Demokratik Direniş adına yürüttüğümüz mücadele Cunta'yı rahatsız eder
hale gelince, askerin mutemet adamı Turhan Feyzioğlu, Avrupa Konseyi'ne
hakkımızda ihbarda bulundu. Bunun üzerine Hollanda'da legale çıkmak
zorunda kaldık. Çalışmalarımızı Avrupa Birliği'nin başkenti Brüksel'de
yürütmek istiyorduk. Ancak TC Büyükelçiliği, Birleşmiş Milletler
himayesinde mülteci olduğumuz halde, Brüksel'e yerleşmemizi tam üç yıl
engelledi. Genel aftan yararlanarak 70'li yılların sonunda Türkiye'ye
kesin dönüş yapmaya karar vermiştik ki, bu kez de militarizm üzerine
çevirdiğim bir kitabın Türkiye'de yayınlanması üzerine İstanbul Donanma
Askeri Savcılığı hakkımda dava açtı, dönüşümüzü ileri bir tarihe
erteledik. Ancak 12 Eylül Darbesi'nden sonra diğer rejim muhalifleri
gibi vatandaşlıktan atılmamız dönüşü tamamen olanaksız kıldı. 71
Darbesi'nin otuzuncu yıldönümünde yazdığım yazıdan dolayı hakkımda dava
açılması, Türkiye'ye dönersem sınır kapılarında tutuklanmama karar
verilmesi hiç de şaşırtıcı olmadı. Dava, Türkiye'de düşüncelerini
özgürce ifade etmeyi görev bilen herkesin başında Damokles'i kılıcı
gibi sallanan 159. (şimdiki 301.) Madde'den açılmıştı. Yani orduya
hakaret... 21. yüzyılda böyle bir maddenin yürürlükte olması Türkiye'yi
yönetenler için tam bir yüzkarasıdır.
İki yıl önce de ciddi
tehditler aldınız.
Şu anki durum nedir? Yeni bir gelişme var mı?
Tehditler, hakaretler Belçika'da hiç
eksik olmadı. Ama iki yıl önce
tehditler o zamanki Büyükelçi Fuat Tanlay'ın Türk medyası aracılığıyla
yaptığı kışkırtmalar sonucunda ciddi bir boyut almıştı. Bunun üzerine
Belçika Hükümeti beni ve yönettiğim kurumları koruma altına almak
zorunda kaldı. Büyük ölçüde bu tedbirlerin alınmasından, bir ölçüde de
Tanlay'ın Başbakan Erdoğan'ın 'Dışilişkiler Başdanışmanlığı'na atanarak
Brüksel'den uzaklaşmasından sonra saldırılar yoğunluğunu yitirdi. Ama
hâlâ sürekli temkinli olmak zorundayım.
Sizin yönetiminizde
Akşam, büyük bir sol
gazeteye dönüşmüştü. Ardından yine kurucusu olduğunuz Ant dergisi, en
başarılı sol dergilerden biri oldu. Derken Ant Yayınları ile yayıncılık
serüveni... İlk Che kitapları, ilk Filistin, ilk Kürt tarihi kitapları,
gerilla hareketlerinin deneyimlerine dair Türkçedeki ilk ürünler... Tüm
bunlar yayıncılık ve gazetecilik alanında hâlâ anımsanan deneyimler.
Motivasyon kaynağınız neydi?
Hani Babıâli'de çok tekrarlanan bir söz
vardır. "Gazeteci olunmaz,
gazeteci doğulur"... Galiba bundan ben de nasiplenmişim. Kitabımda
ayrıntılı anlattığım hareketli çocukluk ve ilk gençlik yıllarım bende
mücadeleci gazeteciliğin ön koşullarını yaratmış olmalı. Gazeteci olmak
için değil sırf yükseköğrenimde aileme yük olmamak için çalışmaya
başladığım basın dünyasında gerek yurt, gerekse dünya olaylarını sadece
iş olsun diye değil, belli bir sorumluluk duygusu içinde değerlendirme
kararlılığım, benim sadece medyada değil, aynı zamanda sendikacılık
alanında ve siyasal mücadelede de çizgimi belirledi.
Ant dergisi, o
yıllarda; Mahirlere,
Denizlere, 1971 direniş çizgisine destek veren tek legal sol yayın
organıydı sanırım. Bu süreçten kısaca söz eder misiniz? Bu süreçte ne
tür baskılarla karşılaştınız?
Mahir'ler, Deniz'ler, Kaypakkaya'lar,
Türkiye'de 60'lı yılların
başında örgütlenmeye başlayan sosyalist hareketin en genç ve en
sağlıklı filizleriydi. Benden sonraki kuşaktandılar. Benim gibi onlar
da TİP deneyinden geçtiler ve orada büyük hayal kırıklıklarına
uğradılar. Kitapta anlatıyorum. Daha onların adları birinci planda
duyulmaya başlamadan önce, 1964'te yapılan 1. Büyük Kongre'de TİP, sol
gençlikle bağlarını büyük ölçüde koparttı. Bu tavra muhalefetimden
dolayı partiden ihraç edilinceye kadar TİP içinde, daha sonra
yönettiğim Akşam'da ve Ant'ta devrimci gençliğe hep destek oldum.
Pratikteki yanlışları ne olursa olsun, ki bunları da Ant'ta
eleştiriyorduk, onlar gerçekten yaşamlarını, kişisel mutluluklarını
sosyalizm için feda etmiş gözü pek, yürekli devrimcilerdi. 12 Mart'tan
sonra sağıyla soluyla her yandan saldırıya uğrayan bu gençlere destek
olmak, onları savunmak bir görevdi, biz bu görevi yerine getirdik.
1964-66 yılları arasında Akşam'ın,
1967-71 arasında da Ant
dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaptınız... Türkiye basın
tarihinin özellikle 71'e kadarki sürecinin en yakın tanıklarından
birisiniz. Bu bilgi ve deneyimle, bugünün yazılı medya ortamını nasıl
değerlendiriyorsunuz? Bir de gazetesi, dergisi, internet sayfalarıyla
bir sol/muhalif medya damarı var. Türkiye'de bu alandaki çalışmaları,
yayınları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz Türkiye'deyken büyük medya, büyük
sermayenin, siyasal
iktidarların kirli hesaplarına bu denli alet olmamıştı, bunlarla bu
denli iç içe geçmemişti. Teknolojik gelişme, görsel medyadaki ve
sanal iletişimdeki inanılmaz yenilikler dikkate alındığında benim
dönemimle kıyaslama yapmak çok zor, çünkü veriler çok farklı. Benim
için önemli olan sorunuzun ikinci bölümünde sözünü ettiğiniz
sol/muhalif medya damarı... Sadece Türkiye'de değil tüm dünyada
geleceği belirleyici olan bu damar. Golyat'a kafa tutan Davut'lardır
bunlar.
Gazetecilik
çalışmalarınız sürgünde de
devam etti. İnfo-Türk web sayfası, kitaplar, broşürler... Gazeteciliği
sürgünde sürdürmenin zorlukları neler?
Sürgündeki gazetecilik çalışmamız aslında
Ant'ın bir başka
coğrafyada, farklı dillerde, farklı bir okur kitlesine seslenen yeni
bir versiyonudur. Hep yukarıda sözünü ettiğimiz damardan beslendik, o
damarı besledik. Özellikle Türkiye'de yayın yasaklarının sürdüğü
dönemlerde Türkçe yayınlar da yaptık, Türkiye'ye soktuk, ama özellikle
sanal ortama geçildiğinden beri daha çok dünya kamuoyuna seslenen
çalışmalar yürütüyoruz. En büyük zorluk tabii ki dil sorunundan
kaynaklanıyor. Ana dil dışındaki dillerde yayın hazırlamak çok dikkat
ve özen gerektiriyor.
İnci Hanım'la
birlikte, Avrupa'daki diğer
muhalif sürgünlerle birlikte Demokratik Direniş Hareketi'ni kurarak
cunta rejimine karşı kampanya yürüttünüz. 1980 darbesinden sonra da bu
kez Evren cuntasına karşı Avrupa'da kurulan Demokrasi İçin Birlik (DİB)
hareketinin örgütleyicilerinden oldunuz. Belleğinizde o mücadele
yıllarından bugüne kalan en diri görüntüler, anılar neler?
Demokratik Direniş Hareketi... O yıllarda
Avrupa özelinde İspanya,
Portekiz ve Yunanistan da Türkiye gibi faşist diktatörlüklerin
pençesindeydi. Vietnam Savaşı, Latin Amerika, Afrika ve Asya'da ulusal
kurtuluş hareketleri... Tüm bu ülkelerin direnişçileriyle gerçek bir
kardeşlik ve yoldaşlık yaşadık. Demokrasi İçin Birlik Hareketi'ni
başlattığımızda Türkiye halklarının direnişçileri oldukça yalnızdı,
direniş örgütlemek daha zordu. 12 Eylül Cuntası'na karşı AB'nin
başkentinde düzenlediğimiz ilk büyük protesto gösterisini unutmam
mümkün değil... Ancak bu direnişi örgütleyen bir avuç devrimcinin, daha
sonra onların sağladığı olanaklarla Avrupa'ya intikal edip bir nevi
hazıra konan "siyasal önderler" tarafından kendi siyasal pazarlıklarına
engel görülerek tasfiye edilmesi acılı bir anıdır.
Şu anda mesleğe köşe
yazarı olarak devam
eden isimler de dahil, birçok ünlü isimle Akşam döneminde
birlikteliğiniz, çalışma arkadaşlığınız oldu. Gazete ve dergi serüveni
bittikten sonra, özellikle sürgünlük sürecinde de ilişkinizin sürdüğü
isimler oldu mu? Şunu da soruya eklemek istiyorum: Eski dostlukları
düşündüğünüzde uzun sürgünlük yıllarında neler yaşadınız?
Avrupa'ya yolları düştüğünde arayıp
soranlar, arada bir telefon ya
da e-mail'le haberleşenler olsa da, çok az... Devlet terörünün
hakkımızdaki baskı ve soyutlama kampanyasından ötürü bu durumu, içim
burkulsa da, anlıyorum. Gazetecilik hayatımda birlikte çalıştığım
arkadaşları, zaman zaman aramızda çıkan görüş ayrılıklarına rağmen hep
sevgiyle anıyorum. Çetin Altan ve Yaşar Kemal, o kuşaktan hayatta kalan
ve hâlâ aynı üretkenlikle yazmaya, eser vermeye devam eden Türkiye'nin
en güçlü kalemleri... Akşam'ı yönetmeye başladıktan sonra açtığım
forum sayfasına, "Düşünceye Saygı" genel başlığını koymuştum. Bugün
karşı görüşte de olsam kendilerinin düşüncelerine saygı duyuyorum,
yeter ki onlar da benim düşüncelerime saygı duysunlar...
70'lerden beri Kürt
sorununa önem
veriyorsunuz. Bugün de Avrupa Barış Meclisi üyesi olduğunuzu biliyoruz.
Kürt sorunu etrafında yapılan tartışmaları ve sorunun çözümü konusunda
Kürt özgürlük hareketi ile Türkiye sosyalist hareketinin çabalarını
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tıpkı gençlik konusunda olduğu gibi, Kürt
sorununda da Türkiye
sosyalist hareketi üstüne düşen görevleri, en azından benim Türkiye'de
bulunduğum yıllarda yeterince yerine getiremedi. Ama öncesi de var...
Sol bu konuda cumhuriyetin ilk on yıllarında da Kemalizm'in dümen
suyunda sürüklenmişti... Bugün Kürt ulusal hareketi sadece Türkiye
değil, Ortadoğu siyasetinde, hatta Avrupa siyasetinde etkin ve
belirleyici bir güçtür. Halkların ve azınlıkların özgürlükleri
konusunda Türk Devleti'nin karşısında muhataptır. Türkiye sosyalist
hareketi ona destek olmak zorundadır.
Son sorumuz:
Türkiye'de en çok neyi
özlediniz? Yarın çıkıp gelme olanağınız olsaydı, burada yapmak
istediğiniz ilk ne olurdu?
Türkiye'ye dönüş birçok koşullara bağlı
ve de zor... Google Map
çıktı çıkalı en sevdiğim şeylerden biri, günlük çalışmadan yoruldukça;
çocukluğumdan itibaren yaşadığım köyleri, büyük kentlerde yaşadığım,
çalıştığım mahalleleri, sokakları arayıp bulmak, uydu fotoğraflarına
bakmak. Ne yazık ki artık çoğunun yerinde yeller esiyor ya da beton
yapılar yükseliyor. Olsun, yine de ilk fırsatta oralara gidip binbir
acı ve sevinçle dolu geçmişimi bu dünyadan kopup gitmeden bir daha
yaşamış olurum... (VA/EÖ)
* 'Vatansız'
Gazeteci, Cilt 1-Sürgün
Öncesi; Doğan Özgüden; Belge Yayınları, Aralık 2010
28/12/2010
GERÇEĞİN GÖZÜYLE
Gazeteci
anıları
TURGAY
OLCAYTO
“Gazetecilik,
daha özenli olmaları
gereken kişiler, hatta çoğu
kez bu mesleğin içindekiler tarafından adına leke sürülse de, onurlu
bir meslektir. İdeolojik eğilimleri ne olursa olsun hükümetlerin çoğu,
basına açıkça müdahale etmedikleri zamanlarda bile sansür ve denetim
uygulamaya çalışır, bunu da genellikle başarırlar. Gazete sahipleri,
büyüklük hastalıklarını bir kenara bırakalım, basını kendi iktidar ve
zenginlik arayışlarını tatmin edecek bir araç olarak kullanırlar.
Gazetecilerin ise şakayla karışık söylendiği gibi etik dışı davranmak
için rüşvet almaya bile ihtiyaçları yoktur. Hatta ‘tüketiciler’ de
saçmalığa ve bayağılığa prim verip, berbat standartları kural kabul
ederek gazeteciliğin hizmet dışı kalması için ellerinden geleni
yapmaktadırlar. Yine de gazetecilik onurlu bir meslektir, çünkü, haber,
yorum ve görüşleri içeren bilgilerin dolaşımını sağlamak gibi onurlu
bir amacı vardır. Bu onurlu bir amaçtır, çünkü toplumun -özellikle
demokratik olma iddiasındaki bir toplumun- sağlıklı olması buna
bağlıdır.”
Alıntıladığım
satırlar Andrew Belsey
ve Ruth Chadwick adlı
iletişim bilimcilerinin “Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar”
kitabından. Dilimize bir başka İletişim Bilimci, Prof. Dr. Nurçay
Türkoğlu çevirmiş. Belge Yayınlarından çıkan, Gazeteci Doğan Özgüden’in
anılarının ilk cildini oluşturan “Vatansız Gazeteci” kitabının
sayfalarında dolaşırken ister istemez medya, siyaset, sermaye
sarmalında gazetecinin ne kadar özgür kalabileceğini,etik ilkelere
nasıl uyum sağlayacağını düşünmeye başladım. Doğan Özgüden
gazeteciliğin mutfağında yetişmiş bir usta. Yöneticilik yapmış,gazete
çıkarmış, kurduğu Ant Yayınevi ile de tek tip öğretiye karşı eleştirel
düşüncenin ufuklarını açan kitaplar yayınlamış.Eşi İnci Özgüden ile
birlikte salt gazetecilik, özgün bir yayıncılık yapmanın uğraşı içinde
olmuşlar. Oysa cumhuriyet tarihimiz boyunca devlet söyleminin dışına
çıkan gazetecilere, yazarlara, şairlere,aydınlara iktidarların pek
sıcak bakmadığını biliyor olmalıydılar. Hele de toplumcu görüşlere
sahipseniz, sosyalist bir partide görev alıyorsanız artık devletin
soluğunu sürekli hissedersiniz ensenizde. Sorarlar size: Halkı
aydınlatmak, bilgilendirmek size mi kaldı? Devlet ne güne duruyor?
Demokrasi sözcüğünün siyasetçilerin ağzından düşmediği, iktidarın
demokratik açılım projesi ürettiği bir ortamda hâlâ düşünceyi ifade
özgürlüğü yasalarla kısıtlanmışsa, hâlâ yasalar,yasaları uygulamakla
yükümlü makamlar, YÖK, RTÜK gibi kurumlar, üniversiteler ülkeyi
yasaklarla çekip çeviriyorsa, hâlâ 50 gazeteci demir parmaklılar
arkasında yeni bir yıla giriyorsa, böyle ayıplı bir demokrasiden söz
etmenin ne yararı var?
Doğan
Özgüden’in Türkiye serüvenini
özetlemek kolay, 12 Mart
1971 darbesinde politik göçmen, 12 Eylül 1980 askeri cunta döneminde
yurttaşlıktan çıkarılmış “vatansız”. Bakın anılarında bu vatansızlık
durumunu nasıl değerlendiriyor Özgüden:
“…Herhalde
gurbeti içimde taşıyarak
göçeceğim bu dünyadan. Ne
dert ? Görmesem de,bir vatansız olarak ya da daha doğru bir deyişle bir
dünya vatandaşı olarak Türkiye’yi her gün geceli gündüzlü yaşamıyor
muyum, tıpkı Belçika’yı,Filistin’i, Küba’yı,Vietnam’ı, Ruanda’yı
yaşadığım gibi.Önemli olan,vatanlı da olsan, vatansız da olsan,insan
onuruyla eğilmeden, bükülmeden yaşamış olmak,yaşadıklarımla gurur
duyuyorum.
‘Vatansız
Gazeteci’ daha ilk
sayfadan başlayarak sarıp
sarmalıyor insanı. Özgüden’in ustalıklı anlatımıyla bir solukta
okunuyor. O dönemlere bencileyin tanıklık edenlerinse altını çize çize
okuyacakları bölümler de çok elbet. Ülke gerçeklerine ilgi duyan,
1960’lı yıllardan başlayarak siyaset tarihimizi, ekranlardan yalan
yanlış sunulan kimi programlarla tanımak şanssızlığına uğrayan
gençlere, Doğan Özgüden’in kitabı önemli bir kaynak. Yararlanacaklarını
ummak istiyorum. Türkiye’de bir dönem devrimci yazılar yazıp, sol
nutuklar attıktan sonra askeri darbe dönemlerinde yurt dışına çıkan,
ancak bir süre sonra neoliberal kimlikleriyle ülkeye dönüp iktidarlara
biat eden kimi gazeteciler için de Doğan’ın kitabından çıkaracakları
çok ders var.
7 Ocak 2011
Arolat’ın kitaplığından
:
Sürgündeki “Vatansız”
Gazeteci
Osman S. Arolat
Gazetecilik yaşamımın başlangıcından bu yana, yani amatör olarak Öncü
gazetesinde ilk imzamı görmemden bu yana 49 yıl geçmiş. Bu 49 yıllık
dönemde benim gazeteci olarak gelişmemde önemli köşe noktaları olarak
gördüğüm dönemler var. Bunlar sırasıyla Sendika gazeteleri çıkarmam,
ANT dergisi, Ortam Dergisi, İSTA-THA ajansları, İsveç RİSK radyo, Alman
WDR, İngiliz BBC radyosu, Milliyet, Güneş, Sabah, Günaydın ve Dünya
gazeteleri…
Bu 49 yıllık dönemde bazı gazetecilerden çok şey öğrendiğimi düşünürüm.
Bunlardan biri THA patronu rahmetli Kadri Kayabal, diğeri ANT dergisi
yönetmeni Doğan Özgüden, bir üçüncüsü halen çalışmakta olduğum DÜNYA
gazetesinin sahibi rahmetli Nezih Demirkent’tir.
35 yaşında yurdu terk etti
Doğan Özgüden, gazetecilik yaşamında genç yaşta başarılar elde etmiş ve
35 yaşında siyasal 12 Mart darbesinin ardından siyasal nedenlerle yurt
dışına çıkmak zorunda kalmış.
Orada Askeri Cunta aleyhinde yaptığı yayınlar ve dönemin Başbakanı
Turgut Özal’a Brüksel’deki basın toplantısında sorduğu soru
nedeniyle de vatandaşlıktan çıkarılmış ve “Sürgündeki vatansız
gazeteci” olarak yaşamını 39 yıldır yurt dışında sürdürmek zorunda
kalmış.
Doğan Özgüden, Belge yayınları arasında okura sunulan anı kitabı
”Vatansız Gazeteci” -Sürgün Öncesi-‘nde doğumundan başlayarak bu 35
yıllık yurt dışına çıkmak zorunda kalmadan önceki yaşamını anlatıyor.
Çocukluk anıları…
Kitabın ilk 100 sayfasından biraz fazla sayfasında Doğan Özgüden, bir
istasyon şefi olan Babası ile Anadolu’nun çeşitli küçük istasyonlarında
geçen yaşamını doğumundan başlayarak bize yaşadığı ilginç olaylari,
dönemi kafamizda yasatmamizi saglayan bir üslupla anlatıyor. Bu nedenle
ben öncelikle kısa alıntılarla onun anlatımıyla bu dönemi size aktarmak
istiyorum.
"Ankara yakınlarında Kalecik’in Irmak İstasyon’unda 12 Şubat 1936
sabahı doğmuşum.
Annemin sonradan anlattığına göre, bu yüzden “Doğangün” demişler. Gerçi
12 Şubat’ta doğmuşum ama nüfus kağıdımda yazıla tarih 27 Şubat 1936.
Babamın ara istasyondan kente inip nüfus memuruna kayıt yaptırması
demek ki 15 gün almış… Doğumdan hemen sonra da demiryolcu olan babamın
birkaç yılda bir yenilenen tayin ve becayişlerinde kara vagonla
İçanadolu’nun bir köşesinden öbür köşesine savrulup durmuşum.
O günlerden belleğime silinmez bir şekilde kazınmış bir ritm de, uzun
yolcu ya da yük katarlarının, telgraf tıkırtılarına göre daha gür, daha
müzikal, inişli çıkışlı, kreşendolu ve dekreşendolu gürültüsüdür. Tik
tak da tik tak…taka tiki tak…Tik tak da tik tak…Taka tiki tak..."
Pesini birakmayan sıtma...
"Dört-beş yaşlarındaydım. Musaköy İstasyonu’da birkaç istasyon
bebesinin, kedimiz sarmanın dışında tek arkadaşım, daha yeni
dillenmeye başlamış kardeşim Türel.(…)
Kardelenler sürmeye başlamış… Türel ve istasyon bebeleriyle dağ
eteklerinde çiğdem köklemeye hazırlandığımız günler... Güneşli bir
sabah uyandığımda acı bir haber
verildi: -Türel öldü, kadeşin öldü.
O hayat dolu yüzünden gülücükler eksilmeyen eksilmeyen parmak kadar
çocuk birden neden ölsün?
-Sıtmadan dediler, zehirli sıtmadan…
Birkaç ay geçmişti ki sıtma beni de ilk kez yatağa çiviledi. Artık tüm
istasyon bebeleri gibi sıtma krizleri benim de yaşamımın ayrılmaz bir
parçası olacak, siyasal sürgün yıllarında Paris’te, Brüksel’de de
peşimi bırakmayacaktı.
Kunduz‘da siyasete biraz daha ısınıyorum. Babam, bana okumayı yazmayı
ve de kerrat Cetvelini daha okula gitmeden öğrettiği için bunun keyfini
çıkartmadan edemiyorum.(…)
Babam yeniden ıssızlığa bürünmüş istasyon binasının önüne şezlongunu
atar, beni başında bir sandalyeye oturtur, yeni gelmiş bilmem kaç
günlük Ulus ya da Cumhuriyet gazetelerini şöyle bir gözden geçirip
ilgisini çekenleri seçtikten sonra bana kutsal görevimi hatırlatırdı:
-Hadi evlat oku bakalım neler olup bitmiş? Arada kekeleyerek de olsa
seçilen haberleri büyük bir ciddiyetle okurdum. Ne kadarını tam
anlardım bilmiyorum. Ama öteki istasyon çocuklarına çalım atacak keder
bir şeyler kalırdı bu kıraat saatlerinden.
1942 kışı... Niksar-Erbaa Zelzelesini yeni atlatmışız. Bütün bozkır kar
altında (…) Biz, istasyonun beş bacaksız bebesi birbirimize sokulmuş,
kara bata çıka, suratımıza kırbaç gibi inen, ellerimizi şerha şarha
yaran, dudaklarımızı donduran rüzgarla boğuşa boğuşa, beş altı
kilometre ötedeki köy okuluna bir an önce varmaya çabalıyoruz. (…) Aynı
köyün çocukları oldukları için bizim Kutup seferini yaşamayan okulun
diğer öğrencileri derse çoktan koyulmuş bile… Öğretmen beş sıra
arasında sürekli dolanıyor… Her sıra ayrı bir sınıf olduğundan 10-15
dakika arayla bir sınıftan diğerine geçiyor. Okuma-yazma bildiğim için,
bizim öteki istasyon bebeleri de dahil, birinci sınıf öğrencilerine
ABC’yi , 1,2,3’ü göstermek benim görevim."
Steno ile tanışma ve ilk gazetecilik…
1952 yılında babasının İzmir’e tayini çıkıyor. Özgüden orada Ticaret
lisesinde öğrenime başlıyor. Lise sonda steno ile tanışıp öğreniyor.
Liseyi bitirdiğinde babası üniversite öğrenimi yaptıracak gücü
olmadığını söyleyince çalışarak okumak kararı alıyor. Dersleri izleme
mecburiyeti olmayan Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu’na kaydını yaptırıp
iş aramaya başlıyor. O yıllan İzmir’de NATO karargahının kurulduğu
dönem. Az İngilizce ve steno bilgisi nedeniyle yakın çevresinin israrı
ile Nato işyerinde çalışma başvurusu yapmak için sıraya giriyor. Ama
sonra cayıp sırayı terk ediyor. Ardından yeni çıkacak bir gazeteye
çalışmak için başvurur.
Bu başvuruyu, işe kabulünü ve İzmir gazetelerindeki çalışmalarını Ege
Güneşi’nden başlayarak onun anlatımına bırakalım:
"Gazetenin sahibi İzmir’in büyük işadamlarından birinin Amirika’da
eğitim dönmüş damadıydı. Türkiye’ye döndükten sonra teknik olarak
mevcutlarından tamamen farklı bir gazete yayınlamayı kafasına koymuştu.
Kendimi tanıttıklan sonra, 'Liseyi bitirdim. Çok hızlı steno ve daktilo
yazarım. Yüksek okul saatlerim dışında çalışabileceğim bir iş arıyorum'
dedim.
Okunan bir haberi steno ile yazıp, heyecandan birkaç hata yaparak
daktilo eder ve işe alınır. Görevi yurt haberlerine gelen haberleri
telefonla steno ile hızla yazarak sonra daktilo etmektir. 8 Eylül günü
işe başlarken bir sürprizle karşılaşır. Bir sınıf arkadaşı da stenograf
olarak kendisiyle birlikte işe alınmıştır. Türkiye’de ofset tekniğini
ilk deneyen gazete olan Ege Güneşi bu iki gence ödediği paradan çok
daha fazlasını telefon faturalarını azaltarak elde eder. Özgüden kısa
bir süre sonra Ege Güneşi macerası son bulunca, 15 Ocak 1953 günü
çıkmaya başlayan CHP örgütünün desteklediği Sabah Postası gazetesi
başyazarı ve yazı işleri müdürü Orhan Rahmi Gökçe’ye başvurur. Yine
telefonla gelen bir yurt haberini steno ile alıp daktilo ederek işe
alınır. Özgüden oradaki çalışma koşullarını şöyle anlatır:
"Buradaki çalışma ortamı, teknik olanaklar Ege Güneşi’nden son derece
farklıydı. Zemin Katın arka tarafında Nuh-u Nebi’den kalma bir düz
baskı makinesi, ön tarafta iki Linotype dizgi makinesi ve hurufat
kasaları. Linotype’lerin eritme potasından yoğun antimuanlı kurşun
kokusu yükseliyordu. Üst katta ise yazıişleri müdürünün oldukça geniş
sayılabilecek bürosunun dışında, idareye, muhabirlere ve sayfa
sekreterlerine ayrılmış bölümler vardı."
560 sayfayi özetlemek
Doğan Özgüden’in çocukluğu ve yetişmesi ile ilgili bilgileri,
gazetecilik serüveninin ilk dönemini size geniş olarak aktardım. Ancak
bundan sonrasını okurlara bırakıp kısa bir özetle kitapta başka nelerin
yer aldığını özetleyeceğim.
1956’da askere giden Özgüden asker dönüşü bir gün İzmir Ticaret
Odasında çalışıp 1958’de tekrar Sabah Postası’nda gazeteciliğe döner.
Abdi İpekçi’nin çağrısıyla Milliyet İzmir temsilcisi olur. Bir yanlış
anlaşmadan sonra Öncü gazetesinin temsilciliğini üstlenir.
Sendikacılık da yapmaktadır. İşsiz kalır. Kısa bir süre İngiltere’ye
gidip geri döner. TİP’te çalışmaya başlar. Kongrede kontenjan konusunda
sorun yaşadığı arkadaşlarıyla üyelikten ihraç edilir. İstanbul’da Gece
Postası’sında genel yayın yönetmenliği sonrasında 1964’te İlhami
Soysal’ın çağrısıyla Akşam Gazetesine gece sekreteri olarak geçtikten
kısa süre sonra Gazetenin patronu Malik Yolaç tarafından Genel Yayın
Yönetmenliğine atanır. Gazeteyi tirajda ilk sıralara yükseltir.
Milliyet’ten ayrılan Çetin Altan’ı Akşam’da yazdırır. Akşam’da patron
Malik Yolaç ile yaşanan olumsuzluklar sonrasında gazeteden ayrılır.
Özgüden, Akşam çalışmalarını kitapta şöyle değerlendiriyor:
"Akşam benim gazetecilik hayatımda önemli bir deneyimdi. Ama daha da
önemlisi, Türkiye günlük basın tarihinde iki yıl süreyle, etkisi daha
sonraki yıllarda da hissedilecek bir efsane oldu.
O efsaneyi yaratma onurunu Akşam’da o dönemdeki tüm gazetecileriyle,
mürettipleriyle, makinistleriyle ve dağıtıcılarıyla, daha da önemlisi
okuyucularıyla paylaşıyorum."
4 yıllık ANT macerasi
Özgüden Akşam’dan ayrıldıktan sonra 1967 yılında haftalık ANT dergisini
eşi İnci Özgüden, Yaşar Kemal ve Fethi Naci’nin katkılarıyla hayata
geçirir. İlk sayısının 3. Sayfasındaki Yorum yazısında ANT’ı “Babıali
basınında yer verilmeyen gerçeklerin dile getirildiği, zincirlenen
kalemlerin özgürce konuştuğu bir forum” olarak niteleyip, Ant’ı
tanamlayan şu sloganları sıralar:”O sömürücülüğe karşı Ant”tır/ O
sosyal adalet için Ant’tır/ O emperyalizme karşı Ant’tır/ O bağımsızlık
için Ant’tır".
İnci Özgüden’in çok başarılı çağdaş mizanpajı ve çarpıcı kapak
düzenleriyle yayın hayatına giren Ant 173 sayı haftalık olarak
çıktıktan sonra aylığa dönüp 13 sayı daha yayınlanır ve 1971 askeri
darbesi yönetimi tarafından kapatılır.
Doğan Özgüden, Vatansız Gazeteci’nin ilk cildinde 1936-1971 yılları
arasındaki 35 yıllık yaşamını sıcak bir üslupla anlatıyor. İkinci
ciltte ise 1971’den günümüze sürgün yaşamını anlatacak. Bir döneminde
benim de tanıkları arasında yer aldığım Doğan Özgüden’in başarılı
gazeteciliğini merak edenler için bu anı kitabında çok önemli detaylar
bulunuyor.
Erol ÖZKORAY
Bu ülkede bir zamanlar gazete de vardı, gazeteciler de... AKŞAM
gerçek bir gazeteydi ve bizim eve girerdi. İlkokulda iken üstad Çetin
Altan’ı okurdum. O gazeteyi de büyük bir gazeteci çıkartırdı: Doğan
Özgüden.
Doğan Özgüden’in yarattığı gazeteyi elimde tuttuğumda daha
çocuktum. O
gazete her gün evimize giren en değerli şeydi. Gazete adeta bir ayin
yapar gibi okunurdu ve kutsaldı. Daha o çocuk yaşımda Hürriyet
alanların küçümsendiğini hatırlıyorum. Bizim evde Hürriyet alanlar pek
adam yerine konmazdı, ailece boş ve kültürsüz adam olarak görürdük.
Bugün bu tespit çok daha yaygın. O sıralarda Galatasaray’ın ilkokulunda
Boğaz’da, bugün üniversite olan yerde yatılı olarak okuyordum. Sınıf
birincisi olmama rağmen hafta sonları AKŞAM’ı yuttuğum için babam,
derslere daha fazla zaman ayırmam için bana takılırdı: “Gazete nerede
basılıyor, öğrendin mi bakalım?”
İşte o meşhur AKŞAM’ın yaratıcısı gazeteci Doğan Özgüden’le aradan
çok
uzun yıllar geçtikten sonra 16 Mayıs 2007 tarihinde tanışma şerefine
eriştim ve gerçek bir dost olduk. Darbeci TSK’nın verdiği e-muhtıra
ertesi yayıncım Ragıp Zarakolu ile birlikte “Türkiye’de militarizm ve
basın özgürlüğü” konulu bir konferansı Doğan’ın Brüksel’deki mekanında
hep birlikte vermiştik. Bu büyük ve karizmatik insanı bu sayede
tanıdım. O günden sonra da ilişkimiz gelişerek sürdü.
Türkiye’de artık nesli tükenmiş olan gerçek bir gazeteci olması
Doğan’ı
daha da değerli kılıyor. Zaten hep söyleyip yazmışımdır: “Türkiye’nin
gerçek gazetecileri vardır, ama bunların hiçbiri yerli medyada
çalışmazlar” diye. Doğan onların en önde gelenlerinden bir duayendir.
Bence şu an aktif olan Türkiye’nin en önemli gazetecisidir. Doğan’ı çok
iyi tanıyan yabancı gazeteciler, yayıncılar ve entelektüeller de onun
Türkiye’nin “bir numaralı” gazetecisi olduğunu kendilerinden emin bir
biçimde rahatlıkla söylerler. Ben bu sözü Avrupa’da iken çok duydum.
Peki, niçin bir numaralı gazeteci? Çünkü bir gazetecinin en önemli
görevi her türlü iktidarı (siyasal, askeri, ekonomik, vs) kamu adına
sorgulamaktır. Bu noktada bayrak, marş, milliyet, tabular gerçek bir
gazeteci için vız gelir tırıs gider. Gazeteci doğru bildiği konularda,
başına bir şey gelip gelmeyeceğinin hesabını yapmadan elini taşın
altına koyar ve kamuoyuna yazı, haber, röportaj, söyleşi, kitapla
bunları açıklar. Doğan bunu ilk yapan, herkesten önce yapan, hiç
korkmadan yapan ve her şeyi masaya -hem de 1960’lı yıllardan
itibaren-yatırarak yapan olduğu için en büyüktür. Tabii bunun bedeli de
çok ağır oldu, çok sevdiği ülkesinden ayrı kaldı. Öncü olmak öyle
herkesin harcı değil.
Türkiye’de çok ahmakça bir değer yargısı vardır, ciddi eleştiri
getiren
bir muhalif hemen “ülkesine düşman” olarak damgalanır. Tabii bu
yaklaşım ancak totaliter rejimlerde görülür ve tipik faşist bir
görüştür. Eğer bir ülke demokrasiden nasibini almamışsa, hâlâ sinsi
faşist ve sinsi totaliter bir rejimle yönetiliyorsa, o ülkenin kendisi
değil ama sistemi, rejimi ve devleti her türlü ağır eleştiri ve radikal
mücadeleyi hakkeder. Bunu kimi fikirle yapar, kimi de silahla. Yani
durumun Nazi Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı ya da Vichy Fransa’sıyla
fazla bir farkı yok. Totaliter rejimlerle mücadele her bireyin,
demokratın, liberalin, sosyalistin, komünistin en tabii hakkıdır. Bu
noktada nefret edilen ülke, ya da halkı değil, rejimin bizatihi
kendisidir. Fransızlar bile 2010 yılında nihayet Vichy rejiminin gerçek
adını ancak koyabildiler: Faşizm. Burada hâlâ faşist bir rejimde
yaşadığımız bilinmiyor. Türkiye’deki rejimin adı siyaset bilimine göre
tipik bir faşizmdir. Tabii biz burada ülkenin Başbakanının,
demeçlerinde sürekli Nazizm ve Faşizm arasında gidip gelmesinden
bahsetmiyoruz. O küçük bir detaydır. Kurulmuş olan devlet ve rejimin
niteliği 12 Eylül darbesiyle birlikte faşist olmuştur. İşte Doğan
herkesten önce bu faşizmi tespit etmiş, yazmış, yayınlamış ve
mücadelesini vermiş ve hâlâ veren bir gazeteci olduğu için en büyüktür.
Bu tür insanlara “Büyük Adam” denir. Türkiye’de on yıllardır her
düzeyde başbakanlardan bakanlara, genelkurmay başkanlarından gazete
yöneticilerine kadar hep küçük adamlarla muhatap olunduğundan, Büyük
Adam’ın ne anlama geldiğini pek bilen kalmadı. Ama dünya tarihini iyi
bilenler siyasette olsun, entelektüel dünyada olsun Büyük Adamlar’ın
kimler olduklarını çok iyi bilirler.
Şimdi Doğan, bu Büyük Adam’lığa giden yolu, yazdığı ve geçtiğimiz
günlerde Belge Yayınları’nda çıkan otobiyografisi ‘Vatansız’ Gazeteci
adlı kitabıyla anlatıyor. İlk bölümü sürgün öncesini kapsıyor.
Yayınlanacak ikinci bölüm ise sürgün yılları olacak. Nasıl Büyük Adam
olunacağını öğrenmek için okumakta sayılmayacak kadar yarar var; çünkü
bu ülkenin gerçek bir demokrasiye geçmek için yeni Büyük Adamlar’a
ihtiyacı var. Hem de çok acil olarak...
Kürtlerin Türklerle olan ilişkisi sorunlu bir ilişkidir.
Kürtlerdeki genel kanı Türk 'kardeşlerinin' kendilerini anlamadığı,
hissetmediği, onunla gerekli dayanışma içinde olmadığıdır. Yerinde ve
zamanında kendisiyle empati yapmadığıdır.
Kürtlerde Türk kimliği ret ve inkarcılığın ikiz kardeşi gibidir.
Bu
nedenle Kürtler aynı coğrafyada, ortak bir geleceği inşa etmek için
ileri sürdükleri önermelerin Türkler tarafından kabul görmemesi sonucu
'kardeşliğin' ahlaki bir tanımdan öteye geçmediğine inanmaktalar.
Haksız da sayılmazlar. Bunu anlamak için ceset tarlalarına dönüşen Kürt
coğrafyasına bakmak yeter.
Ancak çıkarlar gündeme geldiği zaman veya 'ötekiler'in, yani
Kürtlerin,
Süryanilerin, Ermenilerin, Rumların, farklı inanç gruplarının
hakkı-hukuku gündeme geldiği zaman yan çizmeyen, onlarla gerektiği
yerde ve zamanda birlikte olanları da kucaklamaktan müthiş bir haz
alıyorlar. Hatta yer yer duygu patlaması yaşıyorlar.
Belki kendisini Türk olarak niteleyen ve egemen çoğunluğun bir
ferdi
olan insanlar bu duyguyu anlamakta, daha da ötesi hissetmekte
zorlanabilirler. Bu anlaşılır bir şeydir. Çünkü Türkiye gibi
ırkçılığın, kendinden olmayana karşı düşmanlığın sistematik olarak
üretildiği bir ülkede kardeşliği minnetsiz, karşılıksız olarak
hissetmek, yaşamak ve bunun için mücadele etmek zaten zor ötesi bir şey.
Ancak az da olsa bu zor olanı başaran, kendisini o egemen ve
ülkenin
yegane 'efendisi' olarak gören kimlikten, yani Türk kimliğinden
'feragat' edip ezilen kimliklerin içinde eriyen Türk olduğu kadar Kürt,
Kürt olduğu kadar Ermeni, Ermeni olduğu kadar Süryani veya başka bir
kimliğe sahip olan, kendisiyle ve çevresiyle barışık insanlar da
var.
Türkiye'de de var. Sürgünde yaşayan Türkiyeliler arasında da. Kürt
dağlarında da. Hatta Kemal Pir gibi 12 Eylül karanlığının üzerine
yürümüş, tutsak iken zulmü yenmiş olanlar da var. Ben onlara
'Bizim Türkler' diyorum.
İşte Doğan Özgüden ve sevgili eşi İnci Özgüden böylesine iki
'Türk',
bizim iki 'kardeşimiz' ve iki güzel insanımız. İnci ve Doğan Özgüden,
bizdeki adıyla Doğan abe ve İnci abla 40 yılı sürgünde devirdiler.
Söylenmesi, yazılması çok kolay olsa da, öyle az buz değil, tamı tamına
40 yıl... Nerdeyse bir insan ömrüne bedel.
Sürgünün bir insan için nasıl acılara, kırılmalara, dertlere yol
açtığını anlatmak gerçekten zor. Hani derler ya anlatılmaz yaşanır.
İşte bu da öyle bir şey. Sürgünde en derin acı ise yalnızlık olsa
gerek. Her sürgün, sürgün olduğu yerde biraz yalnızdır.
İşte bu nedenle sürgünü paylaşmak sürgünde olanın acısını ve
dertlerini
azaltır. Sürgün akşamlarının sohbetleri sizden alınan, gasp edilen o
yılları geriş getirmez ama bir nebze olsun teselli eder, acınızı
hafifletir. Sürgünün acısından, dertlerinden, yalnızlıktan koparır sizi.
İşte geçen pazar akşamı, herkesin
olduğu kadar Kürt, Ermeni, Süryani olan Doğan Abe ve İnci Abla
sayesinde biz de koptuk. İnci Abla ve Doğan Abe'nin sürgündeki 40.
yıllarının ve Doğan Abe'nin anılarını topladığı 'Vatansız Gazeteci'
adlı kitabının yayımlanması şerefine buluştuk.
Photo: Dursun Aydemir - Librenews
Bu buluşmayı Doğan Abe ve İnci Abla yıllar önce sürgün yollarına
düştükleri zaman, daha ana rahmine düşmemiş olan; ancak şimdi
Brüksel'in tam merkezinde son derece nezih bir restaurant işleten genç
sürgünlerden Ayhan ve Emin sayesinde yaşadık.
Meze Bar'ın sahipleri Emin ve Ayhan, gönlünü Kürt ve farklı
halklara
açmış, onlarla minnetsiz, bir şey beklemeden samimi bir gönül bağı
kurmuş İnci Abla ve Doğan Abe'yi ve onların arkadaşları, kardeşleri
bizleri, inanılmaz güzellikte, gönül zenginliğiyle ağırladılar. Bu
güzel sürgün akşamının ya da sürgünden kopuş akşamının organizasyonunda
hayli iş yapan, ter döken Erdal'ı, Rojaktuel ekibini ve Roj TV
çalışanlarını da unutmamak gerekiyor.
Güzel bir buluşmaydı. Hüznün ve neşenin, acının ve güzelliğin bir
arada
olduğu bir sürgün akşamıydı. Kürt gazetecileri, siyasetçileri iki güzel
insana, iki gazeteci ve meslektaşa, Doğan Abe ve İnci Abla'ya 'İyi ki
varsınız, iyi ki bizimsiniz, iyi ki kardeşimizsiniz' dediler. İyi de
yaptılar. İyi de yaptık.
Bu güzellikleri, yaşayan ve kaybettiğimiz bütün değerlerimiz için
yapmalıyız. Yapabilmeliyiz. İnsanlar yaşarken onlara sevdiğimizi
hissettirmeliyiz, onların sevgilerini hissedebilmeliyiz. Yoksa hayat
dediğimiz şey, ne ki. İşte 40 yılı sürgünde geçiyor.
Sevgili İnci Abla ve Doğan Abe, sürgündeki 41. yılınız kutlu
olsun!..
Bir ayı aşkın bir zamandır elimde bir kitap oradan oraya dolaşıp
duruyordum. Gittiğim her yere onu da götürüyor, her fırsatta açıp bir
miktar okuyor, sonra ara veriyordum. Her koşulda ve ruhumun her halinde
kitap okuyabilsem ve bazen günde bir kitabın hakkından rahatlıkla
gelebilsem de bu kez yapamadım. Okumayı zamanında tamamlayamadım. Hep
ağır çekim; sindire sindire okumaya çalıştığım için uzattıkça uzattım.
Bir ayı aşkın bir zamandır kendimle birlikte taşıdığım ve okuyup
bitirmeye kıyamadığım kitabın adı ‘Vatansız’ Gazeteci. Yazarı ise
gazeteci üstadımız ve varlığından onur duyduğumuz ağabeyimiz Doğan
Özgüden.
Gerçek aşkına bağlı, mücadeleci gazetecilerin duayeni Özgüden,
‘Vatansız’ Gazeteci’nin birinci cildinde hayatının sürgün öncesi
yıllarını yazmış. 560 sayfadan oluşan kitabı Belge Yayınları yayımlamış.
Kitapta ne yok ki? 1936 yılında Kalecik’e bağlı Irmak
İstasyonu’nda,
Balkan muhaciri bir emekçinin çocuğu olarak dünyaya gelen, çeşitli
zorluklarla ve mücadeleyle geçen 35 yılın ardından sürgün edilen Doğan
Ağabey, 1936-1971 arasına neler sığdırmamış ki?
İşçilikten genel yayın
yönetmenliğine...
Koca bir 35 yılı soluk soluğa yaşamış. Son derece hızlı uçan doğan
misali yolu uçarcasına yarılamış.
Babası aydın özellikleri olan bir demiryolu emekçisi. Doğan
Ağabey,
emekçi bir aileden geliyor olmanın zorluklarıyla daha çocuk yaştayken
yüz yüze gelmiş. Ağır bir hastalık geçirmiş. Kardeşini kaybetmiş.
Okuyabilmek içinse köyden köye, şehirden şehire gönderilmiş.
Yalnızlığa, yokluğa ve yoksulluğa çocuk yaşta göğüs germiş. Her
koşulda
mücadele etmiş. Sıradan bir işçi olarak girdiği basın alanında genel
yayın yönetmenliğine kadar geldiği her yere de dişiyle tırnağıyla
sökerek gelmiş.
Sorumluluk bilinci ve mücadeleci kişiliği onu kavganın göbeğine
sürüklemiş. Bu sayede zaten genç yaşına rağmen hayatın içinde kendine
saygın bir yer edinmiş. Bir ekol haline gelmiş. Elbette Doğan Ağabey’in
sorumluluk bilinci, mücadeleci kişiliği kadar mesleki yeteneğinden de
söz etmek gerekiyor. Genlerine işlemiş mesleki yetenek sayesindedir ki
ticaret okurken işçi olarak girdiği kurumdan gazeteci olarak çıkıyor.
‘Gazeteci olunmaz, gazeteci doğulur’ sözünü doğrularcasına kısa sürede
bir ekol, bir efsane haline geliyor.
‘Vatansız’ Gazeteci’de bunun öyküsüne yer veriyor ancak, oldukça
mütevazi davranıyor. Kendisiyle ilgili özel gelişmelerden pek söz
etmiyor. Ailesi, eşi ve kendisi üzerinden daha çok dönemin siyasal
değerlendirmelerini yapıyor. Her dönemin aktörlerini ve önemli
gelişmelerini anlatıyor. Güçlü hafızası ise hayranlık uyandırıyor.
Onun gibi sürgün olan Milan Kundera, ‘’memleketleriyle görüşmeyen
insanlar kaçınılmaz olarak bellek yitimine uğrarlar; memleket hasreti
yandıkça insan daha çok unutur’’ diyor.
Belgesel özelliğini taşıyan bir
kitap
Ancak, Doğan Ağabey’in dipdiri hafızası gerçeğin bir başka yönüne
işaret ediyor. Memleketi sürgünde yaşamak, uzaklığa ve koşullara
aldırmadan memleket kavgasına katılmak belli ki belleği güçlü kılıyor.
Özgüden örneği bunu gösteriyor. O, yakın tarihi bütün boyutları ve
canlılığıyla önümüze seriyor. Kitabı okurken okurun önünden bir tarih
akıp geçiyor. ‘Vatansız’ Gazeteci, bu yanıyla bir belgesel özelliği
taşıyor.
Tek parti dönemini, 2’inci Paylaşım Savaşı günlerini, Türkiye’nin
NATO’ya girmesini, çok partili sisteme geçmesini, Menderes’i, DP
hükümetlerini, Kore’ye asker gönderilmesini, 27 Mayıs darbesini, TİP’i,
12 Mart’ı ve daha birçok tarihsel olayı ustalıkla gözler önüne seriyor.
İsmet İnönü, Adnan Menderes, Cemal Gürsel, Bülent Ecevit, M. Ali
Aybar,
Behice Boran, Çetin Altan, Abdi İpekçi, İlhan Selçuk gibi, Doğan
Ağabey, hayatının kesiştiği tarihsel şahsiyetleri kuyumcu titizliğiyle
ele alıp anlatıyor.
Özgür düşünceye bir üs: ANT
Birçok gazetede temsilcilik, muhabirlik, yazı işleri müdürlüğü
gibi
görevlerde bulunan, dönemin tek solcu gazetesi olan Akşam’da genel
yayın yönetmenliği yapan, TİP’in yöneticilerinden olan Özgüden’in
hayatında ANT dergisi ve yayınlarının apayrı bir yeri olduğunu söylemem
gerekiyor.
Yuvasını uçurum kenarına yapan doğan misali karargahını ANT’a
kuruyor.
Kimsenin Kürd’e Kürt diyemediği, militarizme adam gibi laf edemeği
koyukaranlık yıllarda, o ve sevgili eşi İnci Tuğsavul, ANT’ı özgür
düşüncenin merkezi haline getiriyor.
Söylenmesi gereken ne varsa ANT özgürce söylüyor.
Kürt Tarihi’ni ilk ANT basıyor. Kitabın mizanpajını İnci Abla’nın
kendisi yapıyor. Dünyanın çeşitli ülkelerindeki gerilla mücadelelerini
anlatan kitapları ilk onlar yayımlıyor. Türk ordusunun kapitalist
özelliğini ilk onlar teşhir ediyor.
Bu yüzden de militarist sistemin hedefi haline geliyorlar. Ülke
onlara
dar ediliyor. Davalar açılıyor, kumpaslar kuruluyor, tehditler,
şantajlar yapılıyor. Sistem onlara mapus damında çüremek veya faili
meçhul bir cinayete kurban gitmek dışında bir seçenek (!) sunmuyor.
Yoldaşı ile 40 yıldır sürgünde
Bu yüzden dostları onları sürgüne gönderiyor. Doğan Özgüden ile
İnci
Tuğsavul o gün bugündür; 40 yıldır sürgünde yaşıyor.
Doğan Ağabey ile ‘kara sevdası’; aşkı ve yoldaşı İnci Abla 40
yıldır el
ele, yürek yüreğe mücadeleye sürgünde devam ediyor. Militarsit sistem
40 yıl önce onları susturmak istemişti ancak, başaramadı. Aksine onlar
daha çok konuştular; daha çok koşturdular. Sürgünde demokratik
platformlar, kurumlar, inisiyatifler oluşturdular ve Türkiye ile
Kürdistan halklarının sesini bütün dünyaya duyurdular.
Bu yüzden vatandaşlıktan çıkarıldılar. ‘Avrupa’nın Başkenti’nde
linç
kampanyalarına ve saldırılara maruz kaldılar. Ancak, yılmadılar.
Hayatlarını özgürlük, sosyalizm ve barış mücadelesini adamış olan
Türkiye halklarının onuru Doğan Özgüden’le İnci Tuğsavul birer insanlık
savaşçısı olarak adlarını insanlık tarihine altın harflerle yazdırdılar.
Aram’ın Penaber’ini armağan...
Onları susturmaya çalışanlar, sürgüne zorlayanlar, onlara baskı
yapanlar, linç etmeye çalışanlar ise tarihin çöplüğünü boyladılar.
Rengi, dili, dini, mezhebi, cinsiyeti ve düşüncesi ne olursan
olsun
haksızlığa uğramış her insanla dayanışma içinde olan ve her koşulda
insan olmanın onurunu koruyan Doğan Özgüden ile aşkı ve yoldaşı İnci
Tuğsavul Mayıs ayında sürgündeki 40’ıncı yıllarını kutlayacaklar.
Onların mücadeleci kişilikleri önünde saygıyla eğiliyorum. Sürgün
yüreklerimize gömdüğümüz Aram Tîgran’ın Penaber parçasını da onlara
armağan ediyorum...
Arzu eden okurlar ‘Vatansız’ Gazeteci’yi; www.info-turk.be
sitesinden
veya inci@tugsavul.be email adresinden edinebilirler...
GÜNAY ASLAN
gunayaslan@hotmail.de
http://gunayaslan.com
YAZINDERGI.COM
12 Şubat 2011
BU ÜLKENİN EN GÜZEL ON YILI...
Engin
Erkiner
İki hafta önce Pazar günü Brüksel’de Doğan Özgüden ve sevgili eşi
İnci
Tuğsavul için düzenlenen yemekli bir toplantıya katıldım.
Az değil, 50 yılı aşkın gazetecilik ve yaklaşık 40 yıllık
sürgünlük yaşamı…
Doğan Özgüden’in sürgün öncesi anılarını içeren
‘Vatansız’
Gazeteci’yi yavaş okuyorum.
Normal olarak bu kadar yavaş kitap okumam.
Bunun nedeni, Romain Roland’ın, “insan kitap okumaz, kitaptaki
kendini okur” sözü olsa gerek…
Zengin bir çocukluk (ekonomik anlamda değil, çok yönlü
olaylar anlamında) sonraki yaşam için önemli bir temeldir. Kişi nerede
dünyaya geleceğini kendisi seçemediği gibi, yaşayacağı çocukluğu da
kendisi seçemiyor. Çocukluk insan hayatının en önemli dönemidir ve
Doğan Özgüden iyi bir çocukluk yaşamış…
Bu iyilik sonraki yaşamının şekillenmesini de önemli
oranda
etkilemiş.
Hangi yeteneklere sahip olursanız olun, şans insan hayatında
önemli bir faktördür.
Doğan Özgüden şanslı bir insan…
Bu ülkede iyi bir çocukluk yaşayan fazla insan bulunmuyor.
Ek olarak, yemekte kendisine iletilen güzel deftere
herkes
bir şeyler yazdı.
Ben de şöyle yazdım:
Hayatta önemli işler yapmak isteyen bir erkeğin en büyük şansı,
birlikte yürüyebileceği bir kadına rastlamaktır.
İnci abla benim aklımda Şehir Gerillası kitabının
kahverengi
kapağına yaptığı kurşun delikli
mizanpajla kalmış. Ankara’da kitabın hemen tükendiğini
hatırlıyorum.
1971 başlarıydı…
Yıllar sonra, ANT Yayınları’nın bu tür kitapları çevirerek THKO ve
THKP-C’nin silahlı eylemlere yönelmesini teşvik ettiğini okuduğumda
gülmekten kendimi alamamıştım. Silahlı mücadele kararı
1969-70’de zaten verilmişti ve bu amaçla da insanlar Filistin’e askeri
eğitim görmeye gitmişlerdi.
O dönemin militanları, herkesin de kabul ettiği gibi, oldukça
bilgili ve çok okuyan insanlardı.
Orhan Pamuk’un bir romanının başlangıcında belirtildiği gibi, “bir
kitap okudum hayatım değişti” diyebilecek tipler değillerdi.
Doğan abi ile aylar önce kafamdaki bir soruyu
konuşmuştum:
Yukarıda adı geçen iki örgüt, sadece solun geçmişinden
kopmakla kalmaz, bu kopuş coğrafi bir kaymayla birlikte şekillenir.
Önceki yıllarda ülkede sol muhalefetin merkezi İstanbul’dur.
Normali de budur…
Sanayinin büyük bölümü bu kent ve çevresinde bulunduğu gibi,
kentte çok sayıda üniversite öğrencisi de yaşamaktadır.
Ne ki, bu iki örgütün doğum yeri Ankara’dır ve esas
olarak
iki üniversitedir: ODTÜ ve SBF.
Deniz Gezmiş’in THKO’lu olması, 1970 yazına doğru Ankara’ya
gelmesinden sonradır.
Deniz neden Ankara’ya gelmişti?
Doğan abi, o dönemde, Ankara’daki devrimcilerin teorik
düzeylerinin daha yüksek olduğunu ve Deniz’in de sürekli gözaltına
alınması nedeniyle İstanbul’da yaşayamaz duruma geldiğini anlatmıştı.
Ülkenin en özgür yerine, “ODTÜ Cumhuriyeti”ne gider…
Daha sonra, Ankara’nın neden böyle ön plana geçtiğini düşündüm.
ANT dışında teorik dergilerin merkezleri bu kentteydi.
TDGF (Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu) merkezi de
bu
kentteydi.
27 Mayıs’tan sonra Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ın
başarısız iki darbe teşebbüsü bu kentte silahlı hareket ya da mücadele
lehine bir anlayış oluşturmuş olmalıydı.
THKO’nun kurucu kadrosunun tümü ODTÜ’lü iken, THKP-C’de ek olarak
SBF de vardır.
Çok ilginçtir, daha sonra PKK’yi oluşturacak kadro da
esas
olarak Ankara üniversitelerinde okuyan öğrencilerden oluşur.
O yıllar, 1960-70 dönemi, bu ülkenin yaşadığı en güzel on yıldır.
Bunu İnci abla ile konuştuk…
İnsanlarıyla, olaylarıyla başka bir dönemdi.
Bu güzellikle bir on yılın daha yaşanması şimdilik
ufukta
bile görünmüyor.
İnci abla ile o yılları konuşurken onda da bende de hüzün
görülebilir durumdaydı.
Keşke ülkemizin daha sonraki tarihinde ileri ve önemli
gelişmeler olsaydı da, hepimiz daha geri plana atılsaydık.
Bir ülkenin solunun 40-45 yıl önceki tarihini özlemle hatırlaması
iyi bir şey değildir.
Ama ne yapalım ki, durum da budur…
Bir hafta önce Brüksel’de Doğan Özgüden ve eşi İnci Tuğsavul ile
ilgili
bir yemek düzenlendi. Yemeğe “Doğan abinin sevdiği kişiler” olarak
Almanya’dan birkaç kişi gittik.
Gazetecilikte 50. yılını geride bırakmış, eşiyle birlikte
neredeyse 40
yıldır da sürgünde yaşayan Doğan Özgüden’in, anılarının sürgün öncesini
anlattığı ilk cildi, Vatansız Gazeteci adıyla kısa süre önce
yayımlandı.
Her kuşağın bilinen insanları vardır. 68’liler için Doğan Özgüden
bunlardan birisidir.
1965 sonrasında sosyalistler denildi mi, akla Akşam Gazetesi
gelirdi.
Bu gazetede Çetin Altan’ın Taş isimli bir köşesi vardı ve
neredeyse her
yazısı olay olurdu.
Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Doğan Özgüden idi.
Baskılar sonucu gazeteyi bırakmak zorunda kaldıktan sonra ANT
dergisi
ve yayınlarını kurdu.
Bu ülkenin sol basınında Kürt sözcüğünü ilk kez kullanan bu
dergidir.
OYAK’ı deşifre eden, Subay Holding, Kapitalistleşen subaylar
işçileri
yargılayamaz başlıklarıyla hiç birimizin o dönem bilmediği kutsal Türk
ordusunun gerçek örgütlenmesini ortaya koyan da yine bu dergidir.
Ordu sadece hakim sınıfların baskı aracı değil, aynı zamanda hakim
sınıfın da bir parçasıydı.
ANT Yayınları, Latin Amerika’daki gerilla savaşıyla ilgili çeviri
kitaplar yayımlar.
Douglas Bravo’nun Milli Kurtuluş Cephesi bunlardan bir tanesidir.
1971’in ilk aylarında ODTÜ’ye gelen ve kısa sürede satılan bir
kitabı
almıştım. Yazarı Carlos Marighella, adı Şehir Gerillası…
Kitabın kahverengi kapağı özellikle dikkatimi çekmişti: Üzerinde
yuvarlak bir delik vardı, kurşun deliği…
Yıllar sonra bu kapağı, usta bir mizampajcı olan İnci Tuğsavul’un
yaptığını öğrenecektim.
12 Mart 1971 darbesinden sonra bütün dostları Özgüdenlere “gidin
buradan” derler.
Genelkurmay kendisine bu yapılanı unutmayacaktır ve zaten
Özgüden’i
çağırıp tehdit de etmişlerdir.
Gidiş o gidiş…
Bugün hala hakkında çok sayıda dava bulunuyor.
TC’nin Belçika Büyükelçisi işi Özgüdenleri hedef gösterecek kadar
ileriye götürdü.
Neden, çünkü sürekli faaliyet içindeler.
Yıllardan beri Türkiye’deki baskıları teşhir eden İngilizce ve
Fransızca aylık bir yayın organı yayımlıyorlar. Hemen her önemli
toplantıya konuşmacı olarak çağrılıyorlar.
Yemekli toplantıda çok kişi söz alıp bir şeyler söyledi.
Ben de İnci Tuğsavul’un kapağını yaptığı Şehir Gerillası kitabıyla
nasıl tanıştığımı ve yıllar sonra bile bu kapağı unutamadığımı anlattım.
Birkaç konuşmacı, yerinde olarak, İnci ablanın (70 yaşında) Doğan
Özgüden’in (76 yaşında) hayatındaki büyük önemini belirtti.
Bazıları daha da ileriye giderek, “İnci abla olmasaydı, Doğan abi
de
olmazdı” dediler.
Yanımda oturan Avrupa Barış Meclisi’nden bir kadın kulağıma
eğilerek,
“Abartıyorlar, dedi. Adamda çap varmış ki, yapmış. İnci abla çok
önemli, ama herhangi bir adama büyük destek olsan ne olur…”
Doğru bir değerlendirme…
Çaplı iki insanın birbirini bulması ve zor bir hayat yolunda
birlikte
yürümeleri ender rastlanan bir durum…
46 yıldır evliler…
Doğan abiye hediye olarak güzel bir defter alınmıştı ve katılan
herkes
de sayfalara bir şeyler yazdı.
“Hayatta büyük işler yapmak isteyen bir erkeğin en büyük şansı,
birlikte yürüyebileceği bir kadına rastlamaktır” diye yazdım.
İnci abla, “dört yıl adamın peşinde koştum” demişti, ama zahmetine
değmiş…
Bedel ödemeyi sadece hükümete, rejime karşı çıkmak kapsamında
görmemek
gerek…
Almanya’nın bazı tanınmış bilim adamlarının doğru dürüst aile
hayatı
olmamıştır.
Adam üretiyor, kadın fazlasıyla ilgi bekliyor ve tabii bu iş
yürümüyor.
İkisi birlikte olmuyor, ikisinden birini seçmek zorundasın.
Adam istediği gibi üretemezse, kendisi huzursuz olacak; istediğini
yapar ve iç huzuruna sahip olursa, kalıcı bir ilişki kuramayacak.
Bu insanlar hapse girmiyor, sürgüne gitmiyorlar ama başka türlü
bir
bedel ödüyorlar.
Hangi yolu seçerseniz seçin, zor iş…
İkisinin birlikte olması ise ender görülen bir durum…
Bu ender durum da ancak ayrı ayrı güçlü üretme kapasitesine sahip
olan
kadın ve erkeğin birlikteliğinde ortaya çıkıyor.
Bêguman pirtûk berhemê mirovan e. Piştî xwendina pirtûka Dogan
Ozguden
“Rojnamevanê Bê Welat”, min bawer kir ku mirov jî, dikare bibe berhemê
pirtûkê. Ev Destpêka jiyana bi bûyerên drametîk dagirtî ya Dogan
Ozguden e. Belkî nakokiyên demjiyana wî, belkî ew nakokiyên ku di
ciwantî û pîşeyê wî de, derketin pêşberî wî ne. Lê her bûyer, neynika
dema xwe û civaka xwe ye. Van bûyerên ku wek destîniyê derketin
pêşberî, bandor li jiyana wî kirin. Lê dema ku mirov, li serpêhatiyên
wî dinêre, bandora pirtûk û rojname û pirtûkên ku tenêtiya zarokatiya
wî parvedikirin, di her qonaxa jiyanê de, wek neqşeke rengîn, di anîşka
mêjiyê wî de, di lerza parçeyên bedena wî de cih girtine. Dem û
dewranên di nava hevokên wî de, çîqasî bi bûyerên drametîk pêçayî bin
jî, çirîskên ronahiyê didin. Ev hêza mêjiyê stewihayî û têgihiştî ye.
Tixubên sîstema ku dixwest Dogan Ozguden bikê nava çerxa xwe; di
rîsk û
geronekên herka jiyanê de, wek diranekî bikarbîne; her dem rastî pirtûk
û rojnameyên zarokaitya wî haitn. Ew pirtûk û rojname, di her qonaxê
de, bi hawara wî gihane. Bêguman, para çîrokên zarokatiya wî, ku di
guhên wî de hatine qulqulandin jî heye. Belkî “Çîroka Gûr û Karikên
Bizinê”, yan jî çîroka “Qijik û Rovî” dubare dike. Lê çi dibe bila
bibe, her rûpela pirtûka Dogan Ozguden, wek rûpelekî jiyana zarokên li
Anatolya ye. Her rûpelek, cîhana qersivî ku di nava diranên çerxa
sîstemê de tê hêrtin e, bêyî ku sloganan biqîrin, hûrik hûrik, lê bi
degelî rastiyê dilorînin.
Her gotin, jiyana xwendekar tîne ber çavên wî, dîmen û fotografê
di
fûlyona pişta neynikê de derdixe û di rûdêna neynikê de rûdinîne. Wek
law û pêtên agirê “maxma” di qatmanên rûdêna erdê de, rûpelên dilê
mirov û atlasê mêjiyê mirov dişewitînin.
Her mirov cîhanek e û herka jiyanê, di bedena mirov de, di mêjiyê
mirov
de rêzeçiyan, deşt û newalan, gel û mesîlan, beroj û nizaran çêdike.
Hût û ejderhayên van deşt û newalan, van çiyarêzan, gelî û mesîlan zêde
dikin. Di her zivîrandina çerxa felekê de, êrîşa li dijî mirov heye. Ew
hûtên heft serî, ew ejderha û pîrebokên di nava ewrên efsûnî de pêçayî
û di bedena mirov de veşartî êrîşî mirov dikin. Mirov dibê dijminê
bedena xwe. Mêjî û beden li dijî hev dikevine nava şerekî dijwar. Lê
Dogan Ozguden, dem û wext ne dîtiye ku bi xwe re bikevê nava şer. Ji
ber ku dijmin ne hiştiye. Dijmin li dibistanê, li stasyonên trênê, di
vagonan de, di nava dûwê reş ku bi ser vagonan dikevê de êrîşî Dogan
Ozguden dikin. Li ger û seyranê, piştre di dibistanê de, li kolanan de,
li civîn û gotinên nivîsandina nûçeyan de êrîşî wî dikin.
Dogan Ozguden di şerê jiyanê de tenê ye. Jına wî û hevala wî Incî
Xanim
heya dawiyê pê re ye. Di dorpêçana dijmin de ew û Incî Xanim, bi
dilsoziyek kolektîfî û bawermendiyeke hişmendî, singa xwe dikine
mertal. Kuştin be hevpar e, girtin be, birçîbûn be hevpar e. Xeleka
tirsê her dem heye û her dem ew şopandine. Siya tirsê li pêş û paşiya
Dogan Ozguden dimeşe.
Dema ku ez van gotinan dinivîsim, ne tenê guhdariya hestên xwe
dikim.
Min pirtûk da çend kesan, xwendin û para wan kesan jî di van gotinên
min de heye. Kesên ku pirtûk xwendin, naskirina dijmin û xwenaskirina
ji dijmin anîne ziman. Dijmin kî ye? Em in, yan na? Dogan Ozguden, di
her firsetê de dibêje, ‘li cîhana ku hişmendî nebe naxwazim lê bijîm.’
Lê, di jiyana têr qîr û teşqele de, mixabin cîhaneke bi hişmendiya ku
ew dixwaze jî nabîne. Ne cewaz e bibîne jî, ji ber ku cîhan hatiye
parvekirin. Dogan Ozguden, bi diranên xwe, bi neynûkên xwe dixwaze ku
vê cîhana parvekirî parçe bike. Lê cîhana wî tê parçe kirin.
Parçekirineke ku dibe stuna ciwamêrî û mêrxasiya jiyana bi rûmet.
Comerdiya jiyanê, di şerê Dogan Ozguden de digihê encamê û dibe şûrê
Aşîl. Ji ber ku Dogan Ozguden û jina çê, dilsoza evînê Incî Xanim bi
xweliya xwe, xwe diafirînin. Li hemberî bazirganiya heval û hogiran, li
hemberî hest û kesayetiyên şikestî, li hemberî siyasiyên di nava demê
de dibine hûtê heft serî û wek efsûnbazên bi ewrên reş pêçayî, têkoşînê
dikin. Têkoşîna li hemberî dagirkerên jiyanê, ne xelas dibe û ne jî bi
dawî dibe.
Dogan Ozguden, di pirtûka “Rojnamevanê Bê Welat” de dîmenê 6 tîrên
CHPê
û îdolojiya fermî ya Komara Tirkiyê, qonaxên cihgirtina di nava sîstema
kapîtalîst de, wek kronolojiyeke bi hesabê matemetîkî, di hunandina
romanî de, datîne ber çavên xwendekar. Her cara ku mirov dikevê gumanan
û berê Dogan Ozguden dikevê nava derya sîstemê, mirov dibîne ku lehengê
pirtûkê, bi zîrekîtiyeke avjeniya pêlewanî ji fetisandin û ketina nava
tara bêjingê xelas bûye. Ev hişemdniya têgihiştî û utopya mirovahiyê
ye.
Lewma dibêjim ku pirtûk dereng hate nivîsandin. Min gelek caran ji
Kekê
Dogan Ozguden re got, “zû binivîse.” Mın ew dem baş şopandiye û baş
dizanim ku ew demjiyan, di nava mij û moranê de maye. Wilo xuya dike
ku, hûtên heft serî, pîrebokên efsûnbaz û siyaseta aşûfte wê bikevin
nava hewldanan ku pirtûkê bifetisînin. Wê bixwazin ku aqûbeta
serpêhatiyên Zekeriya Sertel bînin serê pirtûka Dogan Ozguden. Wê
bixazin ku pirtûkê dinava bêdengiyê de wek pirtûkek di rêze de bihêlin.
Sîstema ku Dogan Ozguden hedef nîşan da, wê şerê wî, li dijî pirtûka wî
jî bidomîne. Ji ber ku ew baş dizanin ku pirtûka Dogan Ozguden
“Rojnamevanê Bê Welat” dîmenê demjiyanekê ye û neynika sîstema Komara
Tirkiyê ye û ne tenê rûdêna pêş, wê fûlyana pişta neynika Komara
Tirkiyê jî vedike û eşkere dike.
Komara ku, sîtema bi tunekirina gelan hebûna xwe sazkar kiriye....
Demjiyana ku Dogan Ozguden, bi serê tayê hevrîşîm girtiye û bi
hostayiyek mezin, bi estetîze kirina gotin û hevokan, di nava
hişmendiyeke berpirsiyar de huna ye. Wê dengvedê.
Pirtûka Dogan Ozguden, di eniya şerê li dijî pergala kujerî de,
eniya
herî watedar vvekiriye. Bi her gotinê şûrekî cûda, tîreke cûda û rimeke
cûda avêtiya dijmin.
Vêce, divê werê zanîn ku pirtûka Dogan Ozgude, dengê dilê zarokên
Anatolya û Kurdistanê teva ye. Ew destîniya ku bi zorê û di tara
bêjingê de hatiye nivîsandin e. Her gotin wek bizivandina bayekî di
dilû mêjiyê mirov de dibizive û lêdan dilê mirov diguhere. Bi v pêwanê
min pirtûk, weke Tewrata Zarokên Anatolya binavkir û ji bo ku encamek
erênî bidestbixe, pêwiste xwedîd erkeitn hebe. Ji bo vê jî, bar dikevê
ser heval û hogirên hişmendiya Dogan Ozguden. Ji bo pirtûka Rojnamevanê
Bê Welat nebê çavdêriya demjiyanekê; pêwiste di holka cenga mezin û
demdirêj de wek amûrê şerê harî dijwar û wateya yê ‘gotin’ê cihê xw
ebigire.
medeniferho@hotmail.de
Dogan Agabey, Inci Yenge,
Sizi taniyali 33 yil oldu. Bu zaman zarfinda demokrasi, insan ve
halklarin temel haklari için ornek mücadelenizin yakindan tanigi oldum.
Hiç yorulmadan, en ufak bir taviz vermeden, bir sürü engeli
asarak yolunuza devam ettiniz. Her zaman tekrarladigim gibi, sizi
tanimak, azimle yürüttügünüz bu mücadeleye taniklik etmek benim için
büyük bir onurdur.
Izniniz olursa beraber geçen su 33 yili birkaç cümle ile
söyliyeyim:
Ilk tanistigimizda genç idik ve en yakin bir zamanda demokrasinin
olacagi, insan haklarina sayginin oldugu, halklarin kardesçe, baris
içinde yasayacagi ülkemize donmek iyin hayaller kuruyorduk. Aradan 33
yil geçti ve halen de o hayal ettigimiz ülkeye donemedik. 0 ülke ki
iyiye dogru gidecegi yerde yalniz kilif degistirerek kötü olan
aliskanliklarini baska bir sekilde devam ettiriyor. Bana gore ne
demokrasi var, ne de ozgür bir sekilde halklarin beraber yasayabilecegi
bir ülke. Sizin seneIer once bana soylediginiz bir sozünüz dogru çikti.
Size o ara demistim ki "Dogan agabey, simdi Güney Kürdistan özgür.
Yakinda Kuzey Kürdistan da ozgür olacak ve sizinIe beraber gider
Kürdistan'a yerlesiriz." Bana cevabiniz su olmustu:
"Bu gidisle ne benim, ne de senin mültecilik hayati bitecege
benzemiyor."
Ilk tanistigimiz yillarda Türkiye ve Kürdistan'da hareketli yillar
yasaniyordu. Sürgünden bu demokratik mücadeleye destek vermek için epey
toplandik, eylemler düzenledik, Belçika ve yerinde de Avrupa kamuoyunu
bilgilendirdik.
Hatirlarsiniz, diger muhalif sol guruplarla toplantilarimiz bile
çok
tartismali geçerdi. Siz, Dogan Ozgüden ve lnci Tugsavul hariç, diger
tüm sol guruplarla anlasmak zor oluyordu. Ozellikle Kürd ve Kürdistan
'Ii tanimlamalari olunca digerleri sovenist tavirlarini ortaya
koyarlardi. BölücüIük, ayrimcilik yapiyorsunuz diyerek bizi
suçluyorlardi. Her seferinde Türkiye'li, Türkiye'den örgütler laflari
ile bizi kandirmaya çalisirlardi. Ama biz de her seferinde kararli bir
sekilde, "Türk ve Kürt orgütleri", "Turkiye ve Kürdistan'lilar"
diye direnirdik. Taviz vermezdik. Siz, her zaman bu mücadelede saygin
yerinizi aldiniz. 0 sovenistlere karsi tavir koydunuz.
33 yil boyunca çok güzel, onurlu yillar geçirdik. Mucadelemizi
beraber
yürüttük. Tüm bu süre zarfinda nazik ve bilge kisiliginiz ile bize hep
yol gosterici, rehber, dürüstlügün sembolü, devrimci, demokratik
kisiliginiz ile ornek oldunuz. Bu yüzden sizi tanimak ve dostlugumuzun
sürmesi benim için büyük bir sans oldu.
33 yil boyunca da ardi arkasi kesilmeyen tehditler, küçük düsürme
girisimleri, takipler, suçlamalar, saldirilar, hatta bizi terrorist
basi ilan etmeler, bu konuda kitap yazmalar bile oldu. Tehditler bazen
dozunu asti ve hem biz, hem de en yakinlarimiz zarar gordük. Ama, her
seferinde, bedeli ne olduysa oldu, geri adim atmadik. Tam aksine
gosterdigimiz direnis ruhu ve mUcadele azmi insan ve halklarin
düsmanlarini hayrete düsürdü. Onlari hayal kirikligina ugratti.
Dogan Agabey, lnci Yenge, size daha once de soyledigim gibi, zaman
oyle
gosteriyor ki, ne siz ne de biz, Türkiye'ye demokratik bir ülkeye
donebilecegiz. Fakat, suna inaniyorum ki Kürdistan ozgürlesiyor ve biz
beraber, ozgür Kürdistan'a gidip yerlesecegiz. Gidis onu gosteriyor.
Cünkü ozgür Kürdistan yalniz biz Kürtlerin degil, sizin gibi degeri çok
büyük insanlarin da ülkesi olacak.
Kürdü, Türkü, Ermenisi, Asuri/Süryani/Kildanisi, ve daha çok
halkin ve
dini inancin, siyasi düsüncenin, kardesçesine, ozgürce yasayabilecegi
bir ülke olacak.
Tekrar tekrar selam ve saygilarimla.
Brüksel 5.2.2011
Derwesh M. Ferho
Brüksel Kürt Enstitüsü Baskani
Şubat 2011
1960'lardan bugüne bir
'vatansız'
gazetecinin anıları
EMRE ERTANİ
Doğan
Özgüden ve İnci Tuğsavul-Özgüden, yazıları ve yayınlarından dolayı
haklarında onlarca dava açılan, yüzlerce yıl hapis cezalarıyla tehdit
edilen, doğdukları yeri terk etmek zorunda bırakılan, vatandaşlıktan
çıkarılan ve sürgünde mücadeleye devam eden bir gazeteci çift. Çeşitli
gazetelerde çalıştıktan sonra 1967’den sonra Ant Yayınları’nı ve
Türkiye’nin sosyalist düşün tarihinin önemli dergilerinden biri olan
Ant’ı kuran Özgüden çifti 1971’den beri Avrupa’da yaşı-yor. Orada,
diğer siyasal sürgünlerle beraber ‘Demokratik Direniş Hareketi’ni
kuran, Cunta rejimine karşı kampanya yürüten, ve 1982’de, 200’e yakın
rejim karşıtıyla beraber Türk vatandaşlığından çıkarılarak ‘vatansız’
bırakılan Doğan ve İnci Tuğsavul-Özgüden, ‘Info Türk’ internet
portalında Türkiye’yle ilgili gazetecilik yapmaya devam ediyor, ‘Güneş
Atölyeleri’ adlı, çokuluslu bir göçmen eğitim merkezini yönetiyorlar.
1960’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi saflarında mücadele etmiş,
Türkiye’de sosyalist hareketin hem düşün hem de eylem dünyas nda etkin
olmuş bir gazeteci olan Doğan Özgüden’le, geçtiğimiz ay yayımlanan
‘Vatansız’ Gazeteci: Sürgün Öncesi adlı kitabından hareketle,
1960’ların Türkiyesi, sol hareketin dönemin siyasal gündemine ilişkin
tavrı, sürgün hayatı ve ‘vatansızlık’ üzerine konuştuk.
80’li yılların sonunda Brüksel’de
Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenen uluslararası bir toplantıda,
katılımcılar kendilerini milliyetlerini ve ülkelerini söyleyerek
tanıtırken, siz kendinizi ‘Türk’ ya da ‘Türkiyeli’ değil ‘vatansız’
olarak tanıtıyorsunuz. Bu tercihinizin nedeni nedir? Vatandaşlıktan
çıkarıldığınızı öğrendiğinizde ne hissettiniz?
‘Demokratikleşen Türkiye’nin başbakanı Turgut Özal’a uluslararası
basın
merkezinde insan hakları ihlalleriyle ilgili birkaç soru sorduğumuz
için Türk vatandaşlığından atıldığımız TC Büyükelçiliği tarafından
ikinci kez tebliğ edileli birkaç hafta olmuştu. Devlet okullarında
beynimize zerk edilen Türk ırkçılığını erken yaşta defterimizden
sildiğimiz için, 1980 Darbesi’nden sonra bizi vatandaşlıktan attırırken
Kenan Evren’in hakkımızdaki “kansızlar, hainler” suçlamalarını zaten
hep gülerek karşılamıştık. Yıllardır sürgünde sadece Türkiye’nin
demokratikleşmesine katkı için değil, aynı zamanda dünyanın baskı
altındaki tüm ülkelerinden gelen siyasal mültecilerin haklarının
tanınması için mücadele vermişiz. Bir kâğıt parçasıyla bir ülkeye, bir
ırka, bir ulusa mensubiyet artık bizim için hiçbir şey ifade etmiyor.
Brüksel’de kurduğumuz Güneş Atölyeleri’nde her gün sadece Türkiye’deki
baskıdan kaçıp gelmiş Türkler, Kürtler, Ermeniler, Süryanilerle değil,
Ruandalılar, Kongolular, Kenyalılar, Bolivyalılar, Kolombiyalılar,
Tibetliler, Pakistanlılar, İranlılarla beraberiz. ‘Vatansız’ kelimesi,
kitabımda da Tevfik Fikret’in dizelerinden esinlenerek söylediğim gibi,
“Toprak benim vatanım, tüm insanlık milletim”i özetliyor. Günümüzde
‘vatansız’lık, herhalde kitabımda sözünü ettiğim Vatansız Adam Nolan
döneminin vatansızlığıyla, hatta Haymatlos Rıza’nın vatansızlığıyla pek
benzeşmiyor. Sürgüne çıktığımda beni en çok çarpan olaylardan biri, her
gittiğim yerde ‘vatansızlaştırılmış’ Türkiyeli Ermenilerle, Asurilerle,
Rumlarla karşılaşmak oldu. Bu insanlar, bu insanların babaları,
dedeleri, tüm cedleri, kılıç zoruyla Türkleştirilmeden önce de
Anadolu’da vardılar. Ama anayurtlarından koparılmışlardı. Onlar
gittikleri yerlerde kendilerine yeni bir dünya kurabilmenin,
kökenlerinden, dillerinden, dinlerinden, kültürlerinden kopmaksızın,
yerleştikleri yeni ülkelerinin onurlu vatandaşı olmanın kavgasını
verdiler. Oysa biz Avrupa’ya ayak bastığımızdan beri hep Türkiye’yle
ilişkili, Türk’üyle, Kürt’üyle, Ermeni’siyle, Asuri’siyle, Rum’uyla hep
Türkiyeli göçmen topluluklarının içinde yaşadık. Şimdilerde de
radyosuyla, televizyonuyla, Avrupa baskısı gazeteleriyle, CD’leriyle,
DVD’leriyle ve son zamanlarda internet bağlantılarıyla, her gün sabah
akşam, Belçika’da olduğumuz kadar Türkiye’deyiz.
27 Mayıs darbesi sizce neden
yapıldı?
Ülkedeki muhalif kesimlerin o günlerdeki algısı nasıldı? Sizce Türkiye
solu bu süreçteki tavrıyla yüzleşebildi mi?
DP dönemindeki baskıları, insan hakları ihlallerini yaşamış,
bunların
yüzlercesine yakından tanık olmuş bir gazeteciyim. Bu bakımdan DP
iktidarına karşı muhalefetin haklı ve meşru bir temeli vardır.
Kitabımda da belirttiğim gibi, bu iktidarın yaklaşan ilk seçimde
halkoyuyla devrilmesi ya da Meclis’teki ezici çoğunluğunu yitirmesi
büyük olasılıktı. Kaldı ki, darbeden birkaç hafta önce İzmir’de benim
de Milliyet gazetesi temsilcisi olarak katıldığım basın toplantısında,
Başbakan Yardımcısı Medeni Berk, hükümetin erken seçime gitme kararında
olduğunu açıklamıştı. Gariptir, Milliyet dışında tüm gazeteler bu
açıklamayı yok saydılar, yansıtmadılar. Erken seçim yapılsa bile
iktidara gelebileceğinden emin olmadığı için, CHP de darbeci
kışkırtmalara karşı çıkmıyor, darbecilerin iktidarı İsmet Paşa
liderliğindeki CHP’ye altın tabakta sunacağından emin olarak askerlerin
sırtını sıvazlıyordu. Bir başka önemli faktör ise, ülkenin sürüklendiği
ekonomik krizden çıkabilme konusunda artık ABD desteğinden umudunu
kesmiş olan Menderes’in, Sovyetler Birliği ile ilişkileri güçlendirme
eğilimini açığa vurmuş olmasıydı. Bu bakımdan ABD’nin de olası bir
darbeye sıcak baktığından, hatta el altından desteklediğinden eminim.
27 Mayıs’a doğru İzmir’deki NATO Karargâhı’nda Türk subaylarının
Amerikalı üstlerinin gözleri önünde nasıl iktidar aleyhtarı bildiriler
basıp dağıttıklarına bizzat tanık oldum. Zaten o dönem Genelkurmay’ın
NATO Dairesi’nin başında bulunan Türkeş 27 Mayıs’a doğru sık sık
İzmir’deydi. 27 Mayıs sabahı darbeyi anons eden tok sesli subayın
kimliği kimse tarafından bilinmezken, NATO Karargâhı’ndaki Türk
subayları, konuşanın Türkeş olduğunu söylüyorlardı. Tabii, her desteğin
bir bedeli vardır. Türkeş’in okuduğu darbe duyurularında sık sık
“NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız” diye tekrarlaması boşuna değildi. Solun
tavrına gelince, DP iktidarının MacCarthyst uygulamalarından dolayı o
yıllarda Türkiye’de sol ne örgüt olarak, ne de etkin bir yayın olarak
vardı. O bakımdan ‘yüzleşme’ gerektirecek global bir tavır alıştan
bahsedilemez. Ama solun görece serbestlik kazandığı darbeden sonraki
yıllarda, özellikle de Nasır ve Baas etkileriyle tepeden inmeci,
darbeci, Kemalist eğilimler sol harekette yıllarca etkin oldu. Asıl
yüzleşilmesi gereken de budur.
1940’ların sonuna doğru Kıbrıs
konusu
gündeme yerleşiyor, Kıbrıs Türktür Cemiyeti gibi dernekler kurulmaya
başlıyor. Bu derneklerin faaliyetleri ve halk üzerindeki etkilerinden
söz eder misiniz? Kıbrıs meselesinde o günden bugüne nereye varıldı?
Daha önce değindiğim anti-Sovyetik, Amerikancı ve MacCarthyst
koşullandırmalar nedeniyle Türkiye kamuoyu Kıbrıs Sorunu’nu yaratan
gerçek nedenleri asla göremedi. Kıbrıs’taki Rum halkının mücadelesi
İngiliz hegemonyasına karşı gerçekten anti-emperyalist bir ulusal
kurtuluş hareketiydi. Başta Hürriyet olmak üzere Türk medyası ve tüm
siyasal partiler, Rauf Denktaş, Fazıl Küçük gibi İngiliz
işbirlikçilerini de kullanarak “Yeşil ada kızıl olamaz!” sloganıyla
Kıbrıs’ın Türk azınlığını Rum çoğunluğa karşı kışkırttılar. Devlet
destekli ‘Kıbrıs Türktür’ cemiyetlerinin sürekli kışkırtmalarına
Selanik’te MİT’in yaptırdığı provokasyon da eklenince Rum düşmanlığı
6-7 Eylül pogromuna vardı. Kıbrıs’ta barışçıl çözüm için mücadele veren
Türk gazeteci ve sendikacılar katlettirildi. Bu cinayetleri
açıkladığımız için Ant’ın Kıbrıs’a sokulması yasaklandı. Bu utanç
verici olayların üzerinden yarım yüzyıl geçtiği halde Kıbrıs Sorunu’nda
hâlâ hiçbir yere varılabilmiş değil. Türk Ordusu adanın yarısını fiilen
işgal altında tuttuğu sürece de bir yere varılması oldukça zor.
Türkiye’de 6-7 Eylül olaylarına
dair
anlatılar büyük ölçüde İstanbul’da yaşananlara odaklanıyor.
Kitabınızda, aynı gece İzmir’de yaşananlara da değiniyorsunuz...
6-7 Eylül olaylarının yaşandığı ikinci önemli kent İzmir’di.
Aslında
1922’de Türk Ordusu’nun İzmir’i ele geçirerek Rum nüfusu katliam ya da
zorunlu göç gibi yöntemlerle tasfiye etmesinden sonra bu kentte
İstanbul’dakine benzer, gözle görünür bir Rum varlığı yoktu. Levanten,
Yahudi, Ermeni ailelerin sayısı ise parmakla gösterilecek kadar
azalmıştı. Yine de Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin (KTC) İstanbul dışında
ilk örgütlendiği kent İzmir’di. Aralarında Hüsamettin Cindoruk’un da
olduğu cemiyet kurucuları İzmir’e gelerek Türk İş Bölge Temsilcisi
Burhanettin Asutay, Avukat Fikret Florat ve gazeteci Nuri Erdöl’ün
başında bulunduğu bir şube kurmuşlardı. KTC, 3 Temmuz 1955’te Fuar’da 2
bin kişilik bir kapalı salon toplantısı düzenlemiş, katılanlara “Kıbrıs
için her türlü mücadeleye hazır oldukları”na dair yemin ettirilmişti.
Nuri Erdöl’ün yönettiği bir gazetede, NATO üyesi olan Yunanistan’ın
bayrağının diğer üye ülkelerin bayrakları gibi İzmir’de belli yerlere
asılı olmasına karşı, “Palikaryaların bayrağı Konak Meydanı’nda
dalgalanamaz” türünden manşetlerle kışkırtıcılık yapılmıştı. Olaylar
İstanbul’da başlayınca İzmir’de de önce Konak Meydanı’ndaki bayrak
parçalanmış, ardından Yunan Konsolosluğu ve Fuar’daki Yunanistan
Pavyonu saldırıya uğramış, tespit edilebilen azınlık mensubu ailelerin
evleri talan edilmişti.
Halk tarafından çok sevilen bir
siyasetçi olan Adnan Menderes’in idam edilmesine halkın tepkisiz
kalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gerçekten de, beni en çok çarpan olaylardan biri, Menderes’in idam
kararına, ardından da idam edilmesine karşı hiçbir sokak eylemi
olmamasıydı. Biliyorum ki o yıllarda DP’nin kalelerinden biri olan
İzmir’de çoğunluğun yüreği kan ağlıyordu. Yine de Menderes’in idam
edilmesi, DP yanlısı kitlenin Cunta’ya ve onun iktidar yolunu açtığı
CHP’ye karşıtlık duygularını daha da güçlendirdi. Yapılan ilk seçimde
İzmir DP çizgisine bağlılığını bir kez daha gösterdi.
70’li yıllara kadar DP’nin kalesi
olan
İzmir’de halk, tek parti döneminde uygulanan baskılardan dolayı CHP’den
neredeyse nefret ediyordu. Şu an ise şehir, CHP’nin kalesi durumunda.
Sizce bu dönüşümün nedeni nedir?
İzmir metropolleşmenin, sanayileşmenin en hızlı yaşandığı,
Türkiye’nin
en büyük liman kentlerinden biri olarak ülkenin dış dünyaya en çok
açıldığı bir kent. Bunun sosyal ve siyasal plandaki yansıması sola
açılımda görülüyor. Örneğin, benim de ilk yöneticilerinden biri olduğum
Türkiye İşçi Partisi, Türkiye’de ilk sosyalist belediye başkanını, DP
çizgisinin hâlâ egemen olduğu 1963 yerel seçimlerinde işçi semti
Gültepe’den çıkartmıştı. Ancak bu sol açılımın hâlâ militarizmin
dümensuyunda sürüklenen CHP oylarına yansıyor olması sosyalist
partilerimiz açısından gerçekten düşündürücü.
Türkiye’de gazeteciler çok baskı
gördü, birçok gazeteci faili meçhul cinayetlerle susturuldu. Medya ve
basın özgürlüğü konusunda geçmişle bugünü kıyaslayabilir misiniz?
Medyadaki teknolojik değişim benim Türkiye’de gazetecilik yaptığım
günlere göre o kadar büyük ki, objektif bir kıyaslama yapmak zor. En
azından internet ortamında inanılmaz zenginlikte bir bilgilenme,
bilgilendirme ve iletişim olanağı mevcut. İnsanlar artık olup bitenleri
öğrenmek için büyük sermayenin kontrolündeki televizyon kanallarının ve
günlük gazetelerin verdikleriyle yetinmiyor, habere, analize anında
ulaşabiliyor, tepkisini de aynı hızda ortaya koyabiliyor. Türkiye’de
hâlâ gazetecilerin, siyasetçilerin düşüncelerini ifade ettikleri için
mahkemelere sürüklenmesi, zindanlara atılması, ölümle tehdit edilmesi,
hatta Hrant Dink örneğinde olduğu gibi derin devletin komploları sonucu
katledilmesi ülkeyi yönetenler açısından utanç verici. En büyük
endişem, süper güçlerin bir gün internet ortamındaki iletişim
kanallarını tam kontrol altına alıp insanları bu bilgilenme ve
bilgilendirme özgürlüğünden yoksun bırakmaları...
Türkiye’de Ermeni Soykırımı
üzerine on
yıllar boyunca konuşulmadı. Siz 1915’te yaşananları ilk olarak ne zaman
duydunuz, okudunuz? 60’lı yıllarda sol hareket içinde ve özelde Ant
dergisi çevresinde bu konuya dair bir farkındalık var mıydı?
1915’te yaşananları Ermeni, Rum arkadaşlarımla sohbetlerde kısmen
duymuştum. Ama olayların soykırım boyutu bu konuda en cesur konuşan
arkadaşlar tarafından dahi pek dile getirilmedi. Aslında bu konu gerçek
bir tabuydu. Türkiye’de Ant’ı yayımlarken olayların gerçek boyutunu ve
niteliğini Emenistan’ın da parçası olduğu Sovyetler Birliği
kaynaklarından öğrenmeye çalıştık, ama Kremlin’in ‘iyi komşuluk
ilişkileri’ politikası gereği uyguladığı karartma nedeniyle elle
tutulur bir şey öğrenemedik. Sürgüne çıktığımız 1971 Mayıs’ında
Cunta’ya karşı kampanya organize etmek için görüştüğümüz bir Belçikalı
aydın “Ermeni soykırımı konusunda ne düşünüyorsunuz?” diye sorduğunda
gerçekten hayatımın en zor anlarından birini, bir şoku yaşamıştım.
Ondan sonradır ki Avrupa’nın daha özgür ortamında bu konuda da daha
fazla bilgilenmeyi görev edindim. Özellikle 70’li yıllarda başlayan
siyasal göçün Belçika’ya getirdiği Ermeni ailelerle dostluklarımız,
tarihsel diasporanın eski kuşaklarına mensup Ermeni aydınlarla insan
hakları konusunda ortak çalışmalarımız, beni ve İnci’yi yıllarca önce
şu kararlılığa getirdi: Ermeni soykırımını tarihsel bir gerçeklik
olarak tanımadıkça, devlet olarak Ermeni halkından bunun özürünü
dilemedikçe, mağdurların haklarını tanımadıkça Türkiye’nin demokratik
ülkeler safında gerçekten yer alması mümkün değil.
Kitabınızda, Ant dergisinde
yayımlanan, Kürt meselesiyle ilgili haber ve yazılarınızdan dolayı
Birinci Ordu Komutanlığı’nda tehdit edildiğinize değiniyorsunuz. Ant
dergisinin, Kürt meselesine ilişkin duruşu nasıldı?
Ant, bu sorunu dile getirmeye çalışan ve bunun için halklarıyla
birlikte ağır bedeller ödeyen Kürt aydınlar ve eylemcilerin
mücadelesini paylaşan, onlarla kesin dayanışma içinde olan bir
dergiydi. Kürt sorununun ortaya konması, ezilen halklarımızın hak ve
özgürlüklerinin tanınması konusunda sadece oligarşiye karşı değil, sol
hareket içerisinde Kemalizm’in dayattığı şovenist ve inkârcı çizgilere,
bizi “Türkiye halkları” dediğimiz için “devrimci safları bölmek”le
suçlayan bazı sol liderlere ve yayınlara karşı da mücadele vermek
zorunda kaldık.
Kitapta, Ant dergisinin sorumlu
yazı
işleri müdürlüğünü yapan, Agos’un da ilk köşeyazarlarından olan,
2009’da kaybettiğimiz Yaşar Uçar’ın, 12 Mart döneminde, Ermeni olduğu
için daha çok işkence gördüğünü belirtiyorsunuz. Onun hakkında neler
anlatabilirsiniz?
Yaşar kurucularımızdan Fethi Naci’nin tavsiyesiyle Ant’a sorumlu
müdür
olarak 1967 Mayıs’ında geldi, büyük bir özveriyle çalıştı. Aynı zamanda
İstanbul Üniversitesi’nde felsefe öğrencisiydi. Türk ismi taşıdığından
kökenini bilmiyorduk. Bir gün bana kendisinin Ermeni olduğunu açıkladı,
bu yüzden ileride başımıza iş açılmaması için bunu söylemeyi görev
bildiğini söyledi. Aydın bir Ermeni gencin Ant gibi sol bir dergide
bizimle işbirliği yapmış olmasından duyduğum memnuniyeti bildirdim,
katkıları için teşekkür ettim. Sorumlu müdür olarak hakkında açılan
davalarda hapis talebi 74,5 yıla yükselince nöbeti bir başka arkadaşa
devretmek zorunda kaldı. 12 Mart darbesinden sonra gözaltına
alındığını, işkence gördüğünü, ölümünün ardından arkadaşlarının yazdığı
yazılardan öğrendim. Yaşar’ı hep içine kapanık, gerekmedikçe
konuşmayan, üstlendiği sorumlulukları hakkıyla yerine getiren bir
arkadaş olarak anımsıyorum. Haftanın dört günü haber yazımında, basın
taramalarının yapılmasında, tasarı başlıkların atılmasında bana, son
iki gün de sayfaların matbaada bağlanması ve derginin rotatifte
basılması sırasında İnci’ye yardımcı oluyordu. Ant’a emeği geçen tüm
meslektaşlarım gibi Yaşar’ı da sevgiyle anıyorum.
Le journaliste apatride
25/02/2011 - 20:29
« Aujourd’hui, nous sommes le 9 septembre 2009, il est 2 heures du
matin… Le 57ème anniversaire du début de ma carrière de journaliste.
J’ai succombé face aux maintes insistances d’Inci, qui aboutissaient de
temps en temps à des disputes.
Il y a exactement 57 ans, débutant comme correspondant provincial
à
Izmir, j’ai perduré ma vie tempétueuse à Istanbul, puis en exil depuis
38 ans. Désormais, je me mets à partager avec mes lecteurs mon passé de
plus d’un demi siècle.
Ceux-ci sont les notes d’un journaliste socialiste forcé à l’exil
par
la junte du 12 mars (1971) et déclaré « apatride » par la junte du 12
septembre (1980). »
C’est ainsi que débute le dernier livre que j’ai lu et qui était
sans
doute un des meilleurs que j’ai lu : « Vatansiz Gazeteci », ce qu’on
pourrait traduire en français comme « Le journaliste apatride ». Ce
merveilleux roman autobiographique à tendance de documentaire est
rédigé par Dogan Özgüden, ce fameux « journaliste socialiste forcé à
l’exil » en 1971 et qui vit actuellement en Belgique.
Malheureusement, ce livre écrit en turc n’est pas (encore ?)
traduit en
français ou en une autre langue. Je me suis permis de traduire moi-même
les premières lignes de l’introduction.
Le premier tome de ce roman raconte
la première moitié de la vie de Dogan Özgüden, à savoir depuis sa
naissance dans un petit village d’Anatolie jusqu’à son départ illégal
de la Turquie suite à la menace de condamnation par les tribunaux de la
loi martiale. Il a connu une vie « tempétueuse » en effet et a vécu
tout ce qui peut arriver à un journaliste dans un pays où ni liberté de
presse n’existait, ni liberté d’opinion, ni celle d’expression ou
d’association.
Suite à une enfance où la profession du père cheminot déterminait
le
lieu de vie de la famille et d’étude pour Özgüden, ce dernier, n’ayant
pas pu réaliser ses rêves de physicien pour des raisons financières, a
effectué des études professionnelles commerciales en vue de devenir
comptable ou banquier tel que le souhaitaient ses parents. Ayant connu
la misère de la population dans différents villes et villages
d’Anatolie pendant la seconde guerre mondiale qui a engendré la famine
et une épidémie, Özgüden a toujours été sensible aux questions du
peuple pour qui il dévouera sa vie.
Özgüden, pour financer ses hautes études, a choisi de
travailler comme journaliste pour un journal local d’Izmir plutôt que
de servir les institutions de l’OTAN, récemment implantées aux côtes
égéennes. Ses ambitions et talents l’ont mené, à un âge très jeune, à
de hauts postes dans le secteur de la presse écrite, mais aussi au sein
des organisations syndicales pour les droits des journalistes. Après
avoir été injustement viré du parti ouvrier turc, il a continué sa
lutte en créant le quotidien de gauche ANT où il écrivait les réalités
concernant la Turquie, mais aussi la gauche dans le monde. Il dénonçait
les méfaits du capitalisme et du militarisme, les injustices, les
corruptions du gouvernement, il défendait les droits de l’homme, la
reconnaissance des différentes ethnies en Turquie, appelait à la
solidarité entres les ouvriers, montrait la vraie face des faits et le
vrai visage des hommes politiques ou militaires de haut grade.
En parcourant le chemin de vie de Özgüden, j’ai mieux compris ce
qu’était aimer son métier passionnément. Pas parce que ce dernier
permet de faire fortune ou qu’il permet une carrière reconnue par
l’élite, mais tout simplement parce qu’il rend service au peuple, il
informe et enseigne correctement la population illettré sur
l’actualité. J’ai senti cette passion jusqu’à la dernière page du
livre. A la base de cette passion se trouve l’amour du peuple auquel
Özgüden se dévouait, auquel il fournissait, à tout prix, les vraies
informations, qu’elles plaisent ou pas aux autorités. Sa vie fut une
lutte contre l’injustice, la manipulation des citoyens par l’élite
politique, contre l’enrichissement des capitalistes, sous l’emprise de
l’impérialisme américain, aux dépens du peuple.
Comme le dit le célèbre proverbe turc : derrière tout homme ayant
réussi sa vie se trouve une femme. Je tiens à féliciter et remercier
Inci Tugsavul, la très chère femme de Dogan Özgüden, également
journaliste, pour son courage, sa patience, et surtout pour toutes ses
contributions dans la lutte.
De la première à la dernière page du roman, je fus impressionnée
par la
puissante mémoire de Dogan Özgüden qui se souvient absolument de tout :
sa plus petite enfance, les conversations ménagères, les noms de rues
et quartiers, les livres et articles lus ou publiés, les noms de ses
connaissances,… Non seulement il raconte sa vie, mais il raconte aussi
le contexte politique, économique et social dans lequel il a vécu : les
retentissements de la seconde guerre mondiale en Turquie, la guerre du
Vietnam, la période de déstalinisation, la crise de la Corée,
l’abolition du système politique à un parti en Turquie, le coup d’Etat
militaire de 1960, etc. D’où le style documentaire du livre.
Je tiens vivement à féliciter Monsieur Özgüden, d’abord parce
qu’il ne
s’est jamais laissé succomber face aux maintes difficultés vécues au
cours de sa vie, et ensuite parce qu’il a partagé ses souvenirs avec
nous sous forme d’un excellent roman. C’est avec impatience que
j’attends la suite de l’aventure…
2 Mart 2011
Doğan Özgüden’e mektup
Sennur Sezer
Merhaba Doğan Özgüden,
Dün bitirdim Vatansız Gazeteci’yi (Sürgün Öncesi) ... Aslında İnci
Tuğsavul’a yazmak isterdim. Eşine ve yol-arkadaşına. Onun sürgün
anılarıydı beklediğim. Bir kadının “vatansızlık” üstüne neler
düşündüğünü öğrenmek için değil, (kadınların yaşam çizgisi olarak
“yersizlik yurtsuzluk”u baştan benimsediklerine inanıyorum, baba evi,
koca evi... yaşlanınca oğul-evi, damat-evi) belki bir “hemcins” olmanın
okuma-benimseme rahatlığı yüzünden. Kitabın kapağındaki resmi bana onun
bütün duygularını anlattı.
Sevgili Doğan Özgüden,
1960’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi saflarında mücadele
etmenize,
yollarımızın pek çok kesişmesine karşın pek tanışmıyoruz. Daha doğrusu
hiç sohbetimiz yok. “Çeşitli gazetelerde çalıştıktan sonra 1967’den
sonra Ant Yayınları’nı ve Türkiye’nin sosyalist düşün tarihinin önemli
dergilerinden biri olan Ant’ı kuran Özgüden çifti”siniz. 1971’den beri
Avrupa’dasınız. Diğer siyasal sürgünlerle beraber ‘Demokratik Direniş
Hareketi’ni kurup, Cunta rejimine karşı kampanya yürütmenin sonucunda
1982’de, 200’e yakın rejim karşıtıyla beraber Türk vatandaşlığından
çıkarılarak ‘vatansız’ bırakıldınız. Bugün, ‘Info Türk’ İnternet
portalında Türkiye’yle ilgili gazetecilik yapmaya devam ediyor, ‘Güneş
Atölyeleri’ adlı, çokuluslu bir göçmen eğitim merkezini yönetiyorsunuz.
Bir söyleşinde vurguladığın gibi Avrupa’ya ayak bastığınızdan beri hep
“Türkiye’yle ilişkili, Türk’üyle, Kürt’üyle, Ermeni’siyle, Asuri’siyle,
Rum’uyla hep Türkiyeli göçmen topluluklarının içinde” yaşamanın sonucu
“radyosuyla, televizyonuyla, Avrupa baskısı gazeteleriyle, CD’leriyle,
DVD’leriyle ve son zamanlarda İnternet bağlantılarıyla, her gün sabah
akşam,” Türkiye’desiniz.
Günümüzde aydınların ve gençliğin verdiği mücadele size yabancı
değil.
Özellikle Kürt meselesi . Agos’a da söylediğin gibi “Ant, bu sorunu
dile getirmeye çalışan ve bunun için halklarıyla birlikte ağır bedeller
ödeyen Kürt aydınlar ve eylemcilerin mücadelesini paylaşan, onlarla
kesin dayanışma içinde olan bir dergiydi”. Kürt sorununun ortaya
konması, ezilen halklarımızın hak ve özgürlüklerinin tanınması
konusunda sadece oligarşiye karşı değil, sol hareket içerisindeki
şovenist ve inkarcı çizgilere karşı da mücadele verdiniz.
Sevgili Özgüden,
Kitabın bir anı kitabı değil son günlerde okuduğum en önemli
bellek
tazeleyicilerden. Özellikle Çetin Altan ile ilgili bölümler. Bugünü
kavramak için ara sıra ardımıza bir göz atmak gerekiyor. Bunun içinse
gayriresmi yakın tarih gerekli.
Keşke gitmeseydin diyemiyorum. Şu andaki işlevin çok önemli.
Üstelik
Türkiye ve mesleğin için yaptığın saptama da :
“Medyadaki teknolojik değişim benim Türkiye’de gazetecilik
yaptığım
günlere göre o kadar büyük ki, objektif bir kıyaslama yapmak zor. En
azından İnternet ortamında inanılmaz zenginlikte bir bilgilenme,
bilgilendirme ve iletişim olanağı mevcut. İnsanlar artık olup bitenleri
öğrenmek için büyük sermayenin kontrolündeki televizyon kanallarının ve
günlük gazetelerin verdikleriyle yetinmiyor, habere, analize anında
ulaşabiliyor, tepkisini de aynı hızda ortaya koyabiliyor. Türkiye’de
hâlâ gazetecilerin, siyasetçilerin düşüncelerini ifade ettikleri için
mahkemelere sürüklenmesi, zindanlara atılması, ölümle tehdit edilmesi,
hatta Hrant Dink örneğinde olduğu gibi derin devletin komploları sonucu
katledilmesi ülkeyi yönetenler açısından utanç verici. En büyük
endişem, süper güçlerin bir gün İnternet ortamındaki iletişim
kanallarını tam kontrol altına alıp insanları bu bilgilenme ve
bilgilendirme özgürlüğünden yoksun bırakmaları...”
Endişelerimiz kadar sevinçlerimizi paylaşacağımız bir akşamüstü
birer
bardak demli çayla sohbet etmek umuduyla, sevgiyle.
20 Mart 2011
Barışı görmeden ölmek istemiyoruz!
Hasan Cemal
Anılar,
yaşamöyküleri her zaman
ilgimi çekti, çekmeye de devam
ediyor.
Onları
okurken, hem kendi hayatımı
sorgular, hem de bir şeyler
kapar
öğrenirim.
Önümde
böyle üç kitap var:
Bir
Dönem İki Kadın; Oya Baydar,
Melek Ulagay, Can Yayınları.
Benim
Cumhuriyet’im; Emine Uşaklıgil.
‘Vatansız’
Gazeteci; Doğan Özgüden,
Belge Yayınları.
Üçünü
de dikkatle, severek okudum,
bazen duygulandım, düşündüm.
Üç
kitap da birçok yerinde benim
kendi kişisel tarihime
dokunuyor. Aynı
çalkantılı dönemleri ben de yoğun olarak yaşamıştım.
İlginç
olan şu:
Herkes
gerçeğin bir tarafından
yakalıyor, bırakmıyor. Herkesin
pencereleri de farklı.
Sen
öyle bakıyorsun, o böyle
bakıyor. Belki aynı şeye
bakıyorsunuz ama
farklı görüyorsunuz.
Bellek,
eski deyişle hafıza da öyle.
Senin unuttuğunu, o
unutmuyor ya
da o senin hatırladığın gibi hatırlamıyor. Bu nedenle yorumlar da
farklılaşıyor.
Olabilir.
Ama
anılarla, yaşamöyküleriyle
birtakım farklılıkların su
yüzüne
çıkması güzel bir şey. Bu sayede gerçek daha iyi belirginleşiyor, neyin
ne olduğu daha anlaşılır hale geliyor.
Belki
tarihçilerin işi de
kolaylaşıyor.
Emine
Uşaklıgil’in “Benim
Cumhuriyet’im” kitabı bu bakımdan
önemli.
Yarın
Cumhuriyet gazetesinin
tarihini yazacak olan tarihçiler,
hem
Uşaklıgil’in bu kitabından, hem Hasan Cemal’in “Cumhuriyet’i Çok
Sevmiştim”inden, hem de başka meslektaşlarımın mutlaka yazacakları
Cumhuriyet kitaplarından yararlanacaklar.
Gerçek
bir değil, bin yüzlü.
Kimse
tekeline alamaz gerçeği.
Hepimiz
neyi ne kadar
görebiliyorsak, o kadarını biliyor,
yazıyoruz.
Elbette
iddialarımız, değerlerimiz
var. Gücümüz, nefesimiz
yettiği
kadar savunuyoruz bunları da...
Ama
yaşadıklarımızı mutlaka yazmak
ve gelecek kuşaklara kendi
deneyimlerimizi aktarmak büyük önem taşıyor.
Daha
çok olgunlaşmak, daha fazla
demokrasi kültürü edinmek
istiyorsak,
bizde çok cılız olan anı, yaşamöyküsü ve özyaşamöykülerinin sayısını
mutlaka arttırmak zorundayız.
Kısacası,
kendine güvenen yazsın!
Bu
açıdan ‘Bir Dönem İki Kadın’
gerçekten çok değerli.
Oya
Baydar farklı bir yerden
geliyor. 1960’larda sol
konusundaki çıkış
noktasında, Türkiye İşçi Partisi(TİP)- Türkiye Komünist Partisi(TKP)
çizgisi ağır basıyor.
Melek
Ulagay’ın çıkış noktası içinse
Maoculuk denebilir.
Bir
taraf, parlamentocuydu. Öteki
taraf için iktidar namlunun
ucundaydı. İki taraf da kapitalist düzeni, devleti yıkmaktan yanaydı
ama farklı yollardan...
1960’lar,
1970’ler...
Hepimizin
Türkiye’yi ve dünyayı
çabucak değiştirebileceğimizi
sandığımız yıllar...
Oya’yla
Melek’in ortak kitabını
okurken, ben de kendi kişisel
tarihimi
biraz da hüzünle gözden geçirmiş oldum.
Bebek’teki
Nazmi’den (“Baharda erik
çiçekleri tabaklarımıza,
kadehlerimize düşerdi Nazmi’nin bahçesinde...”) 12 Mart’a, 12 Eylül’e,
Mamak, Selimiye zindanlarına, hapse düşen, işkencehaneden geçen, daha
güzel bir dünya için dağa çıkanlara, dağda ya da idam sehpasında
gencecik yaşta hayata veda edenlere, yolu sürgüne düşenlere ve de
yaşanan hayal kırıklıklarına kadar çok şeyi bazen içim sızlayarak,
bazen duygulanarak okudum.
Bir
bakıyorsun hayat geçivermiş...
Oya
Baydar’ın şu sözleri:
“Beni
yıpratan, bezginliğe düşüren
soru, ‘Neden bu yollardan
yürüdüm?’
değil; bunca yılın, bunca yolun vardığı yer neden başlangıç noktasına
bu kadar yakın, nerede hata yaptık, neyi ıskaladık sorusu... 70 yaşıma
gelmişim, önümde az zaman kalmış, insan umut verici bir şeyler de
görmek istiyor şu ahir ömründe.
Geçenlerde
yaşı yetmişe dayanmış
olanlar, bir yaşlılar heyeti
kurduk,
her zamanki gibi bir de metin çıkardık. O metnin son cümlesi, ‘barışı
görmeden ölmek istemiyoruz’du.”
Barışı
görmeden ölmek istemeyen,
barış ve demokrasi
mücadelesine bir
ömür koymuş bir başkası da Doğan Özgüden, bir meslek büyüğüm.
Doğan
Özgüden deyince, bir dönem
Genel Yayın Yönetmenliği’ni
yaptığı
1960’ların solcu gazetesi Akşam, ama özellikle haftalık Ant dergisi ve
Ant Yayınları’nın çıkardığı kitaplar gelir.
Ben
dahil 1960’ların solcu, devrimci
gençliği, sanıyorum, Doğan
Özgüden’in yönettiği, güzel ve çarpıcı kapak düzenini eşi İnci
Özgüden’in yaptığı yayınlardan çok etkilenmişti.
Doğan
Özgüden’in ‘Vatansız’
Gazeteci’sini bir solukta okudum,
çok şey
hatırladım, çok şey öğrendim.
Ve
düşündüm:
Barış,
demokrasi kolay olmuyor.
Zaman
ve sabır istiyor. Uğruna
mücadele ve fedakârlık
gerekiyor. Bir
bedel ödemeden, birtakım acı kopuşlar yaşanmadan barış ve demokrasi
kapıyı çalmıyor.
Bir
Dönem İki Kadın’la ‘Vatansız’
Gazeteci’yi okurken bu
gerçeği bir
kez daha hissettim, bazen içim acıyarak...
Sonra
da Oya Baydar’ın aktardığı o
dizeleri Özdemir Asaf’ın:
Daha
gidecek yerlerimiz var,
Kalacak
bir türkü söyler gideriz.
İyi
pazarlar!
Kültür Dergisi
Nisan
2011 -
Sayı 3
Bütün
Yolculuk Boyunca Hasret Ayrılmadı Benden (*)
Tamer
Çağlayan
Kendileriyle
sadece mektup ya da
telefonla haberleştiğim, hiç
yüzyüze gelip konuş(a)madığım, yaptıklarını, yazdıklarını sadece yazılı
veya görsel basın aracılığıyla öğrendiğim o kadar çok insan var ki,
belki de onları uzaktan izlemek bana daha makulmüş gibi geliyor.
Kimisiyle sadece telefon aracılığıyla konuşuyorum. Sadece seslerimizi
tanıyoruz.
Kendisini
daha öncelerden ismen dahi
olsa tanıyordum. Bu güne
dek hiç yüzyüze karşılaşmadık. Sadece yeni yayınlanan kitabı
dolayısıyla elektronik ortamda yazıştık, hepsi o kadar.
Yine,
geçtiğimiz yılların birisinde
yıllardır sürgünde yaşayan
bir arkadaşım, yaşadığım kente uğramış, ortak bir masada birlikte
olduktan sonra onu yolcu etmek için trenin gelmesini beklerken sohbet
ediyorduk. Yanımızda iki arkadaş daha vardı. Arkadaşım, kendisine günün
birinde birşey olduğu takdirde, evinde bulunan kütüphanesindeki
kitapların tümünü bana bırakacağını vasiyet etti. Bu sözlerini diğer
arkadaşlar da duydular.
Ben
ise, o an ki kasvetli havayı
dağıtmak ve birazdan gelecek
olan trenle benden uzaklaşacak arkadaşıma “Doğan ağabey ne yapıyor?“
diye sorunca, anılarını yazdığını öğreniyorum. Seviniyorum. Uzun yıllar
boyunca Türkiye’den ayrı yaşamak zorunda kalan gurbet eldeki bu
insanımızın yazdıklarının ilginç ve renkli olacağını düşünüyorum.
“Yayınlandığında okumak isterim“ diyorum. Gelen tren diğer yolcularla
birlikte arkadaşımı da alıp hareket ediyor…
Geçen
yılın sonlarına doğru
yıllardan beri beklediğim anılar,
güzel bir kapak kompozisyonuyla “Vatansız Gazeteci“ adıyla kitap
halinde yayınlandı.
Kimden
mi söz ediyorum?
Basın
tarihimizin ünlü dergilerinden
birisi olan Ant’ın
yöneticilerinden Doğan Özgüden’den…
1971
yılında başlayan siyasi
göçmenliği hâlâ devam eden Doğan
Özgüden’in anılarının yer aldığı kitabı geçen yılın sonlarına doğru
edindim. Bu kitap anıların ilk cildini, Türkiye’den ayrılmadan önceki
yaşam öyküsünü kapsıyor. Anıların ikinci cildinde ise, sürgün sonrası
Avrupa’da geçen 40 yılın izlenimleri yer alacak. Orada yurtdışı
yaşamını, Info Türk’ün kuruluşunu, Güneş Atölyelerinin çalışmalarını
ayrıntılı bir biçimde okuyacağımızı umuyorum.
Doğan
Özgüden’in yaşanmış zengin
çocukluk izlenimleri var…
Babasının Devlet Demir Yolları’nda memur olması nedeniyle, çocukluğu
Anadolu’nun bir çok yöresinde geçiyor. Buralarda edindiği zengin
izlenimler kitaba da yansıyor. Sırasıyla Musaköy, Tokat Artova,
İstanbul, Konya, İkinci Dünya Savaşı yılları, Ankara, Demokrat
Parti’nin iktidara geldiği 14 Mayıs 1950 seçimleri Doğan Özgüden’in
anılarında çocukluktan ergenliğe geçişte yaşadığı zengin izlenimlerle
kitaba yansıyor.
Tren
yolculuklarını severim.
Türkiye’ye her gidişimde imkânım
ölçüsünde trenle yolculuk yapmaya çalışırım. Hem doğayı, hem de trenin
geçip gittiği o mütevazi kasaba ve köyleri bir pencerenin ardından dahi
olsa görme imkanını elde ederim. Kimi yerde yol inşaatları devam eder.
İşçilerin kaldıkları barakalar vardır, onların oralardaki yaşamlarını
düşünürüm. Tarlalarda çalışan köylüleri görürüm, elde ettikleri ürünün
karşılığını alıp alamayacaklarını, alsalar dahi, onca emeğin
karşılığının onlara yetip yetmeyeceğini kendi kendime sorarım.
Kimi
yerde kendi hallerine
terkedilmiş kasaba istasyonları
vardır. Bunların boyaları dökülmüş, bakım ister, ihmal edilmişlerdir.
Belki de bu yüzden “Demiryolu Öyküleri” isimli kitaptaki öyküleri başka
bir gözle okudum. Günün birinde Anadolu’yu trenle yolculuk yaparak
gezmek, izlenimlerimi bir “Tren Güncesi”nde toplamak isterim.
1950’li
yıllarda Doğan Özgüden’i
İzmir’de gazetecilik yaparken
görüyoruz. Stenoyu çok iyi bilmesi gazeteciliğe adım atmasını sağlıyor.
“Ege Güneşi” gazetesinde başlayan gazetecilik “Sabah Postası”nda devam
eder. Özgüden bu yılları için şunları yazıyor anılarında: “Gazetenin
tütün deposundan bozma idarehanesinde parasızlıktan aylardır
ücretlerimiz ödenemediği gibi, sobada yakacak odun da alınamıyordu. Düz
baskıda kullanılan klişelerin tahtalarını sökerek ya da baskı artığı
kağıtları tutuşturarak ısınmaya çalışıyorduk.”
Ege
Bölgesinde yapılan seçim
mitinglerini izleme görevi
verilmesi o zamanki parti lider ve ileri gelenlerini yakından
tanımasına yol açar. Askerlik görevinden sonra ise, Abdi İpekçi’nin
teklifiyle “Milliyet”in İzmir ve Ege Bölgesi temsilcisi olur. Bu arada
Gazeteciler Sendikası’nda da çalışmalarına devam ediyordur.
27
Mayıs 1960’tan sonra Doğan
Özgüden Milliyet’teki görevinden
ayrılır. Ayrılmasının nedenlerinden birisi de, tiraj almak için daha
çok magazin haberlerinin seçilmesi ve İpekçi’yle birçok konuda olan
anlaşmazlıklarıdır. “Öncü” gazetesinde temsilci olarak çalışmaya
başlar. Yazdığı yazılar nedeniyle gazete patronu tarafından köşe yazısı
yazması engellenir.
1962-1964
yılları arasında Türkiye
İşçi Partisi’nde
mücadelesini sürdürür. Merkez Yürütme Kurulu’na da seçilecektir. TİP
haftalık bir sol dergi yayınlama kararı alır. “Sosyal Adalet”e eli
kalem tutan parti üyeleri katkıda bulunurlar.
Aralarında
Demir Özlü, Muzaffer
Buyrukçu, Edip Cansever, Turgut
Kazan, Veysi Sarısözen, Fethi Naci ve Doğan Özgüden’in de bulunduğu bir
grup partili, Türkiye İşçi Partisi’nin içindeki bazı gelişmeleri
eleştiren bir dilekçeyi parti merkezine yollarlar. Yollanan dilekçe pek
etkili olmayacak, imzacı üyeler partiden ihraç edileceklerdir.
“Akşam
Gazetesi” yılları ise,
1960’ların ortasına rastlıyor.
İlhami Soysal, Rahmi Turan, Hüseyin Baş, Selahattin Hilav, Ahmet
Kahraman, Yavuz Donat gazetede görev alan belli başlı gazetecilerden
bazılarını oluşturuyor. Akşam’ın patronu Malik Yolaç ve Ankara
temsilcisi İlhami Soysal’ın karşı gelmelerine rağmen bir süre sonra
gazetede Çetin Altan’da yazmaya başlar. Fakat basın dünyasındaki
çekememezlikler bu gazetede de baş gösterecektir. Bir süre sonra da
Doğan Özgüden ve eşi Akşam’dan ayrılırlar.
Bu
yıllardan sonra ise onları “Ant
Dergisi” çalışmaları içinde
görüyoruz. Türkiye İşçi Partisi’nin 2. Büyük Kongresi sonrasında
yaşanan kimi olaylar sonucu Yaşar Kemal, Fethi Naci ve Doğan Özgüden
haftalık bir dergi yayınlamanın koşullarını konuşurlar. Çok geçmeden
aralarında yazılı bir anlaşma yapmadan dergi yayın hayatına başlar.
Ant’ın ilk sayısı gereken ilgiyi görür.
İlk
altı sayının tirajı 20 bine
yakındır. 14 Şubat 1967’de
yayınlanan 7. sayı ise satış açısından tam bir hayal kırıklığı olur. Bu
sayı, DİSK’in kuruluşuna ayrılır. Sendikayla ve TİP’le ilgili haberler
nedeniyle bu sayı ‘parti organına dönüşmüş’ şeklinde eleştiri alır. Bu
durum satışa da yansır, dağıtımcılardan dergi iadeleri gelir.
Ant
ilk yılını geride bırakırken
yayınını sürdürmek konusunda
maddi zorluklar içine girer. Bu arada telif hakkı ödenmediği için
kuruculardan Fethi Naci kültür sanat sayfasını hazırlamaktan vazgeçer
ve dergiden ayrılır. Gerçek Yayınevi’nde yayıncılığa devam eder.
Zorluklar
böyle devam ederken yan
gelir elde etmek amacıyla
Yaşar Kemal’in eşi Tilda Kemal’le ortaklık yapılır ve “Ant Yayınları”
kurulur. 14 Mayıs 1968’de dergide Ant’ın yakında kitap yayınına
başlayacağı duyurulur. İlk kitap olarak Che Guevara’nın “Savaş Anıları”
ve Emile Burns’ün “Marksizmin Temel Kitabı” yayınlanır.
Doğan
Özgüden anılarında Halil Lütfi
Dördüncü’den de
bahsediyor... Daha önceden okumuş olduğum Aziz Nesin’in ve başka bazı
anı kitaplarında Dördüncü’den öyle bahsedilirdi ki, “o kadar da olmaz”
derdim okuduğum zaman. Fakat Özgüden’in anılarında da öyle şeyler
okudum ki, “pes artık!” dedim bir gece yarısı... Elinin sıkı oluşu öyle
bir hâl almış ki insan hayret edemeden duramıyor... Aziz Nesin
anılarında, yazarların yazılarını mezura ile ölçüp ona göre telif hakkı
ödeyen birisinden bahsediyordu. Acaba bu kişi Dördüncü’müydü, şimdi onu
pek anımsayamıyorum.
Sanıyorum
Özgüden anılarını yazarken
Ant dergisi
kolleksiyonundan yararlandı. Çünkü, bir süre sonra anılarını kronolojik
bir sıralamayla anlatmaya başlıyor ki, bunun da derli toplu bir şekilde
oluşu, olayları daha iyi anlamamızı kolaylaştırıyor.
Kitapta,
Ant Yayınları’nın
yayınlamış olduğu kitapların
kapaklarından seçmeler de yer alıyor. Nacizane kütüphanemde bu
yayınlardan sadece Kemal Sülker’in “Sabahattin Ali Dosyası” isimli
kitabı bulunuyor. Bir okur olarak, o zamanlarda yayınlanmış olan bu
kitapların kapak tasarımlarını ilgiyle karşıladığımı yazmak isterim.
Kitaptan da öğrendiğimize göre bu tasarımları İnci Tuğsavul-Özgüden
yapmış. Bir kitabın içeriğiyle kapak tasarımının bütünleşmesini her
zaman bir okur olarak savunmuşumdur. Ve şunu da yazmadan geçemeyeceğim
yeri geldiği için: Ülkemizde yayınlanan kitap kapaklarının
kompozisyonları Avrupa’da yayınlananlardan daha ileri düzeyde.
Doğan
Özgüden kitabında yazar Orhan
Kemal’le zaman zaman
buluştuğunu yazıyor. Fakat nedense gerekli ayrıntılara girmiyor. Yazmış
olsaydı, belki de Orhan Kemal’in başka yönlerini de öğrenmiş
olabilecektik. Kitapta Can Yücel’le ilgili bölümleri okurken, zaman bir
gece yarısına yaklaşıyordu... Çeviri konusunda söylediklerine gülemeden
edemedim. Aslında onunla ilgili anıları olanlar, bunları bir kitapta
toplamalı. Şimdiye dek bu yapılmadı, umarım bundan sonra birisi bunları
derleyip kitaplaştırır.
1968
olayları Avrupa’dan sonra
Türkiye’ye de bir şekilde
sıçrar. Üniversitelerde yapılan boykotlar yeni bir uyanışın
habercisidirler. O sıralarda Ant’ın kapak başlığı şöyledir: “İşçi
gençlik elele!”
Sendikal
oyunlar karşı İstanbul’daki
Derby Lastik fabrikasını
işgal eden işçilere karşı İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencilerinden
Harun Karadeniz şöyle seslenir: “Bu halkın evlatları olan bizler, halka
dönük düzeni kurana dek çalışacağız. Bugün burada sizin yanınızdayız.
Gerektiğinde yine geleceğiz ve her hareketinizde sizinle beraber
olacağız!”
Ertesi
yıl, 1969, Ant Dergisi’ni ve
Ant Yayınları’nı birlikte
kurdukları Yaşar Kemal ve eşi Tilda Kemal’le olan ortaklıkları sona
erer.
Ant’ın
son yayını 1 Mayıs 1970’te
yayınlanan sayıdır. Bu sayıda
Lenin’in 100. doğum yıldönümüyle ilgili yazılar ağırlıktadır. Ayrıca
Lenin’in “Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri” kitap olarak yayınlanır.
Bundan sonra dergi yayınına aylık olarak “Ant Sosyalist Teori ve Eylem
Dergisi” olarak devam eder.
Yayınladıkları
Carlos Marighella’nın
“Şehir Gerillası” kitabı,
içeriğinden daha çok kapağında yer alan üç kurşun deliğinden dolayı
toplatılıp dava açılır.
Yayınlar
dolayısıyla dava açılması
Özgüden’ler için artık
alışılagelmiş bir durumdur. 12 Mart’ın ağır koşullarının olduğu
dönemlerde Victor Serge’nin “Militana Notlar” isimli kitabını
yayınlarlar. Fakat kitap yayınlanır yayınlanmaz hakkında toplatma
davası açılır.
Günlerinin
büyük bir bölümü
haklarında açılan davalar nedeniyle
Adliye koridorlarında geçmektedir. Ant’ın son sayısı Mayıs 1971’de
yayınlanır. Sıkıyönetim tarafından “Bugün”, “Bâbıâli’de Sabah”
gazeteleriyle birlikte Ant’ta kapatılır.
Bundan
sonra Özgüden’ler için zor
günler başlar. Kıskaç
daralmaktadır... Ortak dostları her ikisinin de yurt dışına
gitmelerini, Avrupa’da mücadele etmelerinin daha doğru bir hareket
olacağına karar verirler.
O
tarihten bu zamana dek sürgün
olarak Türkiye’den uzakta
yaşıyorlar. Yazımın başlığına aldığım Nâzım Hikmet’in ilk kez
yayınlanan şiirinin başlığını Özgüden’lere adıyorum.
Ülkesinden
uzakta yaşamak zorunda
kalan insanlarımızın
anılarını çok merak ederim...
Siyasi
sürgünlerle ilgili benim
hatırladığım şimdiye dek iki
kitap yayınlandı. Birisi Ahmet Abakay’ın, diğeri de Emin Karaca’nın.
Ki, onlar da 12 Eylül’den sonra ülkeyi terk etmek zorunda kalanlarla
yapılmış söyleşileri kapsıyor.
Bir
de, 1980 öncesi, belki de daha
önceki yıllarda Türkiye’yi
terk etmek zorunda kalanlar var. Günün birinde vakit geç olmadan
onlarla ilgili de bir kitap hazırlanmasını umuyorum. Bu insanlardan
birisi de Fahri Petek’ti. Uzun yıllara varan yurtdışı yaşamı geçtiğimiz
yılın 24 Aralık günü sona erdi. Nedendir bilmem, böyle uzun süre
yurdundan ayrı kalmış insanlara yanarım... Fakat şunu da yazmadan
olmaz. Yazar Şehmus Güzel, Fahri Petek’le yapmış olduğu konuşmaları bir
kitapta toplamış. Böylece Petek’in anıları kalıcı olmuş oldu. Daha çok
insanımızın anılarını yazmasını umuyorum.
Kitabı
yayınlayan Belge
Yayınları’nın yıllar boyunca yayınlanan
kitaplarında yapmış olduğu hatalar bu kitapta da unutulmamış! Belge’nin
yayınladığı/yayınlayacağı bir kitabı dizgi hatasız okumak hayal mi
olacak acaba? Baskı öncesi bir kitabın iki-üç kişinin kontrolünden
geçmesi sonucu bu tür hatalar pek tabiiki giderilebilinir. Bu kitapta
sadece benim dikkatimi çeken 30’a yakın dizgi hatası var!
Bitirirken,
Doğan Özgüden’e, birkaç
yıl öncesinden haberdar
olduğum anılarını yazmasından dolayı öğrenmeye susamış genç kuşaklar
adına teşekkür ediyorum. İkinci cildi de beklediğimi saklamıyorum.
Olumlu ya da olumsuz bir çok şey yaşanmıştır, bunlar da ileri ki
kuşaklara aktarılmalıdır diye düşünüyorum. Kendisine ve İnci ablaya
sağlıklı ve uzun ömürler diliyorum.
(*) Nâzım Hikmet’in 1961 yılında
Bedri Rahmi Eyüboğlu tarafından Paris’te kaydedilen şiirlerinden
birisinin başlığı. Ses kaydı, uzun yıllar saklandıktan sonra Ocak
2011’de Türkiye’de Yapı Kredi Yayınları ve Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları tarafından ortaklaşa “Nâzım Hikmet, Büyük İnsanlık, Kendi
Sesinden Şiirler“ başlığıyla CD-Kitap olarak yayınlandı.
4 Nisan 2011
Üç Gazeteci
Ragıp ZARAKOLU
"Burada
yerimizde kalacağız" diye başlık atmıştı 15 Eylül 1955 tarihinde Embros
(İleri) gazetesi. İstanbul'da Rumca olarak çıkan bir gazeteydi.
İstanbul'un binlerce yıllık yerli olan halkı olan Rumların, 6-7 Eylül
pogromuna yanıtı bu olmuştu. Ve başyazıda şöyle deniyordu: "BURADA,
YERİMİZDE KALACAĞIZ. Kiliselerimizi yeniden yapmak, ölülerimizi gömmek,
okullarımızı, işyerlerimizi, evlerimizi toparlamak için... Biz Rumlar
düştüğümüz yerden doğrulacak ve yerimizde kalacağız. Doğduğumuz,
büyüdüğümüz, dedelerimizin ve babalarımızın 'şimdi kırık dökük de olsa'
mezarlarının bulunduğu bu ülkede kalacağız. O kırık mezarlardan,
harabeye dönmüş kilise, okul, dükkan ve evlerimizden yeni bir dünya
yaratacağız. (...) Bizler bu ülkede ne reayayız ne de rehine. Bizler de
bu vatanın evlatlarıyız ve bunu ispat etmek için her alanda çaba
sarfediyoruz. Her zaman bu ülkenin kanunlarına saygılı vatandaş olduk
ve hep öyle kalmaya devam edeceğiz. Hıristiyanlıktan kaynaklanan manevi
değerlerimiz ve kültür birikimimizle, bizden önce her türlü sıkıntıya
göğüs gererek burada yaşamayı sürdürmüş olan atalarımızın torunları
olduğumuzu göstereceğiz. Ama bu işler ağıt yakarak ve ağlaşarak olmaz.
Sesimizi yükselteceğiz ve başımıza gelen bu felaketin gelmemiş olması
gerektiğini haykıracağız. Garantilerden ve can güvenliğinden
bahsedeceğiz. Bizler bugün hâlâ Rumuz"...
Sınıfsız,
imtiyazsız kitle!
Bugün
Türkiye'de gerçek demokrat
aydınlar çok daha onurlu bir
konumda. Ne yazık ki, İstanbul'da pogram yaşandığında, saldırıya
uğrayan Rumların yanında tek bir "çatlak ses" çıkmadı.
Herkes
"sınıfsız, imtiyazsız,
kaynaşmış bir kitle idi" Kemalist
oligarşinin istibdatı altında. Bu noktada DP'si de, CHP'si de hemfikir
ve aynı cephede idi.
Ve
bu rezil olaydan sonra, olay
derin devletin işi olduğu
halde, yine sosyalistler, "Salkım saçak asılmak üzere" (Aziz Nesin)
buraya Harbiye Zindanı'nın izbe koğuşlarına doldurulmuştu. Bu hücreler
yerin altındaydı. Tepenizde askerin nöbet için dolandığı demirden bir
mazgal vardı. Buradan kontrol edilirdiniz. Korkunç bir rutubet...
Bazılarından açık lağım geçerdi. Yatağa oturmak yasaktı, sabah
içtimasından sonra. Kitap yasaktı, gazete de. Bu hücrelerde az insan
bunalıma girmedi, intihara kalkışmadı, 1946'da, 1972'de...
Rum
gazeteci: Andreas Lambikis
1955
yılında olayların başlatıcısı
olan çoğu CHP üyesi, Orhan
Birgit de aralarında, Kıbrıs Türktür Cemiyeti yöneticileri ise
imtiyazlı aydınlık hücrelerde tutuluyor ve zamanlarını bahçede voleybol
oynayarak geçiriyorlardı.
Ama
nedense 6-7 Eylül'ü anlatan
kitaplarda adı geçmeyen bir de
cesur Rum gazeteci vardı, izbe hücreler kısmında tutulan: Andreas
Lambikis. Susmayı kabul etmeyen, yurttaş haklarını savunan, eleştirel
bir gazeteci. O günün koşullarında "deli" diye nam salmıştı.
Gazetesinin
bürosu bütün Rum
binaları ile birlikte zaten
yakılıp yıkılmıştı. Ama onu susturmak için 6-7 Eylül Olayları'ndan
zarar görmesine karşın hiç nedensiz 3 ay boyunca onu Harbiye
hücrelerinde tuttular.
Beşiktaş'ta
Hrant için adalet talep
ederken, çocukluğumun o
karanlık günlerini hatırlayıp, keşke o gün de Rumlarla dayanışmak için,
"Hepimiz Rumuz" diye bağırabilseydik diye düşünüyordum. Belki daha
sonra sıra kimseye gelmez, benzer acıları yaşamazdık.
Bu
cesur gazeteci ne oldu diye
soracak olursanız, bu gazeteci
cesaretle İstanbul Rumlarının kimliğini ve haklarını savunmaya devam
etti.
1964
yılında İnönü hükümeti,
İstanbul Rumlarının önemli bir
bölümünü iki gün içinde kovarak sınır dışı etti.
1965
yılında ise susmayı kabul
etmeyen cesur gazeteci Andreas
Lambikis, gözaltına alındı. TC yurttaşı olduğu ve burada doğup burada
yaşadığı halde, Ürgüplü hükümeti tarafından, Başbakan Yardımcısı
Demirel ve tüm bakanların oybirliği ile ve Cumhurbaşkanı Gürsel'in
onayı ile iki gün içinde vatandaşlıktan çıkarıldı. Sınırdaki mayın
tarlasına bırakılarak, ülkesinden kovuldu.
Türkiye
basınından ona sahip çıkan
tek bir ses çıkmadı. Ne sağ,
ne sol, ne liberal, hiçbir gazeteci meslektaşı onu savunmadı.
Lambikis'e sahip çıkmayan Türkiye basını bugün hâlâ kurban vermeye
devam ediyor. Herkesin sırası bir gün geliyor.
Erol Güney
ve meşhur kedisi
Daha
50'li yıllarda, Lambikis'inkine
benzer bir biçimde bir
günde, Türkiye'de yaşadığı halde vatandaşlıktan atılan, bir başka
gazeteci ise, Erol Güney'di. Ünlü MEB klasiklerinin çevirmenleri
arasında yer alan, kedisini Orhan Veli'nin bir şiiri ile meşhur ettiği
Erol Güney!
Menderes'in
egosunun taşmaya
başladığı yine 50'li yılların
ortasında, Fransız basınında eleştirel haberleri çıktığı için, Erol
Güney, smokinle Ankara Oteli'ndeki bir resepsiyona gittiği sırada
gözaltına alınacak, birkaç gün sonra Menderes Kabinesi kararı ile
vatandaşlıktan atıldığını ve bunu Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın
onayladığını öğrenecekti.
Erol
Güney, önce Fransa'ya, sonra
İsrail'e gitti ve 90 küsur
yaşında yaşamını yitirene dek, dinamik gazeteciliğini sürdürdü.
Şalom'da çıkan yazılarını keyifle okurdum. 20 küsur yıl önce Türkiye'ye
ilk geldiğinde, "buralara gelme" uyarısı alacaktı. Neyse son yıllarında
gelip gitmesine ses çıkarılmadı. Acaba Erol Güney'in kedisi ne oldu
diye hep merak etmişimdir. Orhan Veli, karanlık biçimde sokakta ölü
bulunmuştu zaten birkaç yıl önce. Ona bırakamazdı. Ölüm nedeni, "Orhan
zaten hep sarhoş gezerdi" denip geçiştirilmişti. O sırada sürekli takip
edilme fobisi ile yaşıyordu Orhan Veli. Geçenlerde de bir yerlerde
50'li yıllarda Cemil Meriç'in takip tutanakları ortaya çıkmadı mı?
50'li
yıllarda ABD'ye McCarthyci
karanlık çökmeden çok önce,
İnönü rejimi 1945 Aralık'ından itibaren çoktan bu sol düşmanlığını
ülkeye musallat etmişti. Ermeni basınından kendi kimliğine sahip çıkan
Zaven Biberyan, Yarvent Gobelyan gibi isimler, gazetecilik mesleklerini
onurlu biçimde icra etmek için, Beyrut'a gönüllü sürgün gideceklerdi.
40 yıllık
sürgün: Doğan Özgüden
Üçüncü
vatandaşlıktan atılan
gazeteci örneği ise 1980'li
yıllardan. Bu yurttaşlıktan atma kararında ise Başbakan Ulusu ve Cunta
Başkanı Evren'in imzası vardı. Daha sonra Turgut Özal, ikinci baskısını
yapacaktı bu atılmanın.
Mayıs
ayında sürgünün 40. yılını
kutlayacak olan gazeteci Doğan
Özgüden'di bu örnek. (TC Hükümetinin hâlâ ondan özür dileyerek,
yurttaşlığını iade etme olanağı var.)
Her
üç örnekte de, basındaki
meslektaşlarının kılı
kıpırdamayacaktı.
Ne
zaman işin ucu, o da birazcık,
Kemalist medyaya dokundu,
ağlaşma başladı.
O
zaman rahmetli Sarkis abiyi
hatırladım: "Ermeni'yi
dövdürmeyecektik!"
Neyse...
Basın Konseyimiz hâlâ emin
ellerde... Oktay Ekşi,
başkanlığı Orhan Birgit'e bıraktı. Kendileri 1945'te meşhur Tan
gazetesi baskınını düzenleyenlerin arasındaydı. Demirel, Bozbeyli,
Erbakan'ın da orada olduğu söylenir. Orhan Birgit, 6-7 Eylül 1955
olaylarında etkili olan "Kıbrıs Türktür Cemiyeti"nin yöneticilerinden
biri olduğu için bir süre tutuklu kaldıktan sonra beraat etti.
Belçika
Profesyonel Gazeteciler Cemiyeti
15 Nisan 2011
Les mémoires d'un "journaliste apatride"
(Bir "vatansız gazeteci"nin anıları)
Mehmet KÖKSAL
(Vice-Président de
l'Association des Journalistes Professionnels - Belçika Profesyonel
Gazeteciler Cemiyeti Baskan Yardimcisi)
A l’occasion de la Journée mondiale de la liberté de la presse du
3
mai, Journalistes consacre son dossier à la liberté de la presse en
Europe : de Stockholm à Rome, en passant par Paris, Budapest ou Sofia.
Tandis qu’aux portes de l’UE, en Turquie, des dizaines de journalistes
sont emprisonnés ou menacés de l’être. Publié sous le titre "Victimes
de la loi antiterroriste" sous la plume de Mehmet Koksal, ce dernier
article s'accompagne d'une référence à un livre, publié en langue
turque, consacré aux mémoires de Dogan Özgüden, journaliste
professionnel qui gère depuis son exil bruxellois le centre
d’information non-gouvernemental Info-Turk.be.
Après 57 années de métier, le journaliste professionnel Doğan
Özgüden a
décidé de mettre sur papier une partie de sa mémoire à partir de son
exil bruxellois qui dure depuis près de 40 ans. Ecrit en langue turque
dans un style littéraire particulièrement agréable à lire, l'imposant
ouvrage de 553 pages retrace le parcours très particulier d'un fils de
cheminot passionné par le journalisme et la gauche radicale turque qui
sera contraint de fuir la répression et la dictature militaire sans
jamais renier son combat pour les valeurs qu'il veut défendre.
Un constat de colère
Le livre débute déjà par un constat de colère contre cet Etat
turc, son
appareil administratif, ses extrémistes nationalistes, ses
fondamentalistes religieux, ses journalistes pro-régime et ses
associations connexes qui ont tenté durant ces quarante dernières
années d'utiliser tous les moyens (menaces, diffamation, procès et
insultes) pour saboter le travail d'une petite agence d'information non
gouvernementale Info-Turk (spécialisée sur la Turquie et les droits de
l'Homme, les pressions sur les médias, la question kurde, les
minorités, l'immigration,...) gérée par Dogan Özgüden et son épouse
Inci Tugsavul. Les poursuites judiciaires se multiplient à l'égard de
ce couple de journalistes condamné à l’exil. Le livre contient rappelle
ainsi la notification de la déchéance de leur nationalité turque, qui
fut demandée par l'ex-Premier ministre Turgut Özal et envoyée par
l'ambassade de Turquie à Bruxelles en 1998 au motif d'avoir perturbé
une conférence de presse du Premier ministre turc de passage à
Bruxelles.
L'arrivée de la radio dans les villages
Dogan Özgüden replonge ensuite dans son passé pour remonter
jusqu'à sa
naissance en bordure d'une station de chemin de fer dans la périphérie
d'Ankara. Il y rappelle son vrai prénom "Dogangün" (littéralement : "le
jour qui se lève") qu'il n'entendra plus que lors des citations devant
les tribunaux. Il raconte comment le pauvre ouvrier anatolien des
années 30 et 40, ne sachant ni lire ni écrire, faisait quand même une
grande "consommation" des journaux imprimés qu'il roulait avec le plus
pur tabac de la région.
A travers le récit d'une vie racontée à la manière d'un scénario
de
long métrage, on découvre aussi un résumé des avancées technologiques
qui bouleversent à chaque fois la profession. Ainsi, c'est l'arrivée de
la radio dans les villages les plus éloignés qui améliore
considérablement l'accès à l'information du grand public. "On avait
même une chambre spéciale pour écouter la radio où, une fois que mon
père avait fait les branchements énergétiques nécessaires en regardant
le mode d'emploi, toute la population de la station de chemin de fer
prenait place abondamment pour attendre silencieusement le moment
magique. Certains n'hésitaient pas à faire des commentaires du genre
'mais comment est-ce vraiment possible qu'un homme puisse parler depuis
Ankara et qu'on puisse l'écouter au même moment ici à travers cet
appareil ? Va-t-il utiliser le télégraphe pour nous faire passer le
message ?"
Non, tout passera par des fils qui capteront les ondes dans l'air
pour
les décoder à travers une radio. L'arrivée de la radio balayera quasi
l'existence du gramophone (appareil permettant d'écouter un disque) du
paysage musical turc.
La narration de grands bouleversements
Özgüden rappelle aussi son attachement spécifique au modèle 1940
d'Hermes Baby (une machine à écrire très populaire utilisée par les
journalistes au milieu du XXe siècle). Il raconte aussi comment il
arrivait, grâce à la sténographie, à publier les meilleurs
comptes-rendus de congrès politiques dans les quotidiens turcs.
La force de l'ouvrage réside dans la narration des grands
bouleversements qui ont touché la République de Turquie à travers le
vécu d'un simple citoyen et acteurs de terrain. D'un coup d'Etat (1960)
à un autre (1970) et encore un autre (1980), Dogan Özgüden arrive à
condenser, scénariser et transmettre l'évolution du paysage politique,
médiatique et social dans son pays d'origine avec lequel il cultive une
relation d'amour-haine toujours inachevée.
Mehmet Koksal
ÖZGÜDEN Dogan, Vatansiz Gazeteci, Cilt 1 - Sürgün Öncesi,
Editions Fondation Info-Turk, 553pp., 2010
http://www.ajp.be/dossiers/doganozguden0411.php
12 Mayıs 2011
Doğan Özgüden'e Güzelleme
Orhan SUDA
Vatansız
Gazeteci'de ilkelerinden hiç ödün vermemenin, çalıştığı her gazetede
çalışanların hakkını savunmanın, askeri cuntalara karşı çıkmanın, tam
bağımsız bir Türkiye özleminin ve dört dörtlük bir dürüstlüğün simgesi
olan Doğan Özgüden'le yüzleşiyoruz.
Kalecik'in Irmak
istasyonunda dünyaya gelen ama çok sevdiği
ülkesinden
otuz beş yıl sonra ayrı düşen Doğan Özgüden'le birlikte inanılmaz bir
hayatı yaşamaya başlıyorum sayfalar arasında. Dev bir anı kitabı bu.
1940-1971 döneminin ayrıntılı, nefes kesen, yer yer hüzünlendiren,
zaman zaman güldüren, Türkiye'nin önde gelen yazarlarının,
politikacılarının çirkinliklerini gözler önüne seren panaroması. Paha
biçilmez, bire bir yaşanmış nadir bir tanıklık. Mis gibi bir Türkçe.
Pırıl pırıl bir bellek. Cömert, sevecen, korkusuz bir yürek. Rıfat
Ilgaz'ın o canım 'Selinti'si hep peşimden geliyor okurken:
'Sen, yedi
denizin selintisi/ acımasız karayellerle gelen/ bir
kıyıda,
yorgun/ kendi çoğalmışlığında/ hep böyle tek başına/ sen, çocukluğum/
erken büyümüşlüğüm/ defnelerce düş gücüm/ yenilmişliğim, direncim/
gelgitlerle sürüp giden/ gün boyu/ iki elim iki cebimde dolaşırken/
çiğnenmemiş kumlar üstünde bulduğum/ son ürünüm, yalnızlığım/ sen,
esintilerle gelen yontu/ çakıltaşım/ ölü dalgaların kumlarda unuttuğu.'
Babası
demiryolcu. Issız bozkırda geçip giden trenler,
karavagonlar.
Bir istasyondan bir başka istasyona savrulmalar. Yeni tayin olduğu
istasyonda babanın mekân tutma çabaları. Makasçının, yol çavuşunun
bebeleriyle kurulan arkadaşlıklar.
Karavagonların
raylarda çıkardıkları sesler, çocuk ruhunda bu
seslerden
oluşan bitmeyen bir senfoni: 'Tik tak da tik tak'taka tiki tak'tik tak
da tik tak' taka tiki tak''
Doğa ile sarmaş
dolaş bir dostluk. Doğal güzelliklerin verdiği
coşkuyla
dile gelmiş muhteşem doğa tasvirleri: 'Öğleden sonra dersler bitince
kutup seferimiz yeniden başlıyor. Yine karla boğuşarak, uzaktan gelen
kurt ulumalarını dinleyerek, düşe kalka istasyonumuza koşuyoruz.
Karakış kaç gün sürer, bu meşakkatli okul seferi kaç kez tekrarlanır,
sayısını tam olarak hatırlamıyorum. Ama bozkır hep kar, kış değil ki..
Karlar çözülüp de kara toprak yine vahşi kır çiçekleriyle bezendiğinde,
sağda soldaki söğüt, meşe, kızılcık ağaçlarının dallarına su
yürüdüğünde, göçmen kuşlar, hele de hacı leylekler gökte görünmeye
başladığında bozkır bir başka güzeldir. İşte o zaman kilometrelerce
uzunluktaki okul yolunu hoplaya zıplaya, çiçek toplayıp dilli düdük
yapmak için söğüt dallarını yolarak aşmak tam bir bahar ayinidir. Okul
yaşamı, yıllarca toplum dışı yaşamaya mahkûm kalmış biz istasyon
bebeleri için sosyal yaşam susuzluğunu gideren bir pınardır.
Dar gelirli
ailesinin kaçınılmaz çilesi. Geçim derdi. Tükenmeyen
bir
okuma tutkusu. Sol kitapları bir biri ardı sıra yutarcasına hatmedişi.
Haksızlığın her türlüsüne karşı çıkışı. Kendisini yoksulların,
işçilerin, köylülerin sorunlarını bir çözüme kavuşturmaya adaması
kişiliğinin temel taşlarını oluşturur.
Yükseköğrenimini
hem okuyarak hem de çalışarak bitirebilmenin
çarelerini ararken çok hızlı steno ve daktilo yazması ona gazeteciliğin
yolunu açıyor. Derken, İzmir'de Ege Güneşi gazetesinde aylık 200 lira
ücretle işe başlıyor.
Babasının
aylığının iki mislinden fazla bir ücret alacak olmanın
sevinciyle doğru eve koşuyor bu müjdeyi vermek için. Bir bayram havası
esiyor evde. Helası, mutfağı müstakil bir eve kavuşabilmek demektir bu.
Gerisi çorap
söküğü gibi geliyor. Ortaokul, lise çağlarında fizik
bilgini olmanın hayalini kuran Özgüden için giderek çok seveceği
gazeteciliğin mihenk taşıdır artık. İzmir Sabah gazetesinden
Milliyet'e, oradan Akşam'a geçiş. Akşam'ın genel yayın yönetmenliği.
Akşam'ın onun sayesinde Türkiye'nin en çok okunan bir gazete haline
gelmesi.
İlkelerinden hiç
ödün vermemenin, çalıştığı her gazetede
çalışanların
hakkını savunmanın, askeri cuntalara karşı çıkmanın, tam bağımsız bir
Türkiye özleminin ve dört dörtlük bir dürüstlüğün simgesi olan Özgüden,
uzun yol arkadaşı İnci Özgüden'le birlikte Ant dergisinin ve
yayınlarının da yaratıcısı.
Hakkında açılan
onlarca davanın, ölüm tehditlerinin usandırıcı
baskısı,
polis baskınları ve daha bir sürü engeller yurtdışına çıkmak zorunda
bırakır bu çilekeş iki basın incisini.
Onu sevenlerin
de, sevmeyenlerin de, görüşlerine katılmayaların da
ibretle, dikkatle okuması gereken bunca önemli bir anı kitabı Vatansız
Gazeteci'nin ikinci cildinin yurtdışı serüvenine nasıl bir boyut
kattığını göreceğiz.
Vatansız Gazeteci/ Doğan
Özgüden/
Belge Yayınları/ 560 s.
Nisan 2011
Doğan
Özgüden’in ‘Vatansız’ Gazeteci Kitabı Üzerine
Sırrı Öztürk
Doğan Özgüden (D.Ö.) anılarını
‘Vatansız’ Gazeteci, Cilt: I, (Sürgün Öncesi) adıyla Belge Yayınları,
Aralık 2010 tarihinde yayımladı. Bize de göndermek inceliğini
gösterdiği kitabını ayrıntılı ve özenle okuduk. Kendisini ve
mücadelesini zaten yakından tanıyorduk.
D.Ö. 12 Mart 1971 askerî faşist darbe döneminde TC tarafından
vatandaşlıktan çıkarılan insanlarımızdan biridir. 38 yıllık sürgün
hayatını eşi İnci ile birlikte Belçika’da oluşturduğu ajans
aracılığıyla sürdürmektedir. Kızılbaş geleneğine göre söylenecekse;
“Kalemleri düzgün çizilmiş eşler” olarak düşünce-davranışlarına uygun
olan bir hayatı bilinçle seçmiş ve sürdüregelmiş nadir
insanlarımızdandırlar.
D.Ö.’i I. TİP’in örgütlendiği 1962 yıllarından beri tanımaktayız.
Anılarında gazeteciliğe nasıl başladığını, hangi ilkesel amaçlarla bu
mesleği sürdürdüğünü oldukça objektif biçimde anlatmıştır. İlerici,
demokrat, devrimci, sosyalist ve Marksist kadrolar da onları bazı
eleştirel katkılarıyla böyle tanımaktadır.
D.Ö. nasıl bir aileden geldiğini, düşünsel, ideolojik, politik,
örgütsel bilincini hazırlayan aile kökenlerini, onların serüvenlerini,
sosyal sınıf aidiyetlerini de oldukça doğru biçimde anlatmıştır.
Anılarını okudukça, “İşte D.Ö.’i hazırlayan süreç ve maddî zemin
budur.” ifadesini rahatlıkla kullanabilirsiniz.
1960-1971 dönemlerinde ilerici kimlik ve kişiliğinle Babı-ı Ali’de
gazetecilik, yazı işleri müdürlüğü ve yönetmenliği gibi bir görevi
yapmanın hangi manaya geldiğini herkes anlayamaz. Günümüzdeki
basın-yayın faaliyetleri genellikle tekelci sermayenin baskısı ve
sömürüsü altındadır. Bu türden bir tekelci kuşatılmışlık ortamında D.Ö.
cinsinden yüzde yüz bağımsız, yüzde yüz emekten ve emekçilerin
sosyal-evrensel kurtuluşundan yana bir gazeteci tipolojisine rastlamak
oldukça zordur. Hatta yoktur da diyebiliriz.
D.Ö. bağımsızlığına kıskançlıkla bağlı oluşu, kendi gündemini
oluşturmadaki özenli çabaları, o günkü bilinci ve gazeteci kimliği ile
“İlerici-devrimci harekete nasıl yararlı olabilirim” kaygısıyla hareket
ettiğini, ekmeğini kazanırken eğilip bükülmediğini, kalemini sermaye
sınıfına satmış ya da kiralamış olan gazeteciler elbette anlamazlar.
Anlayıp anlamayışları konusunun tartışılması bir yana, çoğunlukla
da anlamazlıktan gelirler.
D.Ö. anılarında; gazeteci patronların kimlik ve kişiliklerini, varsa
yeteneklerini, siyasal-ekonomik çıkar ilişkilerini, çeşitli
bağlantılarını ve hırslarını oldukça doğru tasvir etmiştir. Onların
portrelerini maharetle çizerken kendileriyle mesleği gereği bazı
ilişkileri ve diyalogları olan gazeteci, yazar, çizerlerden; Rıfat
Ilgaz, Çetin Altan, Yaşar-Tilda Kemal, Aziz Nesin, İhsan Ada,
İlhan-Turhan Selçuk, İlhami Soysal, Mahir Kaynak gibi kişiliklerin
Bab-ı Ali’deki tavırları, onların düşünce-davranışları, kişilik
zaafları, kırgınlıkları vb. hakkında da oldukça önemli ve yararlı
ipuçları verilmektedir.
D.Ö. anıları bu türden örnekleriyle de yakın tarihimizdeki basın-yayın
faaliyetlerinde kimi rol ve sorumluluklar alanların tüm konumlarını öne
çıkarıyor. Sergiliyor. Kitabının ayrıntılı okunmasını, üzerinde
yoğunlaşmayı, incelemeyi ve dönemin özelliklerini kavramayı,
ilerici-devrimci geçinenlerin kişisel ve düşünsel zaaflarını
öğrenmeyi sağlıyor.
D.Ö. kendi gazetecilik algısına göre ve çok zarif biçimlerde bu
kişilikleri okura tanıtıyor. Birilerini incitmemeye özel bir özen
gösteriyor. Bizler gibi birilerinin ilericilik, solculuk
iddialarını sorgulamayı, hesaplaşmayı, açığa vurmayı öne çıkarmıyor. D.
Ö. kitabı elbette bir kavga kitabı değil.
D.Ö. kendisinin de rol ve sorumluluk üstlendiği, 13 Şubat 1962
tarihinde kurulan I. TİP içindeki aydın kavgalarının, tartışmaların
odağına girmeyerek bağımsız bir duruş sergilemiştir. TİP içindeki
Aybar, Boran, Aren, Sargın hizipleşmelerinin yanında ya da karşısında
değil, TİP’i TİP yapma kaygılarıyla hareket etmiştir.
Yayımladığı ANT dergisinde de kendi meşrebine uygun bir tarz-ı siyaseti
izlemiştir. TİP’de asla bilimsel olmayan SD ve MDD tartışmalarında da
taraf olmamıştır. Öğrenci gençliğin başını çektiği ve kuruluş
sırasıyla; TİİKP, THKO, THKP-C, TKP/ML, DDKO türünden örgütlemeler
hakkında da gazeteciliğinde gözettiği “nesnel gerçekliği” yansıtma
ölçüsünü kullanmayı yeğlemiş / denemiştir.
Sınıf mücadelesinin belirleyiciliğinin farkında olarak işçi sınıfı
hareketinin yeni nitelikler kazanmasını arzulamıştır. İşçi sınıfının
sendikal birliğini gerçekleştirmeye aday DİSK’in sendika bürokratları
ile yakın ilişkilere girmiş, dönemin ses getiren grev, direniş,
yürüyüş, fabrika işgali gibi eylemleri gücünce desteklemiştir.
(Yazinin devami için: http://www.sanatcephesi.org/SC/277/dogan_ozguden’in_‘vatansiz’_gazeteci_kitabi_uzerine/
)
YERELCE
11
Ekim 2011
‘Avrupa
Acı Vatan, Kimine Hiç Gülmeyi…’
Nusret ÖZGÜL
Aranızda kaçınız ‘Türk Mahallesi’ diye adlandırılan Schaerbeek ’in
geçmişteki lâkabının « Eşekler Semti » olduğunu bilir ?
Şimdi öküz altında buzağı arayanlar çıkıp da hemen ‘bu herif lafı
Türklere ‘eşek’ demeye getiriyor’, kötü yürekliğine sapmasın !
Hâşâ…
70’li yıllarda bir gazete haberinden öğrenmiştim. « Eşekler Parkı »
veya Parc Josaphat gerçek ismiyle anılan yeşil alanda bir akşam
yükselen « anırtılar »dan rahatsız olan çevre sakinlerinin şikâyeti
üzerine « baskın » yapan polis, bir gurbetçiyi dünyanın en güzel gözlü
hayvanı diye adlandırılan bir merkeple « hasret » giderirken bulmuş !
Basın da dalgasını geçiyordu haber yaparak… Gurbetliğin, gurbetçiliğin
ne kadar zor olduğunu ne bilsin kaleme alan !
Gurbetin yarım asra vuran yakın tarihinin her sayfası ayrı bir öyküdür
aslında !
İşte bu zaman diliminin 40 yılını ana hatlarıyla anlatan, kimi vakit
tebessüm ettiren, bazen göz buğulandıran, « dostlar sofrası »nda
ihanetin ve güvensizliğin hangi noktaya kadar varabileceğini gösteren
ve de sıkça isyan ettiren bir kitap okudum. Benim de gurbetteki 40
yılım ile örtüştüğünden olmalı acı-tatlı anılar tazelendi, bildim
sandığım bilmediklerimi öğrendim. Çoğu izlenim ve bilgimi teyit ettirdi
bu kitap…
Meslekte sıkça yinelenen bir söz vardır ; ‘Gazeteci olunmaz, gazeteci
doğulur !’. Şahsen gazeteci « Doğan »lardan olma şansına erişemedim,
sonradan olmaya çalıştım, olabilme çabasını da hâlâ durdurmuş değilim.
Zira, sürekli değişim sürecine ayak uydurmak zorundadır bir ‘muhabir’ !
Kendimi hep bir muhabir olarak gördüm, taşıdığım ‘Profesyonel Gazeteci
Kartı’nda gazeteci yazsa da, muhabir kavramını yeğledim.
Kitabı yazan ise gazeteci « Doğan »lardan…
Bir başka söze göre de ‘Mücadele adamı, kadını olunmaz, doğulur !’.
Kitabın yazarı ve önsözü kaleme alan eşi, hayat arkadaşı, sırdaşı,
omuzdaşı, vurulmasın diye arkasında « kalkan » oluşturmak için yürüyen
de işte yine bu kategoride « Doğanlar »dan. Kimimiz bir başağrısını
bahane edip, işten kaytarma yollarını araştırırken, her türlü zor
sağlık ve yaşam koşullarında böylesine denli ve çok yönlü bir
mücadeleyi sürdürebilmek herkesin harcı olmasa gerek ! Mücadele adamı
veya kadını doğmamış ise…
Kitap, 1.Cildin devamı ! Türkiye yıllarından sonra, « Vatansız »
Gazeteci’nin sürgündeki günlerinin kronolojik bir tür muhasebesi. Tam
40 yıl ! Dile kolay. Şahsen o 40 yılın gerilimli, sinirli, yıpratıcı
ortamının yükü ve ağırlığı omuzlarımı çökertmiş kimi sağlık sorunlarımı
tetiklemiş ve « hapishane hücresi » büyüklüğündeki ev ofisimden
çalışmaya mecbur kılmışken beni ; gazeteci ve mücadele adamı, kadını «
Doğanlar » nazar değmesin yıllara gülüp geçerek yollarında sapma
yapmadan durmaksızın ilerliyorlar. Kolay iş olmasa gerek. Üstelik
aramızdaki yaş farkını da dikkate alırsak 13 yıl genç olmama
karşın
ben tökezlerken, onlar önlerindeki engelleri tekmeleyerek, umursamadan
ilerliyorlar.
Evet aslında kimimize göre bir « Yaşam Öykü »sü olsa da, hem Türkiye
insanlarının göç tarihine, hem de Türkiye Solu’nun sayısız zorluklarla
geçen, meşum olaylarla dolu o yarım asırdan fazla yakın tarihine ders
niteliğinde notlar düşen bir kitap. Öyle ki, 525 sayfalık 2.cilde
sığmadığından dolayı bilgisayar ortamında arşivlenen eklemelerin
yanısıra 40 yıllık « Avrupa Sürgünü »nün bütün arşivi Amsterdam’daki
Uluslar arası Sosyal Tarih Enstitüsü – IISG ’de araştırmacılara veya
ilgilenenlere açılacak !
Evet, Âşık Veysel’in ‘Uzun İnce Bir Yoldayım, Gidiyorum Gündüz Gece’
dizelerini benimsemiş 46 yıldır birlikte mücadele veren bir çiftin
öyküsü bu. Önyargılı, peşinhükümlü olsanız, fikir ve düşüncelerini
paylaşmasanız ve hatta « Vatan Hain »i sınıflandırmasına sokanlardan da
olsanız okumaya değer bir kitap ! Herkesin kendisinden bir şeyler
bulacağından eminim ! 1974 « Turist Affı »ndan yararlanmak için Kıbrıs
Müdahalesi/Barış Harekâtı’nı protesto etmek için « komünistler »ce
düzenlenen yürüyüşe katılıp Türkiye aleyhine slogan atan, pankart
taşıyan ama düzenleyenlerin ideolojisiyle yakından uzaktan ilişkisi
bulunmamasına karşın sırt oturma ve çalışma izni alacağı umuduyla
geçici olarak ruhunu « satan » ve de « Vatan Hainliği » yapan
gurbetçiler veya o neslin çocukları, çocuklarının çocukları,
torunları
da dahil olmak üzere ! Onlar bugün Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı
kimliğiyle « özgürce » dolaşırlarken ; kitabın yazarları o kuşağın
günümüzün gençlerine hedef gösterilmeye devam ediyorlar. Polis koruması
altında yaşamaya mecbur kılınıyorlar. Türkiye’ye sokulmuyorlar ! «
Dönekliğin » günümüzde moda/yaşam tarzı, kazanç kapısını açan anahtar
olduğu bir sırada onlar, inançlarından hiçbir taviz vermeksizin
yollarında sapma yapmaksızın yürüyorlar.
Kitabı okurken, gerilere gidip, günümüzde erişilen noktalarla kıyaslama
yaptığımda, İnci ve Doğan Özgüden çiftinin Türkiye Cumhuriyeti’nce «
kucaklanarak » ödüllendirilmesi gerektiğini düşündüm !
Neden mi ?
« Eşekler Diyarı »na pardon semtine Nasrettin Hoca ve eşeğini, Karagöz
ve Hacivat’ı ilk sokanlar onlar !
Çok kültürlü toplumun, kültürler arası diyalogun temelini Güneş
Atölyeleri ile Belçika’da ve hatta Avrupa’da ilk atanlar onlar !
Medeniyetler arası çatışmalara ilk direnenler onlar !
Önce ‘Yerel’ ardından ‘Ulusal’ seçimlerde Belçika Türk’üne seçme ve
seçilme hakkı verilmesi mücadelesini başlatanlar arasında yer alıp,
amansız bir mücadele sonucu günümüzde varılan olumlu noktaya harç
atanlar da onlar !
Türkiye’de gerçek bir demokratik ortam ve geniş özgürlükler tesis
edilmesi için mücadeleyi Avrupa’da tek başlarına başlatanlar da yine
onlar !
Türkiye’nin iktidar olmuş partilerinin milletvekilleri asker « vesayet
»ini, darbeleri Avrupa’nın demokratik, ekonomik, siyasî kurum ve
kuruluşlarında « savunurlarken », yanlış yolda olunduğunu belgeleriyle,
kitaplarıyla, bültenleriyle, basın bildirileriyle, söylemleriyle
göstermeye, kanıtlamaya çabalayanlar da onlar !
Kürt’ü « Kart-kurt » diye tanımlayanlar, kürt olmalarına karşın,
devletin çeşitli baskıları, yıldırma politikaları ve hatta tehditleri
yüzünden itiraf etmekten çekinenler mevcutken, daha Türkiye’nin
gündemine tam oturmamışken, Kürt Sorunu’nun çözümünün zorunlu olduğunu
savunanlar yine onlar !
Yoksa, İnci ve Doğan Özgüden aslında « AKP »li mi ? Öyle ya mevcut
iktidar bugün aynı söylemlerle yola çıkmadı mı, çözümler üretmeye
çalışmıyor mu ?! İlerlediği yol ile, Özgüdenlerin çizgisi koşutsallık
niteliği taşımıyor mu !
Yoksa, İnci ve Doğan Özgüden özellikle mi siyasî sürgünde yaşamaya
mahkûm kılınıyorlar ?! Çalışmalarıyla iktidardan daha fazla etkili
olduklarından dolayı !
Kaderin cilvesi olmalı ; bir şiirden dolayı hapse girip çıkan bir
siyasî bugün hükümetin başı ve « militarist düzen »e karşı mücadele
veriyor görünümünde, eskiyle hesaplaşıyor izlenimi yaratıyor ; İnci ve
Doğan Özgüden siyasal sürgünde ! Özgüdenlere âdeta « vur » emri
çıkartan, Türkiye Cumhuriyeti’nin Belçika Kraliyeti nezdindeki eski
büyükelçisi ise bugün, iktidarın başının dışişleri danışmanı,
Özgüdenleri « Türk »e karşı koruyan da Belçika !
Ruhi Su bir türküsünde ‘Avrupa Acı Vatan, Adama Hiç Gülmeyi…’ diyor.
‘Avrupa Acı Sürgün, Özgüdenlere Hiç Gülmeyi…’ diye mi çevirsek acaba !
©Nusret Özgül
Brüksel, 11 Ekim 2011
17 Kasım 2011
Doğan Özgüden'in "Acı Vatanı"
Orhan Suda
"Uzun ince bir yoldalar. Gidiyorlar gündüz gece" Dur durak
bilmeden. Kimseden, hiçbir baskıdan, zulümden, hapislikten çekinmeden.
Bütün zorluklara, iftiralara, yıldırmalara göğüs gererek…
Belçika
toprağına Birleşmiş Milletler’in tanıdığı siyasal
mülteci
olarak resmen ayak bastıkları 1974’den beri, yani tam 37 yıldır
bitmeyen bir çile: Almanya’dan sınır dışı edilmeler, Fransa’nın boyuna
vize engeli çıkartması, Belçika vatandaşı olmak için başvurularının
insanlık dışı gerekçelerle reddedilmesi, ve sonunda, Avrupa’nın onlara
"ACI VATAN" olması…
Onlarca cilte
sığmayacak, muhteşem, onurlu bir ömrün bu 2.
cildinde (*)
Doğan-İnci Özgüden’le birlikte yaşıyor gibiyim.
Önsöz bir
nefaset: saçları artık iyice ağarmış İNCİ’den.
Uğruna
baş koyduğu bir davası var, bir de can yoldaşı Doğan Özgüden:
"… Yüreğim
kabarık. Doğan her an bir saldırıya kurban
gidebilir. Aynı
korkuyu ülkemizde de yaşamıştım. Kazancı yokuşundaki evimizden ya da
Başmusahip sokaktaki Ant Bürosundan her çıkışımızda, garip bir
içgüdüyle, hep Doğan’ın arkasında yürümeye çalışırdım, arkadan
gelebilecek hain bir kurşundan koruyabilirim diye. Sanki bacak kadar
boyumla bu saldırıyı önleyebilirmişim gibi…
Yaşadığımız
tüm zorluklara, geçirdiğimiz ve hâlâ da geçirmekte
olduğumuz uykusuz gecelere rağmen mutluyuz ve umutluyuz…’’
Onları
dipdiri tutan bu umuda sayfaları her çevirişinizde tanık
oluyorsunuz. Sürgünün ilk yıllarında, kelimenin tam
anlamıyla, bir kaçgöç oyunu içinde buluyorlar kendilerini.
Yıllarca sürecektir bu kaçgöç. Yanısıra parasızlık. Ve bir banyo
yapabilmenin, kirlerinden arınmanın özlemi…
Doğan kendi
başından geçenleri, İnci ile birlikte
yaşadıklarını
anlatırken Avrupa’nın son kırk yıllık güncel tarihine de ışık tutuyor.
Başvurdukları bütün kapıların nasıl yüzlerine kapatıldığını,
Bruxelles’deki Türk elçiliğinin kendileri hakkında nasıl bir iğrenç
karalama yürüttüğünü belgeleriyle ortaya koyuyor.
Avrupa’nın
İlerici, demokrat, sosyalist dostlarından gördükleri
desteği, sürgündeki türk dostlarının: Ataol Behramoğlu’nun, Necmiye
Alpay’ın, eski TİP yöneticileri’nden Feridun Aksın çiftinin,
onların yanı sıra, Türkiye’deki vefalı dostlarının yardımlarını,
buna karşılık, "parti önderleri"nin, özellikle de Behice Boran’la
Nihat Sargın’nın uyguladıkları yüz kızartıcı bir "tavşana kaç tazıya
tut" politikasının ibret verici tablosunu çiziyor. Kendi evlerinde üç
ay misafir edip ağarladıkları Behice Boran’dan gördükleri vefasızlık
gerçekten yürek burkutucu.
Ama ne gam,
sabah gün doğarken kalkıp gece yarılarına kadar
büyük bir azimle çalışmaktan geri durmuyorlar. Akıl almaz bir çalışma
bu: Cunta rejiminin iç yüzünü gözler önüne seren İnfo-Türk’ün
kurulması. Fransızca, Türkçe, İngilizce, Hollandaca aylık yayının her
yana ulaştırılması. Ve de her milletten sayıları binleri bulan
göçmenleri eğiten, onlara Fransızca, Türkçe okuma yazma öğreten,
resim, dans, müzik alanında yetişmelerini sağlayan ve sonunda
Avrupa’nın en saygın eğtim merkezlerinden biri olarak ödüller alan
Güneş Atölyeleri’nin doğuşu. Burada saz ve Türkçe dersleri veren İnci
Özgüden’in olağanüstü başarılı çalışmaları.
Birbiri ardı
sıra nükseden hastalıkları
umursamaksızın, boş zamanlarını ellerindeki bütün müzik kayıtlarını
tarayıp klasik Batı müziği, ta Orta Asya’dan, Anadolu’ya,
Balkanlar’a uzanan ne kadar müzik türü varsa bunları plaklara
kasetlere aktararak son derece önemli bir müzik arşivi oluşturmaları.
Bütün bunları kotarmak, kısır siyasal çekişmelerde nefes tüketmeden,
gerçek dostuklara daha fazla zaman ayırabilmeyi de sağlayacaktı.
"... En
azından, dostlarımızın 'bunları ne
zamana kadar kullanabiliriz, ne zaman sıkılmış bir limon gibi
atabiliriz' türünden art hesaplar kurmadan bizimle beraber
olduklarından emindik. Böylece sağlıklı bir ortamda yıllardır
sürdürdüğümüz mücadeleye artık yeni bir ivme kazandırabilecektik"
diyor 362. sayfada.
"VATANSIZ
GAZETECİ" hem ülkemizin kırk
yıllık siyasal, sosyal olaylarını geniş ve eleştirel bir
bakış açısından gözler önüne seren, hem de "ACI VATAN" Avrupa’da
yaşananlara bire bir tanıklık eden paha biçilmez bir anı kitabı. İlk
yazımda da belirttiğim gibi, Doğan Özgüden’i sevmeyenlerin, onun
görüşlerine katılmayanların da dikkatle okumaları gereken vazgeçilmez
bir başvuru kaynağı.
Okumaya
başlamaya görün, sayfaları
devirdikçe insanca yaşamanın, bencil hesapların buzlu sularında
debelenmeye sırt çevirmenin, ülkesini sevmenin, doğru bildiğini
savunmanın, bu uğurda bütün belalara gögüs germenin mücadelesini
veren bu iki insanı: Doğan Özgüden’le İnci (Tuğsavul) Özgüden’i dostça
kucaklamak isteyeceksiniz.
Bu
yazıya son vermeden önce Doğan Özgüden’in
45. sayfada dile getirdiklerini birlikte tekrar tekrar okuyalım:
"... Sabahın
saat 11’i... Pencereden
bakıyorum. Sisler arasından kilise kuleleri yükseliyor. Demiryolunun
kenarında Yahudi Sinagogu. Metro çıkışında Laikler Lokali... Ve
Scherbeek’in, Saint-Josse’nin ana caddelerinde, ara sokaklarında
camiler, mesçitler... Hepsinde de, ister Arapça, ister
Türkçe olsun, tartışılmaz Tanrı
buyrukları...
Yıllardır
ırkçılığa, yabancı düşmanlığına karşı birlikte
mücadele
verdiğimiz Belçikalı, Ispanyol, İtalyan, Yunan, Asuri, Ermeni
arkadaşlarımızın dost gülümseyişlerini hatırlıyorum.
Dün
akşam ‘gavur sofrası’nda beraber olduğum güzel
insanları
düşünüyorum. Gözlerim buğulanıyor, içim burkuluyor... 2000. yılınız
kutlu olsun diyorum. Kutlu olsun 3000. yılınız, 5000. yılınız,
7000. yılınız.
Yaratıcı
insanoğlu 2 milyonuncu yılın kutlu olsun!"
* Vatansız Gazeteci, 2. Cilt,
Avrupa Baskısı
Aralık 2011
Doğan
Özgüden’in anılarının ikinci cildi de
yayınlandı
Koray Düzgören
40 yıldır
Avrupa’da siyasal sürgün olarak yaşayan ve 75
yıllık
yaşantısının 60 yılını, kendi ifadesi ile “gazetecilik ve sosyal,
siyasal kavgalarla içiçe” geçirdiğini söyleyen Doğan Özgüden’in
anılarının ikinci cildi de Kasım ayının başında yayınlandı.
‘Sürgün
öncesi’ başlığını taşıyan anıların birinci cildi,
1936 yılında
12 Şubat günü Kalecik’in Irmak istasyonunda doğuşu ile başlıyor. Babası
bir demiryolu emekçisi olduğu için çocukluğu Anadolu’nun ücra
köylerinde, köy bile olmayan istasyonlarda geçiyor.
1938-1971
arası zorlu, çalkantılı, acılı Türkiye yılları.
Çok zor
koşullarda geçen çocukluk ve gençlik yıllarından sonra
genç
yaşta biraz da şartların zorlaması ve tesadüfler sayesinde gazeteciliğe
adım atması ve hızla ülkenin önemli bir gazetecilerinden biri olması,
olurken de emekten ve özgürlüklerden yana tavır koyup kendisini bu
mücadelenin içinde bulması, hep bu yıllar içinde gerçekleşiyor.
Daha sonra
Türkiye basın tarihinde hep sol, emekten yana
günlük kitle
gazetesine örnek gösterilen ve belki de türünde hala tek örnek olmayı
sürdüren Akşam’ın genel yayın yönetmenliği. Akşam’dan ayrılmak zorunda
bırakıldıktan sonra İnci Tuğsavulla birlikte, yine türünde belki de tek
örnek olan “sosyalist mücadele” dergisi Ant’in yayıncılığı, hep bu
yıllar içinde gerçekleşiyor.
1960 darbesi
ve 12 Mart darbesine giden çalkantılı yıllardaki
koyu
bunalım ve baskı döneminin saldırıları sonucu 11 Mayıs 1971’de
Türkiye’den ayrılmak zorunda kalış ve aynı tarihte başlayan sürgün
yılları.
‘Sürgün
yılları 1971-2011’ başlığını taşıyan ikinci cilt işte
bu tarihten günümüze kadar geliyor.
40 yıldır
süren bu süreçte Doğan Özgüden ve onun hem dava hem
de hayat
arkadaşı İnci Tuğsavul yine beraberce ülkelerindeki faşist, militarist
rejime, insan hakları ihlallerine karşı mücadelelerini yaşadıkları
ülkelerdeki ayrımcılığa ve ırkçı yaklaşımlara karşı da çıkarak hız
kesmeden sürdürüyorlar.
İkinci ciltte
hem bu mücadeleleri hem de bu mücadele içinde
zaman zaman
yer alan ama zaman zaman da çeşitli gerekçelerle bu süreçlere
ters
düşerek savrulan birçok ünlü politikacıyı, sanatçıyı, gazeteci ve
yazarı da Doğan Özgüden’in kaleminden bilinmeyen yanları ile tanımak
fırsatı buluyoruz.
Ama bana
kalırsa Özgüden bu ünlülerle ilgili herşeyi yazmamış.
Bu yazılmayan ayrıntıları başka bir kitapta okumayı çok isterim.
Avrupa’daki
Türkiyeli sürgünlerin, sürgün gazetecilerin
ağebeyi,
büyüğü, duayeni olan Doğan Özgüden ikinci cildin arka kapağındaki
tanıtım yazısında şunları söylüyor:
“Bu ikinci
cildi yazarken Avrupa'daki en yaşlı siyasal
sürgünümüz
sevgili Fahrettin Petek 2011 yılı başında Paris'te, komünarların
yattığı Père Lachaise Mezarlığı'nda son yolculuğuna uğurlandı. 12 Eylül
sonrası sürgünleri Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya gibi…Onları ve onlar gibi
siyasal sürgündeyken de savaşan ve arkalarında eserler bırakan tüm
siyasal sürgünleri düşünüyorum.
Dahası,
Osmanlı'nin ve Türk Devleti'nin yerinden yurdundan
ettiği
çeşitli kökenlerden ve inançlardan yüzbinleri…Sürgün yaşamımızda hep
beraber olduğumuz, acıları ve sevinçleri birlikte paylaştığımız Kürt,
Ermeni, Asuri-Keldani, Grek dostlarımızı...
Ve en üretken
yaşlarında Avrupa sermayesine satılarak yurdundan
kopartılan Türk işçileri, Türk köylüleri.Onların acı vatan Avrupa'da
doğmuş, büyümüş çocukları, torunları.
Afganistanlı,
Arnavut, Angolalı, Azeri, Berber, Bolivyalı,
Bosnalı,
Brezilyalı, Bulgar, Burundili, Cezayirli, Faslı, Ganalı, Gineli,
Hırvat, İranlı, Kamboçyalı, Kolombiyalı, Kongolu, Meksikalı, Nepalli,
Pakistanlı, Perulu, Ruandalı, Rus, Sırp, Somalilı, Sudanlı, Suriyeli,
Tibetli, Tunuslu, Uruguaylı kardeşlerim.
Sizler,
Nazım'in büyük insanlığının çocukları…
40 yıllık
sürgün tek başına zor, acılı.
Ama sürgün
sizlerle güzel, sizlerle umut dolu…”
Gerçekten de
öyle Doğan abi. Sürgün bizim için de biraz senin
sayende
güzel, umut dolu. Senin çalışma tempona, azmine ve sağlam duruşuna
bakıp hayıflansak da yine de sana yetişmeye gayret ediyoruz.
12 Aralik 2011
‘Vatansız
Gazeteci’ ve ‘Tanıklıklar’
Bülent Habora
Yaşamımın
büyük bir bölümü Cağaloğlu’nda geçti, onun bir bölümü
de Başmusahip Sokak’ta, Tan Apartmanı’nda.
Tan’dayken birçok dostum, arkadaşım oldu, hem han sakinlerinden, hem de
dışarıdan gelenlerden.
Handa
matbaalardan yayınevlerine kadar birçok işyeri yer
almaktaydı.
Bunlardan biri de Ant Dergisi ve Yayınlarıydı. İnci ve Doğan Özgüden,
zamanla bazıları değişen arkadaşlarıyla birlikte dergicilikle
yayıncılığı birlikte yürütüyorlardı. Kadrolarında yakın arkadaşlarım,
dostlarım, hatta bir akrabam bile vardı. Ama aralarında Osman’ın ayrı
bir yeri vardı.
O günler çok
karışıktı. Hele 12 Mart despotları ülkenin
yönetimine el
koyduktan sonrası… Yayınevlerinin kişilikleri açısından sürekli
polislerin, askerlerin gözetimi altındaydı Tan Apartmanı. Öylesine ki,
her yeri kontrol etmenin dışında, bodrumda bulunan binanın ana çöp
tenekesini bile araştırırlardı, sanırım bir açık yakalamak için… Bir
gün iş üstünde yakaladım polisleri. Bodrumdaki tuvaletin hemen
yanındaki çöp tenekesini boşaltmışlar, didik didik arıyorlardı.
Polislerden biri, “Ant’çıların attıkları çöplerden, kağıtlardan çok şey
çıkıyor, ama Habora’dan birşey yok,” dedi. Güldüm, “Ben Doğan Ağabey
gibi çöpe atmıyorum, büroda yakıyorum,” dedim. Sonra ekledim: “Hatta
yaktıklarımı da eziyor, toz haline getiriyorum. Çünkü yıllarca önce
sizin Kumkapı’daki Kriminalistik bölümünüzde yaptığım bir röportaj
sayesinde öğrenmiştim, yanan kağıtlardaki yazıları bile okuyan
aygıtlarınız vardı…” Neyse…
12 Martçılar
baskılarını iyice arttırmışlardı. Özellikle Ant
üzerinde. Çünkü çok korkuyorlardı, onlardan.
Bir süre
sonra İnci ve Doğan Özgüden Türkiye’yi terk etmek
zorunda
kaldılar. Taaa Gece Postası günlerinden tanıdığım Doğan Özgüden artık
Türkiye dışındaydı. Üstüne üstlük bir de “Vatansız” yapmıştı T.C.
kendisini…
İşte
“Vatansız Gazeteci” (Belge Yayınları, İstanbul, 2010)
başlıklı
kitabı sürgün öncesi yıllarını anlatıyor. Özenle okudum kitabı. Sevgili
Orhan Suda Ağabeyim söylediklerinde haklıydı: “Okumaya başlamaya görün,
sayfaları devirdikçe insanca yaşamanın, bencil hesapların buzlu
sularında debelenmeye sırt çevirmenin, ülkesini sevmenin, doğru
bildiğini savunmanın, bu uğurda bütün belalara göğüs germenin
mücadelesini veren bu iki insanı: Doğan Özgüden’le İnci (Tuğsavul)
Özgüden’i dostça kucaklamak isteyeceksiniz.” (Cumhuriyet Kitap eki,
17.11.2011)
24 Aralik 2011
Hediye Kitap
M. Sehmus Güzel
Yeni yıl
yaklaşıyor. Herkes, veya herkese yakın herkes, köşe
bucak, dükkan, pazar, süpermarket, alçak-market, hediye arıyor. Elbette
hediye vermek alışkanlıkları ve böyle sevimli bir işi yapacak
olanakları olanlar. Ama gelin açık konuşalım, bugün hediye sunmak,
sevdiğimiz birini memnun etmek, gönül almak için bütçemizi yerle yeksan
etmemiz de şart değil. Kimse de bizden veya sizden böyle bir şey
istemiyor. İşte bir kutu kibrit veya iki yüz gram leblebi, üç portakal
veya beş muz. Bir ekmek ve bir kitap öncelikle ama. Evet bir ekmek ve
bir kitap mutlaka. Evet evet kitap hediyelerin en iyisi olabilir.
Kitaplar çünkü her bütçeye uygun fiyatlarıyla herkese ve her keseye
fazla yük olmadan hediye verilecekleri memnun etmeye aday en cici
şeylerdir. Kalıcı olmaları da çabası.
Noel
kutlayanlar için ise 24 Aralık son gün : Çocuklara,
sizinkilere ve akrabalarınkilerine, hediye almak için son saatlerdeyiz.
Hatta kimi açıdan uzatmaları oynuyoruz. Yılmaz Güney’in başka bir
konuda söylediği gibi « tedbiri elden bırakmayanlar » için değil, ama
yumurtanın kapıya gelmesini bekleyenler için evet uzatmaları oynuyoruz.
Noel için bir
parça geç bile olsa yeni yıl için hiç geç değil.
Ve o nedenle herkesin kesesine de yük olmayacak cinsten birkaç hediye
önermek istiyorum. Elbette kitaplardan seçtim hediye önerilerimi.
Bilinen, ustalarımızın, en iyi ve en büyük yazarlarımızın kitaplarını,
yeni yayınlanan kitaplarını önermeyeceğim. Onların buna gereksinimleri
olduğunu da sanmıyorum. Dahası tereciye tere satılmaz. Ama şimdiye
kadar kendi köşemizde, insanokur.org sitesinde, arada bir tavsiye
ettiğim birkaç kitaba birkaçını daha eklemek istiyorum. Genç, yetenekli
ve önümüzdeki dönemde mutlaka yazıma devam edecek yazarların, kadın ve
erkek kalem ustalarının eserlerine öncelik vererek, işte bir demet
sunuyorum :
Doğan Özgüden
: ‘Vatansız’ Gazeteci, 2 Cilt, Belge Yayınları,
İstanbul, 2010 ve 2011. Değerli yazar, gazeteci, gazetecilikte epey yol
ve yöntem yaratmış, görmüş ve geçirmiş, en demokrat, en yurtsever kalem
ustalarımızdan Doğan Özgüden aynı zamanda şanslı bir insan: Sadece bir
örnek vereceğim : 27 Mayıs 1960 askeri darbesi yapıldığında cuntanın
başına getirilmek istenen ve bunu kabul eden Cemal Gürsel ile Ankara’ya
hareket ederken İzmir Havalanında görüşmesi ve el sıkışması.
Fotoğrayıfla ispatlı. Bu bir örnek. Demiryolu emekçisi bir babanın oğlu
yazdıklarıyla yakın siyasi tarihimize, bilinmeyen yönleriyle ve birçok
açıdan, ışık tutuyor. Paris ve Brüksel günlerinde mücadeleyi birlikte
yürüttüğü dostlarından da söz ederek. Okunmasa olmaz.
3
Şubat 2012
Gazeteci
Doğan Özgüden’in kırk yıllık sürgün hayatı
Korkut AKIN
Birileri hep benim dediğim, sadece benim istediğim olsun diye
zorladıklarında olmuyor. Bu ister devlet olsun, ister kurum isterse
kişi (bizim ülkemizde en çok anne-baba), olmuyor. Mutlaka ve muhakkak
bir yerlerden birileri itiraz ediyor, karşı çıkıyor, tekere bir çomak
sokuyor.
Doğan Özgüden, o itirazcılardan, karşı çıkanlardan, tekere çomak
sokanlardan biri… O bir gazeteci ve sürgünde yaşadıklarını –ki bu,
bütünüyle hepimizin yaşadıklarıdır, bir ülkenin bir dönem
yaşadıklarıdır- iki ciltte anlatıyor: “‘Vatansız’ Gazeteci”.
Sözlü tarih çalışmaları yapılıyor harıl harıl. Birçok insan
yaşadıklarını tek başına anlatamadığı, anlatmak istemediği veya -bir
anlamda da olsa- anlatılanlara inanmadıklarını göstermek için kendi
yaşadıklarını aktarıyor. Onlar bütünleşip bir dönemin, bir oluşumun,
bir topluluğun gayriresmi ama dosdoğru, apaçık, özgün tarihi oluyor.
Özellikle 12 Eylül’ün bir silindir gibi ezdiği toplumsal muhalefet
sonrası ve darbenin sadece insan haklarına değil anayasaya da karşı
olduğunun iktidarlar ve siyasetçiler aracılığıyla dillendirilmesinden
sonra sözlü tarih çalışmaları alabildiğine hızlandı. Çünkü artık kimse
resmi tarihe güvenmiyor, güvenemiyor. Örneklememe gerek yok, hepsi
birer birer canlandı gözünüzde.
Doğan Özgüden muhalif bir gazeteci ve yayıncıdır. Gazetesinde ve
yayınevinde yayımladığı kitaplarla toplumsal muhalefetin yükselmesi
için çalışmaktadır. Anılarını topladığı ilk ciltte 12 Mart’a kadar
yaşanmışlıkları anlatıyor. Bu, benim sizlere önerdiğim ikinci cilt
1971-2011 gibi Türkiye ve Dünya için alabildiğine çalkantılı ve bir o
kadar da sorunlu dönemi ele alıyor. Türkiye, 12 Mart’la başlayan
süreçte 12 Eylül gibi gerçekten çok önemli, devleti tümüyle değiştiren,
binlerce insanın gözaltına alındığı toplama kampına dönüştüren, yüz
binlerce insanı fişleyen bir darbe geçirdi. Yetmiyormuş gibi moderni,
postmoderni, sanalı, yarım kalanı gibi bir sürü de açık-kapalı darbe
yaşadı. Bir de bunların yurtdışına yansımaları oldu… Dünya’da da o
kadar çok şey değişti ki bu süreçte… Şili’de de darbe oldu, ama
darbeciler yargılandı. Yunanistan’da ‘Albaylar Cuntası’ geldi
yargılandı. Sosyalist rejim –ki Doğan Özgüden tüm çıplaklığıyla
anlatıyor; bir başka deyişle üzerlerindeki yaldızlı boyayı söküyor-
çöktü. Avrupa Birliği oluşturuldu.
Anlatılan senin de hikayendir…
Eşi (İnci Tuğsavul Özgüden) de gazeteci olan Doğan Özgüden, bin bir
güçlükle ve yasadışı yollarla yurtdışına çıkar. 12 Mart cuntacılarına
karşı mücadelelerini bir an önce yurda dönüp sürdürme hedefleri olduğu
için iltica başvurusunda bile bulunmazlar. Hemen çalışmaya başlayıp
Türkiye’de yaşananları duyurarak, büyük bir muhalefet oluşturarak
gidişatı ve özellikle yargılı veya yargısız infazları durdurmak
isterler. Üyesi bulundukları parti, bir arada oldukları arkadaşları
destek olmak yerine köstek olurlar. Siyasetin ayak oyunlarını
okuduğunuzda, ‘olmaz bu kadarı da’ diye iç çekeceksiniz, tıpkı benim
gibi. Bir amaç, bir hedef doğrultusunda bir araya gelemeyen insanların
nasıl olacak da yönetimi üstlenebileceğini ve bunu gerçekten
demokratik, özgür ve özgün bir şekilde yapacaklarını düşüneceksiniz.
Yine de umudu üzmeyip, o ‘güneşli günler’e el ele, omuz omuza
yürüyeceksiniz. Çünkü İnci ve Doğan Özgüden, Belçika’da “Güneş
Atölyeleri” kurmuşlar ve sadece Türklere değil Kürtlere, Süryanilere,
Asurilere ve Afrika’dan gelen onlarca sığınmacıya da hem uyum hem de
kendi değerlerini yitirmeme kursları düzenlemişler.
Pişmiş tavuğun başına bile…
12 Eylül’le birlikte birçok insan özellikle Almanya’ya (‘ikinci vatan’
ne de olsa) iltica etti. Kimi hemen kolları sıvayıp yeniden mücadelenin
içine girerken kimi benimsediği değerlerin tam tersini yaparak kendi
çıkarlarını öne çıkardı. Kimi uyum sağladı toplumsal yaşayışa, kimi
iyice kapandı içine. Kimi sıyrıldı, kimi battı iyice. Diğer ülkelere
gidenlerin de sonu pek farklı olmadı.
Aralarında parti liderleri, önemli siyasetçiler de vardı. Onlar
arasında da ‘ben daha iyiyim’, ‘sadece ve sadece benim dediğim olacak’
yaşandı ki büyük bir çabayla oluşturulan -ve hala da canla başla
sürdürülen- yapılanmalar sekteye uğradı. Onlardan birini –ve belki de
en önemlisini, “Demokrasi İçin Birlik”i kurup nasıl canla başla
mücadele ettiklerini anlatıyor Özgüden.
Demokrat ve özgür perspektif
Doğan Özgüden’in kendi yaşadıklarından, kendi siyasi partisi üzerinden
aktardıkları, bir bütün toplumsal yaşamın kesitidir. Önemlidir. Resmi
tarihi ezip geçmektedir. Doğrudur. Bu yaklaşımla geleceğe değgin önemli
ipuçları taşımaktadır. Işık tutmaktadır.
Türkiye için çok önemli, biz yaşayanlar için de geleceğe ışık tutacak
bir dönemin anlatıldığı “‘Vatansız’ Gazeteci” ile birlikte
hazırlanmakta olan sözlü tarih belgeselleri demokrat ve özgür bir
Türkiye perspektifi çizecektir.
İnsani değerler…
Gülten Akın’ın, tam da duruma uygun dizeleri çok daha denk düşecektir
“‘Vatansız’ Gazeteci”yi anlatmaya…
“Git
oldu can, sürgün geldi dayandı
Diktiğin fidanlar sen olmayanda
Yel vura ırgalana, gün vura
duldalana büyüyecek
Yasa şu ki ekinler yürüyecek
Bebek dillenecek, güçsüz
hallanacak
Sis kalkacak İsfendiyar başından
Selam olsun bizden önce geçene
Selam olsun dosta, hasa, çile
çekene
Selam olsun dayanana, düşene
Yüreğim yürektir, bakma gözüm
yaşına”
Durumdan vazife çıkararak, “‘Vatansız’ Gazeteci”yi yayımlayan Belge
Yayınları’nın sahibi, Ragıp Zarakolu’na özgürlük dileğimizi tekrar
edelim. Kitaplar engellendikçe, gazeteciler tutuklandıkça sorunlar hiç
bitmeyecektir.
Kitapta kendine yer bulamayan birçok anı/belge ve yorum
http://www.info-turk.be/vatansiz-belgeler.htm
adresinde sizleri
bekliyor.
10
Şubat 2012
Özgüden'in
anıları, bir başucu kitabı
Emin KARACA
Yol TV'de her
hafta "Unutmadan" adı altında tanınmış yazarlarla
röportajlar yapan araştırmacı-yazar Emin Karaca, sürgündeki yazarlardan
Doğan Akhanlı'yı konu aldığı programının bir bölümünde de Doğan
Özgüden'in anılarının birinci ve ikinci ciltlerini tanıttı. Röportajın
ses kaydına aşağıdaki fotoğrafı tıklayarak ulaşılabilir:
Röportajın ikinci bölümüne ise bu satır
üzerinde tıklayarak ulaşılabilir.
11
Şubat 2012
Işığın
bekçisi; "Vatansız Gazeteci"
Doğan
Özgüden’in sürgünde yazdığı, İmge Yayınları’ndan çıkan,
belge, anı ve tespitlere dayalı “Vatansız Gazeteci” sadece bir döneme
ışık tutmuyor, düzgün devrimci duruş ve mücadele her şart altında nasıl
verilir gösteriyor.
Cumhuriyet Haber Portalı
İstanbul- Akıcı, temiz, özlemle bezeli bir Türkçe ile yazılan,
"haberci" titizliği ve donanımıyla kurgulanan Vatansız Gazeteci daha
çıkmadan gündeme damgasını vurdu, çıktığı anda da kapışıldı.
Doğan Özgüden’in eşi, yoldaşı İnci Özgüden ile birlikte, 11 Mayıs
1971’de Münih havaalanına gelişle başlayan sürgün hayatı Türkiye’den
gelen her tutuklama, her işkence ve her idam kararı ile “kan ağlayarak”
sürdü ve sürüyor. En son Ragıp Zarakolu için...
Özgüdenlerin başka kan ağladıklarını söyleyenlerden büyük bir farkı
var; her yerde, her şekilde zulme karşı dimdik, aralıksız, düzgün
mücadele.
Doğan Özgüden ve Ant
3 Ocak 1967 günü, Doğan Özgüden, 70’li yılların sol yayın hayatında
önemli yer tutacak olan bir yayın organını, Ant’ı çıkardı. Derginin
kadrosunda; Aziz Nesin, Abidin Dino, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, İdris
Küçükömer, Çetin Altan, Memet Fuat gibi yazarlar yer alıyordu. Derginin
çıkış amacını ve dünyaya bakışını ilk sayıda yer alan ‘Niçin Ant?’
başlıklı yazısında şöyle açıklamaktaydı: “…Sosyalizm bugün böyle bir
dönemdedir ki, emperyalizm tarafından desteklenen komprador kapitalizmi
ve toprak ağalığı ittifakına karşı gün gün, yer yer yaşama savaşı
verecektir… Bu sosyalist mücadelenin ön safında işçi sınıfı vardır,
köylü vardır, toplumcu aydınlar vardır, gençlik vardır, dar gelirliler
vardır, tek kelimeyle Türk halkı vardır…Türkiye’de sosyalist hareket
işte bu çilekeş Türk halkının ileri hareketidir… ANT; sermayenin
bilinçli müdahalesiyle, ilan pazarlıklarıyla, kredi hesaplarıyla bu
harekete karşı çıkan, hiç değilse onu yozlaştırmak için ikili oynayan
Bab-ı Ali basınında yer verilmeyen gerçeklerin dile getirildiği,
zincirlenen kalemlerin özgürce konuştuğu bir forumdur… O, sömürücülüğe
karşı ant’tır/ O, sosyal adalet için ant’tır/ O, emperyalizme karşı
ant’tır/ O, bağımsızlık için ant’tır.”
12 Mart askeri Cuntasının ilk uygulamaları içinde, sol/sosyalist yayın
organlarının kapatılması vardı. Ant, İstanbul Sıkıyönetim
Komutanlığınca TCK’nın 142, 311, 312, 156 ve 159. maddelerini ihlalden
“süresiz” olarak kapatıldı. 1971 Nisan ayında Doğan Özgüden için toplam
195 yıl, eşi İnci Özgüden için ise 140 yıl hapis istenmekteydi.
Bu koşullarda, Özgüdenler Nazım gibi, Pertev hoca gibi, “sevgili
ülkeleri”nden kopmadan sürgüne çıktılar. Bu sürgünün verimli meyvaları
kitap ve makale olarak dünyaya yayılıyor.
12 Şubat 2012
Doğan
Özgüden 77 yaşında!
Hüseyin Aykol
Duayen
ve vatansız gazeteci ağabeyimiz Doğan Özgüden, bugün 77 yaşına bastı.
Ne mutlu bize ve hayat-mücadele arkadaşı İnci Tuğsavul-Özgüden
ablamıza...
Bazı insanlar bunalınca, biraz rahatlamak ve mutlu olmak için
alışverişe çıkarlarmış. Ben de öyle yapıyorum bazen. Gidip, alışveriş
listemdeki kitaplardan birini ya da iyi bir film alıyorum; evde okumak
ya da seyretmek için, eşimle birlikte...
Geçen hafta sonu, biraz gecikerek aldığım ve hafta sonunda soluk soluğa
okuyup bitirdiğim kitap, Doğan Özgüden'in "Vatansız Gazeteci" kitabının
ikinci cildiydi. Ne yalan söyleyeyim; ilk cildi kadar heyecanlı
olacağını sanmıyordum. Özgüden, ilk ciltte ülkemizde iken yaşadıklarını
anlatmıştı. Nitekim kitapta anlatılanlar, en değme macera romanından
bile daha sürükleyiciydi.
İkinci cilt de ilginç
İyi ama yurtdışında, sürgünde neler yaşanmış olabilirdi ki, vatan
hasretinden, birkaç broşür çıkarmaktan başka. Ancak yanılmışım.
"Vatansız Gazeteci"nin ikinci cildini de büyük bir macera kitabı gibi
elimden bırakamadan okuyup bitirdim. Okuduğum kitapları evimde tutma
adetim pek yoktur ama Vatansız Gazeteci ciltlerinin kütüphanemden kolay
kolay çıkacağını sanmıyorum.
Vatan Gazeteci ciltleri hakkında hiçbir şey yazmayacağım. Çünkü
birinden özet falan duymayın ve edinebildiğiniz en kısa zamanda edinip
okuyun. Vatansız Gazeteci, Belge Yayınları tarafından yayınlandı. Bu
vesile ile Ragıp Zarakolu'na bir selam gönderelim ve bilmeyenler için
Doğan Özgüden'i biraz tanıtalım:
Doğuştan gazeteci
Doğan Özgüden bir demiryolu emekçisinin oğlu olarak 1936 yılında
Kalecik'te doğdu. İlk ve orta öğrenimini Türkiye'nin çeşitli köy ve
şehirlerinde yaptı. Yüksek iktisat öğrenimi yaparken 1952 yılında
gazeteciliğe "Ege Güneşi" gazetesinde başladı. Öncü ve Milliyet
gazetelerinde temsilcilik, Sabah Postası ve Gece Postası gazetelerinde
yazı işleri müdürlüğü görevlerinde bulunduktan sonra dönemin en büyük
sol günlük gazetesi olan Akşam'da 1964-1966 yıllarında genel yayın
müdürlüğü yaptı.
Özgüden, 1962'den sonra Türkiye İşçi Partisi saflarında mücadele verdi
ve 1964 yılında bu partinin Merkez Yürütme Kurulu'na seçildi. Bu
dönemde, Doğan Özgüden, İnci Tuğsavul ile evlendi. Özgüden'ler,
1967'den sonra sosyalist haftalık dergi Ant'ı ve Ant Yayınları'nı
kurarak 1971'de sıkıyönetim tarafından kapatılıncaya kadar yönettiler.
Haklarında 50'den fazla dava açıldı. 1971 darbesinden sonra Türkiye'den
ayrıldılar.
Mücadele insanı
Avrupa'da diğer muhalif sürgünlerle birlikte Demokratik Direniş
Hareketi'ni kurarak Cunta rejimine karşı kampanya yürüttüler. 1974'ten
beri Brüksel'de çesitli dillerde Türkiye üzerine yayın yapan Info-Türk
Ajansı ve çok uluslu göçmen eğitim merkezi Güneş Atölyeleri'ni
yönetiyorlar. 1980 darbesinden sonra Özgüden ve Tuğsavul, askeri
cuntaya karşı ülke dışında mücadele yürütmek üzere Avrupa'da kurulan
Demokrasi İçin Birlik'in genel başkanlığı ve yayın yönetmenliği
görevlerini üstlendiler.
Askeri Faşist Cunta'ya karşı yürüttükleri muhalefetten dolayı 200'e
yakın rejim karşıtıyla birlikte 1982 yılında Türk vatandaşlığından
çıkartıldılar. Bu karar on yıl sonra iptal edildiyse de, Dışişleri
Bakanlığı kendilerine, Türkiye'ye döndükleri takdirde daha önce AİHM'e
bildirilen ağır suçlamalardan dolayı tutuklanmayacakları ve
yargılanmayacakları konusunda herhangi bir yazılı güvence vermeyi
reddetti.
Vatansız gazeteci
Aksine, 1971 darbesi'nden otuz yıl sonra, cuntacı generalleri eleştiren
bir yazısından dolayı Doğan Özgüden hakkında yeni bir dava açıldı ve
mahkeme kendisinin Türkiye'ye girer girmez tutuklanması için sınır
kapılarına bildirimde bulundu. Daha sonra TCK'nin 301. Maddesi'ne göre
sürdürülen dava, Özgüden'in Türkiye'ye girişinde tutuklanarak mahkemeye
sevk edilmesine kadar askıya alındı.
EVRENSEL
KÜLTÜR
Şubat 2012
Bir
sosyalist sürgünün anıları
Serpil Güvenç
*******
18/2/2012
GERÇEĞİN GÖZÜYLE
Sürgün
yılları
TURGAY
OLCAYTO
Gazeteci
Doğan Özgüden’in “Vatansız Gazeteci” kitabının ikinci
cildi de “Sürgün Yılları” alt başlığı ile Belge yayınları arasında
çıktı. Kitapta yazarın,1971 ile 2011 yılları arasındaki döneme ilişkin
anı, gözlem ve toplumsal eleştirileri ön plana çıkıyor. Hemen
söylemeliyim ki Ant yayınlarının kurucusu Gazeteci Doğan Özgüden’le
yine gazeteci eşi İnci Özgüden’in sürgündeki yaşamlarının, ayakta kalma
uğraşlarının incelikli, dürüst ve yalın dille anlatıldığı bu çalışma da
ilki gibi yakın cumhuriyet tarihi için genç kuşaklara bir not düşme
görevini hakkıyla yerine getiriyor. Doğan’ın özellikle 12 Mart dönemine
değgin anlattıkları, o dönemi yaşamış, sıkıyönetim mahkemelerini
yakından izlemiş, görev sürgünü tatmış bir gazeteci olarak eski
anılarımı da tazeledi. O duruşmalarda arkadaşlarımı, dostlarımı, bilim
insanlarını, sanatçı ve yazarları sanık sandalyesinde görmek
acılarımızı her gün biraz daha katlanılmaz kılardı. Şimdi de sıkça
düşünüyorum: Ne değişti?
Gazeteciler,
akademisyenler, muhalif aydınlar yine cezaevlerini
doldurmuş bulunuyor.12 Eylül artığı yasalar her muhalif düşüncenin
hayali örgütlerle ilişkilendirilmesinin yolunu açıyor. Düşünceyi ifade
özgürlüğümüz mü genişledi? Basın özgürlüğü mü? Devletin her bireye eşit
davrandığını, temel hak ve özgürlüklerine saygı gösterdiğini
söyleyebilmek mümkün mü? Yargı erkinin bağımsız olduğunu ya da...
Askeri darbelerin bıraktığı onulmaz izlerin bir benzerinin şimdilerde
kendilerini demokrat diye tanımlayan sivil iktidarlar tarafından da
halklara yaşatılması ise bizler gibi üç askeri darbe bir o kadar da
darbe girişimi yaşamış bir kuşak için ibretlik yeni bir deneyim olmalı…
Özgüden’ler
vatansız gazeteciler. Yurt dışına çıktıklarında
hiçbir ülkeden sığınma istememekte kararlıdırlar. Çünkü hep çok uzun
olmayan bir sürede ülkeye geri döneceklerini düşlerler. Yıllar geçer.
Türkiye’de koalisyonlar dönemi, Ecevit iktidarı yaşanır. Aslan! Sosyal
demokratlar da iktidara gelir. Oysa bir zamanlar, dost belledikleri
çoktan devlete dönüşmüşlerdir. Siyaset bizde böyle algılanan bir
şeydir. O dost, arkadaşların tümü Özgüdenlerin vatandaşlığa dönüş
taleplerine duyarsız kalırlar. Üstelik büyük hukuk insanı Halit
Çelenk’in uğraşlarını da görmezden gelirler. Bunları kitapta usul usul
yakınmadan anlatır Doğan ve noktayı koyar : “Ankara bizim
vatansızlığımızdan memnun görünüyordu.”
Sürgün
yılları içinde belge ve fotoğraflar da barındıran 500
sayfalık özenle basılmış bir kitap. Doğanın akıcı anlatımı ile bir
solukta okunabilen bir çalışma. Özellikle de sosyal bilimlerle ,
siyaset bilimiyle, gazetecilik ve iletişimle haşır neşir olan gençlerin
“Sürgün Yıllarından” çıkaracakları önemli dersler var. Çok yararlı bir
okuma olacak onlar için. Hele de günümüz medyası düşünüldüğünde…
Haziran 2012
Sürgün Yılları
Deniz Çaba Şan
Doğan Özgüden:
“İzmir'de başlayan
gazeteciliğimin 60’ıncı,
siyasal sürgünümün
ise 41’inci Yılı”
Gazeteci Doğan Özgüden tam 41 yıldır sürgünde. Onca yıl
Türkiye’ye dönmek istese de her defasında yeni bir davayla
vatansız bırakılan isimlerden. Bugün ise artık “Tevfik Fikret'in
dediği gibi ‘yeryüzünü vatanım, tüm insanlığı milletim’ olarak
benimsedim ve kendimi ‘vatansız’ saymıyorum” diyor.
(Tam metin için PDF'i tıklayınız)
Temmuz-Aralık
2012, Sayı 4
Ant'ın
Öyküsü: Doğan Özgüden'le Söyleşi
Deniz
Deren Önen
- Türkiye’ye
dönmeyi düşünüyor musunuz?
- Bittabi düşünüyorum. Ben Türkiye'ye küsmüş değilim ki... Orası benim
anayurdum, ama Türkiye'yi yöneten kast beni düşman ilan etti.
Vatandaşlıktan atıldım, Elçiliklerin sürekli komplolarına maruz kaldım,
hakkımda linç fermanları çıkarıldı. Bu koşullarda dönmek söz konusu
olabilir mi? Ama tüm siyasal sürgünlerin, diyasporaların özgürce
anayurtlarına dönebileceği gün geldiğinde, eğer hayatta kalmışsam,
tabii ki döneceğim.
(Tam metin için PDF'i tıklayınız
Eylül 2012
Bir
mücadele insanının anıları
Murat BELGE
Gazeteci
Doğan Özgüden'in anılarının yer aldığı "Vatansız Gazeteci"nin ilk cildi
12 Mart'ta Özgüden ailesinin yurt dışına gitme dönemlerini kapsıyor.
İkinci cilt ise Özgüden'in 1971'den 2011'e kadar yaşadıklarını içeriyor
Bu yakınlarda
yolum Belçika'ya, Brüksel'e düşünce, ne zamandır
yapmak istediğim bir şeyi yapma imkanı buldum: İnci-Doğan Özgüden
çiftiyle buluştum. Onlar Türkiye'yi terk edeli bir ya da iki kere
yalnız Doğan'ı, o da 'ayaküstü' denecek koşullarda, görmüştüm. Ama bu
sefer üçümüz birlikte yemek yedik, uzun uzun konuştuk.
Doğan'ın anılarını yayımladığından haberim vardı. Onları da verdi: İki
koca cilt, birlikte bin sayfayı biraz geçiyor. Birinci cilt, 12 Mart'la
İnci-Doğan çiftinin kendilerini yurt dışında bulmalarına kadarki
anıları kapsıyor, Avrupa'da ilk günlerde bitiyor. İkinci cilt de bundan
sonrası, ama kitap sona yaklaşırken yıllar da daha çabuk geçiyor.
Dönüşte okumaya başladım, şu anda bitirmek üzereyim.
Bin sayfa ama kolayca okunuyor. Yılların deneyimine sahip bir gazeteci
Doğan Özgüden. Söylemek istediğini kestirmeden ve yalın bir biçimde
söylemenin 'ilmini almış'. Tam söylemeyip ima ettiği şeyler olsa da,
bunların ne olduğunu hemen anlıyorsunuz. Baştan söyleyeyim, ben Doğan
Özgüden'le ilgili olarak önyargılıyım. 'Önyargı' ille de olumsuz bir
şey değildir. Doğan Özgüden'le İstanbul'da Ant'ı çıkarırken
tanışmıştık. Siyasette neden yanayız, neye karşıyız, bunlar birbirini
tutuyordu. 'Çizgi'den başka, 'kişilik' olarak da Doğan benim sevdiğim
bir insandır, hep öyle oldu. İnci ile hep iş üstünde karşılaşırdık,
çünkü iş üstünde olmadığı bir zaman bilmiyorum. Bizim oturup iki çift
lakırdı etme imkanı bulduğumuz kısa aralıklarda o gene bir şeyler
yapıyor olurdu.
'Biz' cephesi
Her konuda tıpatıp anlaşacağız diye bir kural yok. Böyle bir şeyin
olabileceğine de inanmıyorum zaten. Bunlar ancak 'hiyerarşik'
ilişkilerde mümkündür, çünkü orada şef söyler, öteki dinler. Baştan
farklı bir şey düşünmüşse de şefi dinleyince, "Ha, doğrusu buymuş" der.
Onun için 'teorik birlik ve beraberlik' sağlanır. Eşit ilişkide ise her
zaman nüanslar vardır. Benim Özgüden'lerle yakınlığım bunu da içeren
bir şey. Sonuç olarak hep üç aşağı beş yukarı aynı doğrultuda olduk.
Bu ortak düşünce faslını böyle biraz uzatarak yazıyorum, çünkü Doğan'ın
bunca yıllık anılarının çoğu bununla ilgili, bitmez tükenmez
mücadeleyle dolu hayatında hep bu sorunla uğraşmış. Asıl mücadele bu
toplumun yerleşik otoriter karakteri. Adına faşizm mi deriz,
bonapartizm mi deriz (aslında böyle şeyler hiçbir zaman katışıksız
olmaz), değişmeyen bir iktidar yapısı ve bir siyaset kültürü, baskıcı,
ırkçı, devletçi bir milliyetçi ideoloji biçimi. Bunlar Özgüden
çiftinin(ve birçoğumuzun) değişmez düşmanları, hasımları. Ama bunlarla
uğraşır, mücadele ederken işin bir de 'biz' cephesi var. Orada ne
oluyor?
Doğan'ın elli küsür yıllık anılarının gösterdiği gibi orada da iyi
şeyler olmuyor. 1964'te bir nedenle TİP'ten ihraç edilen Doğan Özgüden
'80'lerde yeniden aynı konumda buluyor kendini. Ama tabii bunlar işin
'highlight' kısmı. Aradan geçen zaman içinde olanlar da çok farklı
değil. Değişik grupların birbirleriyle ilişkileri korkunç.
Bunları, araya bazı eğlenceli episodlar da sıkıştırarak, sakin sakin
anlatıyor Doğan. Özellikle birinci cildi okurken hemen hemen hiç
yabancılık çekmedim, diyebilirim. Bildiğim insanlar, bildiğim olaylar.
Yurt dışına çıktıktan sonra anlattıkları benim açımdan biraz değişti:
Bildiğim insanlar, epeycesini bildiğim olaylar. Örneğin 12 Eylül
sonrasında Behice Boran'ın da, Nihat Sargın'ın da Belçika'da bulunduğu,
Doğan'ın onları neredeyse her gün gördüğü dönemde olanları hiç
bilmiyordum.
Ama, dediğim gibi, insanları biliyorsun; olayların nereye vardığını da
gözlemlemiş, öğrenmişsin. O zaman ortada fazla şaşırtıcı bir şey
kalmıyor. "Boşlukları doldurma" gibi bir işlem oluyor.
'Sönmüş yanardağ'
Türkiye'de tarih, büyük ölçüde 'anı' formu içinde yazıya geçer. Çünkü
asıl belirleyici olayların kaydı kuydu pek yoktur. 'Belge' inceleyerek
bir yerlere varamazsınız, belgeleri bulsanız bile. Çünkü, diyelim bir
parti talimatı buldunuz, "Sola gidilecek" diyor, onu yayımlarken sözlü
olarak "Sağa gidilecek" diye talimat verilmiştir. Devletin tarihi
özellikle böyledir, çünkü devlet durmadan yazıya geçmemesi gereken
işler yapar; iz bırakmama tekniğini de oldukça iyi geliştirmiştir.
Düşünün, hala sır olan ne çok olay var tarihimizde!
Ama devletin dışındaki siyasi oyuncuların tarihi de bundan çok daha
fazla saydam değildir. Benzer kaygılar o çevrelerde işler. Şimdi Doğan
Özgüden'in bu yazdıklarına birçok çevreden 'yalanlamalar' gelebilir,
gelir de, anlatılanların birçoğu 'sönmüş yanardağ' sınıflamasına girse
bile. Ama ben beklediğim nesnellik çabasını gördüm Doğan'ın
anlatısında. Başınızdan geçenleri anlatıyorsunuz: Yaşarken elbette
değer yargılarıyla bakmışsınız olaylara. İster istemez bir öznellik
olacaktır. Ama böyle anılarda sık rastladığmız bir şey, yazanın
gereğinde ekleyerek, gereğinde çıkararak, yani bazı şeyleri eğip
bükerek anlatmasıdır. Doğan Özgüden'in böyle bir çabası yok.
Nesnelliğinin yeterli olacağına inanıyor ve nesnel kalmak için elinden
geleni yapıyor.
Sözü geçen hemen hemen herkes tanıdık. Hemen hemen hepsi bizim kuşağın
ömrü içinde parlayıp sönmüş 'Türkiye sosyalizm tarihi'nin aktörleri.
Birçoğuyla ilgili benim yargılarım da üç aşağı beş yukarı Doğan
Özgüden'inkilerle örtüşüyor. Örtüşmeyenleri de var, ama neden olduğunu
anlıyorum. Bu konularda merak duyanların hayal kırıklığına uğramayacağı
çok şey öğreneceği bir anlatı bu. Onun için özellikle bu olayları
kendisi yaşamamış genç kuşağa okumalarını salık veririm.
Fakat, okurken, bir de şuna dikkat ettim, ister istemez: Sözü
geçenlerin ne kadar çoğu bugün hayatta değil.
İkinci ve asıl önemli nokta: Niye biz sosyalistler eleştirdiğimiz,
değiştirmek üzere yola çıktığımız dünyanın bu kadar fazla günahını
sahiplenmek gereği duyduk?
20 Ocak 2013
Sol Gazetecilik ve Özgüdenler
Uğur Hüküm
Fransa’da
33 sayıdır 3 ayda bir basılan Médias dergisi son sayısıyla yayınını
durdurdu. Akademik nitelikle mesleki özgünlük arası, herhangi bir
gazeteci veya basın uzmanı kadar sıradan vatandaşın da kolaylıkla
yararlanabileceği bu süreli organ son kapak konusu olarak Fransız
gazetecilerinin siyasi eğilimleri üzerine yapılmış bir araştırmanın
sonuçlarını seçmişti: “Fransız gazetecilerinin yüzde 74’ü oyunu sola
veriyor.” Bir başka ifadeyle Fransız gazeteciler solcuydu. Aslında ilk
bakışta biraz yadırgatıcı, hatta ürkütücü de gelse bu tespit basit bir
sosyolojik gerçeğe dayanıyordu. İster ‘mektepli’, ister ‘alaylı’ olsun
gazeteci denen yaratık dünyaya, topluma, çevresine, olaylara eleştirel
bakabilen; gördüklerini, duyduklarını ötekilere olabildiğince çok
boyutuyla araştırıp aktaran bir mesleğin adamı demektir. Bu onun
angaje, yanlı olmasını, besmele gibi her vesileyle tekrarlamasa da
inandıklarını söylemesini engellemez.
Tanımlamak
istediklerimizi dört dörtlük sergileyen örnek, 77 yıllık hayatının son
40 yılını tamamen gurbette geçirmiş büyük gazeteci Doğan Özgüden ve eşi
İnci Tuğsavul’dur. Belge Yayınları’ndan basılan Doğan Özgüden’in toplam
1078 sayfalık, 2 cilt “Vatansız Gazeteci” başlıklı anıları meraklılara
hararetle salık verilir. Sosyal mücadeleler tarihinin, en azından
Fransız Devrimi’nden bu yana siyasi gündelik söyleme bile kattığı bir
ikilem, sol ve sağ kavramları herkesçe kabul görmese de geçerlidir.
Giderek belirsizleşse de solu, solcuyu halen ayrıcalıklı kılan erdem
haksızlığa karşı, eşitlikten yana; yaşamın tümüne yenilikçi, laik bir
hassasiyet, kendisi dahil her şeye eleştirel ve ilerici bir yaklaşımla
bakabilmesidir. Gazetecilik yolunun hızlı akan bir güncellikle
kesiştiği çoğu noktada solcu tercihlerde bulunması doğal bir gerçek
gibi gelebilir (Ancak gerçeğin giriftliğini dini, felsefi ve siyasi
doğmalarla kestirmeden açıklamak pek olası değildir). Meramımızı
sevdiğimiz bir Fransızca deyişle sürdürelim: “Gönlü solda, kesesi
sağda”kilerin varlıkları kadar, gazetecilik ilkelerine saygılı, dürüst
sağcı bazı dünyalı meslektaşlarımızın varlığını da teslim etmek
zorundayız. Bu bağlamda Özgüdenler gezegen ölçeğinde bir “ari”
toplumsal-mesleki katmanın, nesli tükenmekte olan bir soyun da
temsilcileridirler.
Fransa’da
bugün profesyonel basın kartlı 37.012 gazeteci yaşar. Bu kartı meslekte
temsilcilik yetkisini resmen kanıtlamış sendikaların her dönem seçimle
yenilenen gazetecilerinden oluşan bir komisyon tayin eder. Her yıl
yenilenen kartı alabilmenin olmazsa olmaz koşulu, kart adayının yıllık
gelirinin en azından yarısını, objektif ölçütlerle belirlenmiş bir veya
birkaç basın-yayın kuruluşundan kazanmasıdır. Herhangi bir süreli
yayında, internet sitesinde yazmak; televizyon veya radyoda program
sunmak gazeteci statüsünü edinmeye yetişmez. Kaldı ki 2 yıllık bir
stajyer gazetecilik devresi tamamlanmadan profesyonel kart alınamaz.
Türkiye’de bildiğimiz kadarıyla ve 2011 itibarıyla ancak Başbakanlık
kanalıyla lütfedilen (!) basın kartlı 13.144 gazeteci vardır. Bugünkü
resmilerin Çin, İran, Rusya’yı bastıran bir gazeteci fobisine sahip
olduklarını düşününce bir Uğur Mumcu, Hrant Dink veya Abdi İpekçi’nin
yetişebilmesi için Türk solunun kaç fırın ekmek yemesi gerektiği
tahmininde bile bulunamayız.
Hem
karşılaştırma yöntemini tanımak, hem de birlikte çalışmışlık onuruna
nail olduğumuz Özgüden bizim gözümüzde Mumcu ve Dink çapında
araştırmacı, sorgulayıcı, gerçek demokrasiden, bağımsız bir Türkiye’den
yana bir devrimci ve üstelik uluslararası bir gazetecidir. Onun egemen
sınıflar ve vurucu güçlerine verdiği rahatsızlık 12 Mart ve 12
Eylül’den sonra Türk Devleti’nin yayımladığı “beyaz kitap”larda
görülebilir. Özgüdenlerin faaliyetlerine ayrılan sayfalar nice işçi
sınıfı partisi, proleter devrimci hareketten daha fazladır. 1972’de
Türkiye’yi terk etmeseler bugün ciddi bir olasılıkla Mumcu, İpekçi ve
Dink gibi aramızda olmayacaklardı.
Doğan
Özgüden kurucusu, sorumlusu, lokomotifi olduğu, bugüne kadar bir eşi
çıkamamış ANT dergisinin 3 Ocak 1967 tarihli ilk sayısında şöyle
yazıyordu: “ANT; sermayenin bilinçli müdahalesiyle, ilan
pazarlıklarıyla... Bab-ı Âli basınında yer verilmeyen gerçeklerin dile
getirildiği, zincirlenen kalemlerin özgürce konuştuğu bir forumdur… O,
sömürücülüğe karşı Ant’tır/ O, sosyal adalet için Ant’tır/ O,
emperyalizme karşı Ant’tır/ O, bağımsızlık için Ant’tır.”
(www.info-turk.be) Fransa’dan sonra Belçika’yı mesken edinen Özgüdenler
birer demokrasi ve basın anıtıdır. Ucube kafaların ve sınıfların
egemenliği sona erdiği gün anıtları dikilecek değerlerimizdir. ugur.hukum@gmail.com
15 Subat 2013
Kürt meselesi ve
27 Mayıs darbesi
Ali Mert
Bu haftaki yazı, dallı budaklı değil de odaklı ve
bilgilendirici olacak. Yazar için – ne şans değil mi, bu ben oluyorum –
“kolay” da. İlgi, merak ve de beğeniyle okumakta olduğum kitaptan
birkaç anı/anekdot, daha doğrusu bilgi/belge paylaşacağım, hepsi o
kadar.
Ama kitabı tanıtayım en başta. O da kısa olsun; ileride farklı
vesilelerle uzun uzun yazmak “zorundayım” nasılsa. Zamanında, soL
dergisi aylık çıkarken, “Didiklenmiş Kitaplar” adlı köşemizde
didiklemeye çalıştığımız yapıtlar gibi bir kitap bu da. Çok zengin, her
sayfasında yeni ufuklar açan, hatıra, tarih ve tanıklık kitaplarından.
Evet, neredeyse her sayfası ayrı bir hazine. İlk cildinin 557 sayfa
olduğunu belirtmem, hazinenin niceliği konusunda bir fikir verir
sanırım. Nitelik mi? Hem sol tarihimiz, hem daha genel anlamda siyasi
tarihimiz hem de basın tarihi açısından muhakkak okunması, tartışılması
gereken bir yapıt olduğunu söylemekle yetinelim.
Yok, yetinmeyelim: Solumuz, bugün seçimlerle gelebilecek somut
mevzilerden bir hayli uzakken; 1963 yılında İzmir’in Gültepe mahallesi
belediye seçimlerinde TİP’in desteklediği bağımsız aday Mehmet
Günay’ın, AP’nin yüzde 47,78 oyuna karşılık yüzde 49,69 oy alarak
Türkiye’nin ilk sosyalist belediye başkanı seçildiği süreci
öğrenebilmek bile – TİP’in sonraki başarıları; bunun nedenleri,
kökenleri, gerilemesi ve bugün bir türlü tekrar edip gelişememesi gibi
sorularla birlikte– bu “nitel” ve “nicel” konular üzerine akıl yormak
açısından son derece önemli, onu belirtelim.
Neyse, kitabı “kısaca” tanıtmaya devam edip, nitelikle niceliğin
“kesiştiği” bir noktada; kitabın satırlarının altını çizmekten, sayfa
kenarlarına ve tüm boşluklara not düşmekten kurşun kalemimiz bitti de
diyebiliriz. İşbu kenar notlarında, ünlemlerin yanında gülücük
işaretleri de var; yazarın dilinde ve naklettiklerinde yer yer mizah
yani. Ve çok aydınlatıcı ve bilgilendirici. Daha fazla uzatmayalım; bu
kitap, Doğan Özgüden’in “Vatansız Gazeteci” adlı anı kitabının “Sürgün
öncesi” alt başlıklı birinci cildi.
Yaşadıkları ve tanıklıklarının ışığında, Türkiye’nin yakın dönem siyasi
tarihinden önemli bilgileri, alıntıları, ayrıntıları paylaşıyor
Özgüden. Bunlardan bir tanesi, “daha önceden hiç denk gelmediğim bir
bilgi” olduğundan ve Kürt sorunuyla ilgili olarak ufkumu açtığından
özellikle dikkatimi çekti. 27 Mayıs 1960 darbesinin hemen sonrasında,
İzmir’de gazetecilik yaparken darbenin yönetimini üstlenen ve
subaylardan oluşan Milli Birlik Komitesi (MBK) üyeleriyle de sık sık
diyalog içerisine giren Özgüden’in (bana göre) şaşırtıcı bir tanıklığı.
Aktaralım artık:
“13 Kasım 1960 günü, yine her şey allak bullak
oldu. MBK’nin basın işlerinden sorumlu üyesi Ahmet Yıldız, basın
mevzuatında yapmayı tasarladıkları değişiklikleri görüşmek üzere
Ankara’da büyük bir toplantı organize etmişti. İzmir basınını temsil
edecek olanlardan biri de bendim.
Aslında bu toplantı, MBK’nin Türkeş Grubu’na yakın bilinen
üyelerinden Orhan Erkanlı, Orhan Kabibay, Numan Esin, Muzaffer Özdağ ve
Ahmet Yıldız’ın bir süredir, İstanbul Gazeteciler Sendikası’nın eski ve
yeni genel başkanları Abdi İpekçi ve Hasan Yılmaer’le birlikte basın
reformu üzerine yaptıkları çalışmaların ürünüydü, reform önerileri
Türkiye’nin dört bir yanından gelen basın temsilcilerinin tartışmasına
açılacaktı.
Bir gün önce geç vakit Ankara’ya vardığımda doğrudan Rüzgarlı
Sokak’taki Öncü Bürosu’na gittim. Muzaffer Aşkın gece sekreteri olarak
çalışıyordu, yanında da bir nöbetçi muhabir vardı.
Son gelişmeler üzerinde tartışırken büronun kapısı açıldı.
Karşımızda en mağrur haliyle MBK’nin en genç üyesi Yüzbaşı Muzaffer
Özdağ vardı. Yanında da emir subayı görünümünde Mikail adlı genç bir
teğmen.
Özdağ küçük dağları ben yarattım diyen Napolyon havasındaydı.
Selam sabahtan sonra elindeki kırbacı koltuğunun altına kıstırmış
salonun ortasında sert adımlarla volta atarken bir soru patlattı:
- Aydınlar, biz 27 Mayıs’ı neden yaptık biliyor
musunuz?
Muzaffer Aşkın son derece sakin:
- Yüzbaşım, bugüne kadar bir sürü neden sayıldı.
Acaba hangisi? diye karşı soruyla yanıtladı.
- Biz 27 Mayıs’ı Doğu Anadolu’da hazırlanan bir
Kürt İsyanı’nı önlemek için yaptık. Yoksa vatan bölünecekti. Biliyor
musunuz ki, DP liderlerinden önce biz Kürt ağalarını tutukladık.
Gerçekten de darbe olur olmaz doğuda 55 Kürt ağası tutuklanmış, bu
olay Milli Birlik Komitesi’nin feodaliteye ilerici bir darbesi olarak
sunulmuştu.
Özdağ şimdi gerçek nedeni açıklıyordu. Hemen ekledi:
- Bâbıâli basını tabii ki bunları yazmaz. İşte
bunun için basın düzenini kökten değiştirmemiz gerekiyor. Yarınki
toplantıda bunları da tartışacağız.” (*)
Dediğim gibi, bugüne kadar rastlamadığım bir
belge/bilgi bu. (Benim cehaletimdir tabii. Lakin, başkaları da cahil
kalmasın benim gibi). 27 Mayıs’a dair “ilerici/ilerlemeci ezber”e dönük
bir sorgulama da aynı zamanda. Elbette bu anlatılanlar, darbeninin
“sıcak günleri”nde söylenenler; sonrasındaki tasfiyeler ve
“demokratikleşme” dönemi farklı “açılımlar” da getirmiş olabilir ancak
amaçlar/niyetler/gerçekleşmeler açısından ve Kürt sorunuyla iç içe
düşünüldüğünde, önemli bir ifşaat olduğu açık. “Biz asıl şunun için
yaptık” değil de, “Biz şunun için de yaptık” diye daha doğru
okunabildiğinde.
Ya da (birinci) Cumhuriyetin kurucu iradesinin ve sürdürücülerinin ve
sağlı sollu milliyetçi temsilcilerinin, ulusalcılarının, Kürtleri inkâr
ve yok etme üzerine kurulu strateji ve yaklaşımlarının bir diğer
“manifestosu” diyelim bu söylenenlere.
Birkaç on sayfa ileride başka türlü bir “olağan şüpheli” olayı daha var
üstelik, yine “Kürt meselesi”ni önümüze koyan. Bu kez Talat Aydemir’in
21 Mayıs 1963 tarihli darbe girişiminin ardından ilan edilen sıkı
yönetimle birlikte nezaretteyiz. Bu defa, Kürt ağaları değil de Kürt
aydınları içerideler. Yine Doğan Özgüden’den:
“Balmumcu’da asker nezaretinde sorgu sıramı
bekliyordum. Arada bir başka askerler de mahkeme salonunun bulunduğu
kata çıkıyor, bana nezaret eden askerlerle aralarında Kürtçe
konuşuyorlardı. Ne konuştuklarını anlamıyordum, ama konuşmada geçen
bazı tanıdık isimler kulağıma takılıyordu: Musa Anter, Medet Serhat,
Edip Karahan, Sait Elçi, Yaşar Kaya, Doğan Kılıç, Enver Aytekin…
Bunlar, her sıkıyönetim döneminde olduğu gibi, ilk ağızda
tutuklanan Kürt aydınlarıydı.” (**)
20’lerden 60’lara bir kırk yol, 60’lardan günümüze
bir elli yıl; “olağan şüpheliler”in ve “darbe yiyenlerin” hep
sosyalistler ve Kürtler’den oluştuğu bir coğrafyada, bu “yeni” bilgiler
– kader ve gelecek ortaklığı açısından – size de önemli gelmedi mi?..
alihaluk@gmail.com
(*) Doğan Özgüden “Vatansız Gazeteci”, Cilt 1 (Sürgün Öncesi), s.
242-44, Belge Yayınları, Aralık 2010
18 Temmuz 2013
Bir sürgün çift
Ahmet Kahraman
TC, günümüz dünyasında, yer yüzüne hala en çok
sürgün yayan rejimdir. Başka benzeri kalmadı. İnci Tuğsavul-Doğan
Özgüden çifti sürgün yüzbinlerden sadece ikisidir.
Ü
niversite ikinci sınıfa geçtikten sonra, mesleğe giriş
vaktinin geldiği düşüncesiyle Vatan’da gazeteciliğe başlamış, altı ay
sonra da Ankara temsilcisi İlhami Soysal’ın çağırmasıyla Akşam
gazetesine geçmiştim.
İnci Tuğsavul’u Akşam’da tanıdım. Kendine olan
güvenle, deve dişi meslektaşlar arasında “ben” edalı bir genç kızdı.
Dikkatimi çeken bir başka özelliği ise, on parmakla, şaşırtıcı bir
hızda daktilo kullanmasıydı.
Dışarıdan bakıldığında, toplumsal olaylar tarağında
bezi yok gibi görünüyordu. Müzik ağırlıklı kültür, sanatla igileniyor,
tiyatro sanatını seviyor, dönemin tiyatro ilahları Şeref Gürsoy, daha
sonra televizyon dizilerinde “Nori Gandar” tipiyle bütünleşen Tekin
Akmansoy bazan onu görmeye geliyorlardı.
Bir gün, rahmetli Bedii Güray’la tartışırken, “biz
iktidara geldiğimizde” dediğini duyunca, dünyasında başka derinliklerin
de olduğunu anladım.
Kısa süre sonra da, evlenmek için İstanbul’a gitti.
Evleneceği kişi, genel yayın yönetmenimiz Doğan Özgünden’di.
Özgüden sosyalistti. Demek ki, “bizim” dediği görüş,
sosyalizmdi. Ona saygım pekişti. “Sanat, sanat içindir” diyenlerden
değildi.
Doğan Özgüden’e gelince: İşinin hakkını veren bir
gazeteciydi. Yazarlar kadrosu ve içeriğiyle, 1960’ların unutulmaz sesi
Akşam gazetesine o kişilik verdi.
Sonra, ayrılmak zorunda kalınca İnci Tuğsavul’la
kendi işini, dergisi, klasik kitaplarıyla bir kültürel zenginlik olan
Ant yayınlarını kurdu.
12 Mart 1971 darbesinden sonra, ülkelerinden
koparılıp sürgüne savrulanlara katıldılar. Bütün enerjilerini,
darbecilerin getirdiği yıkıma harcadılar.
Doğan Özgüden, “Vatansız Gazeteci” kitabı yıllar
önce (2010) yayımlandığında, huyum kurusun ki, bir şeyden çok söz
edildi mi, hele hele önüne gelen işin içine daldı mı, dokunmak, yazmak,
seyretmek içimden gelmiyor.
Aslında bugün de bir şey yazmadım. Onları tanıdığımı
söyledim, kendime pay çıkararak. “Övündüm” bir bakıma. Bazı kişiler
vardır ki, onlarla çağı paylaşmak bile onurlanmadır. Onlarla övünç ve
onurlanmayla, kendime pay çıkardım.
Çünkü, bana göre onlar, saygıyı en tepelerde hak
eden, hakiki bir ikili.
Onlar, hiç rol yapmadı. Kemalistler gibi, sol üzere
duyduklarını ezberde tutup, soğuk savaş hala devam ediyormuş gibi
kullanmaya devam etmediler.
Entelektüel olarak, okuduklarını zekalarıyla ölçüp
sindirerek, hakiki hayatla bütünleştirdiler.
“Vatansız Gazeteci” kitabı, bu yönüyle de TC
tarihinin, bir dönem zalimlikleri dökümüdür. Varsa şerefi, 42 yıllık
sürgünlüğün şerefi, o da askeri darbeler ve olağanüstü halleri örtü
altında sürdürenlere aittir.
15 MAGGIO 2014
Dogan Özgüden, senza patria per
aver difeso i diritti umani
di Alessandro Michelucci
Può accadere che un giornale armeno metta in
copertina la foto di un turco accompagnandola con un testo elogiativo?
Certo, ma a una condizione: deve trattarsi di un turco che riconosce il
genocidio degli armeni, o per meglio dire delle minoranze cristiane
presenti nell’impero ottomano. Quindi non soltanto armeni, ma anche
assiri e greci. Ebbene, questo turco esiste: si chiama Dogan Ozgüden.
Proprio per questo il numero 340 (15 maggio 2009) della rivista “France
Armenie” gli ha dedicato la copertina. Ozgüden è un giornalista che da
oltre 40 anni vive in Belgio. Ha dovuto lasciare il suo paese per
sfuggire alla persecuzione della dittatura militare. Ma per capire
meglio il tema che ci interessa è necessaria una digressione. Negli
anni Sessanta e Settanta del secolo scorso, in Europa, si manifesta
contro la guerra del Vietnam; si leggono i libri di Sacharov e
Solgenitsin; si ascoltano le canzoni di Victor Jara, oppositore della
dittatura militare cilena che ha deposto e ucciso Salvador Allende. Al
contrario, quasi nessuna attenzione viene riservata alla Turchia, che
vive sotto la costante minaccia della dittatura militare. Fra il 1960 e
il 1980 l’esercito realizza tre colpi di stato. Molte persone –
intellettuali, giornalisti, registi, esponenti politici – si schierano
apertamente contro le varie giunte militari, che invece vengono
tollerate o addirittura appoggiate da alcuni governi europei. Il motivo
per il quale il dissenso turco viene sostanzialmente ignorato è
evidente. La Turchia, cerniera fra Europa e Asia, confina con vari
paesi dell’impero sovietico (Bulgaria, URSS). Il paese ha già
cominciato il processo di avvicinamento al blocco euro-atlantico: prima
aderendo al neonato Consiglio d’Europa (1949), poi alla NATO (1952) e
chiedendo di aderire alla CEE come membro associato (1959). Nel 1961
Bonn e Ankara hanno concluso un accordo che favorisce l’immigrazione di
lavoratori turchi nella Repubblica Federale Tedesca. Nel 1963 la CEE ha
accolto la richiesta suddetta accettando la Turchia come membro
associato. Tutto questo favorisce l’acquiescenza europea nei confronti
di un regime liberticida che non si esaurisce negli anni delle
dittature militari, ma continua con i governi retti da civili. Ma tanti
turchi, come si diceva prima, non si arrendono e gridano il proprio
dissenso, anche dopo aver visto che il loro grido è destinato a cadere
nel vuoto. Fra questi dissidenti coraggiosi ma ignorati spicca Dogan
Özgüden, un giornalista che ha dedicato la propria vita alla difesa
della libertà d’opinione, delle minoranze, dei diritti civili e
sindacali. Özgüden ha raccontato la propria esperienza nel libro
Journaliste “apatride” (ASP, Bruxelles, pp. 624, € 24,95). Il volume è
la traduzione francese dell’originale turco, edito dall’autore con il
titolo omonimo “Vatansiz” gazeteci. Il giornalista, costretto a
lasciare la Turchia, si è stabilito in Belgio, dove insieme alla moglie
Inci Tugsavul ha promosso molte iniziative politiche e culturali:
convegni, dischi, dvd, libri, riviste. La coppia ha parlato di temi a
lungo proibiti in Turchia, come il genocidio delle minoranze cristiane
che segnò la fine dell’impero ottomano. A lungo invisi al potere, che
li ha perseguitati in vario modo, i due sono stati privati della
cittadinanza turca nel 1984.
Dal 1975 guidano l’agenzia di stampa Info-Türk, che
pubblica un prezioso bollettino mensile su tutto quello che riguarda la
Turchia: politica, cultura, problemi delle minoranze, etc.. Özgüden è
sempre stato un giornalista di sinistra. Socialista, ma non
simpatizzante del comunismo sovietico o cinese. La sua battaglia,
comunque, non l’ha combattuta per far trionfare le ragioni della sua
parte politica, ma per difendere i diritti di tutti. Questo impegno,
che ha ricevuto numerosi premi e riconoscimenti di vario tipo,
rappresenta un esempio illuminante di lotta nonviolenta per la libertà.
Recentemente il vasto archivio raccolto da Dogan Özgüden e Inci
Tugsavul è stato acquisito dall’Istituto internazionale di storia
sociale di Amsterdam.
Septembre 2014
Après une nuit cauchemardesque
Dogan Özgüden
Vacances annuelles à Bruxelles. Le parc Josaphat, le
plus bel espace vert de Bruxelles est presque désert, nos compatriotes
turcs, usagers habituels de ce havre de paix, sont déjà partis pour la
Turquie.
En arpentant tout seul les allées du parc, je pense à mon vécu dans ce
pays et constate qu'après 10 ans d'enfance dans les steppes
anatoliennes, 16 ans de jeunesse à Ankara et à Izmir, 9 ans de combats
intensifs à Istanbul, c'est Bruxelles qui a façonné ma vie depuis 43
ans. Mais ma connaissance de la Belgique va au-delà de ces 43 ans. Il y
a 52 ans, en 1962, de retour de Londres, j'avais mis les pieds pour la
première fois sur le sol bruxellois. Après les grèves contre la loi
unique, le pays me semblait calme. La chaussée d'Haecht n'était pas
encore devenue un village turc ...
Neuf ans plus tard, à ma deuxième arrivée à Bruxelles après le coup
d'Etat de 1971 en Turquie, je me suis retrouvé dans une ville en pleine
effervescence sociopolitique. A l'époque, trois pays occidentaux
étaient sous dictature fasciste: le Portugal, l'Espagne et la Grèce.
Les
immigrés en provenance de ces pays ainsi que les Italiens, étaient déjà
bien organisés dans la lutte antifasciste, ils étaient devenus les
piliers du mouvement progressiste belge, aussi bien dans les syndicats
qu'au sein de partis politiques. Ces 43 dernières années d'exil ont
façonné ma vie sous toutes ses facettes un combat constant en
d'acquérir les droits politiques, culturels et sociaux pour tous les
citoyens d'origine étrangère de ce pays, sans jamais oublier le devoir
de contribuer sans cesse à la lutte pour la démocratisation de notre
pays d'origine.
A cette époque, notre souci était d'inciter ces travailleurs immigrés à
s'intégrer dans la vie sociopolitique belge sans tomber dans les pièges
ultranationalistes ou fondamentalistes de l'Etat turc. J'apprécie
toujours les initiatives de la FGTB et de la CSC dans ce sens. Pour
soutenir leurs efforts, en tant qu'Info-Türk, nous avons édité leurs
journaux en turc ainsi que ceux des associations progressistes. L'appel
commun Objectif 82 des associations progressistes immigrées était le
point culminant de cette lutte démocratique. Cette initiative
revendiquait que les partis politiques fassent leur maximum pour
éduquer et responsabiliser ces nouveaux citoyens d'origine étrangère.
Bien que cet appel ait été soutenu par les syndicats, les institutions
démocratiques comme le MRAX, le CBAI, la Ligue des droits de l'Homme,
les partis politiques belges n'y ont pas répondu correctement.
Par contre, la junte militaire de 1980, pour renforcer la mainmise de
l'Etat turc sur ses ressortissants, a pris plusieurs mesures
répressives en vue de les mobiliser comme une force de frappe du lobby
d'Ankara contre les revendications des Arméniens, Assyriens, Grecs et
Kurdes.
Ma plus grande déception après 25 ans de militantisme pour les
droits politiques a été de voir la soumission de la politique belge aux
chantages du lobby turc lors des élections législatives de 1999. Il
s'agissait du premier scrutin avec la participation des citoyens
d'origine étrangère à la suite de la facilitation de naturalisation.
Sans jamais bouger le petit doigt pour former ces nouveaux citoyens à
la vie politique, les principaux partis belges n'ont pas hésité à
intégrer dans leurs listes des candidats turcs qui faisaient des
promesses allant jusqu'à la démolition du monument dédié aux victimes
du génocide des Arméniens à Ixelles. Ce qui primait pour eux était
d'obtenir quelques votes de plus dans les communes à forte densité de
ressortissants turcs soumis à un lavage de cerveau par les éditions
européennes des grands journaux turcs et par les antennes paraboliques.
J'ai fait également partie de la lutte pour obtenir le droit de vote,
non seulement pour les élections belges, mais aussi pour les élections
dans le pays d'origine, comme le faisaient depuis des décennies les
immigrés italiens.
Enfin, les ressortissants de Turquie ont pu voter pour la première fois
aux élections présidentielles du 10 août dernier. Pour moi, ce fut une
nouvelle déception. Ces élections n'ont abouti qu'au renforcement du
pouvoir sans partage d'Erdogan turco-sunnite qui met en péril une
véritable démocratisation de mon pays d'origine. Alors qu'il obtient
51,85 % des voix pour l'ensemble des électeurs, l'immigration turque a
soutenu la Résistible Ascension d'Arturo Ui à la turque, avec 62,51 %
des voix et, pire encore en Belgique, avec 70,08 %. Heureusement, ce
matin du 11 août est très ensoleillé à Bruxelles et après une nuit
électorale cauchemardesque, je peux garder mon optimisme tout en
comptant sur les nouvelles générations turques d'Anatolie et d'Europe
qui briseront un jour ces chaînes de la servitude.
Agenda Interculturel, Septembre 2014
Journaliste et militant
Incontournable dans le monde de l'immigration et des droits de l'Homme,
Dogan Ozgüden est fondateur et animateur de l'agence de presse
Info-Türk. Il a aussi créé l'asbl les Ateliers du Soleil à Bruxelles en
1974. Dogan et sa femme Inci Tugsavul, deux journalistes d'opposition,
fuient la Turquie après le coup d'Etat militaire de 1971. Sa femme et
lui entrent d'abord dans la clandestinité sans chercher asile. Ils
n'ont alors qu'un but rentrer au plus vite au pays… Leur vie prendra un
tout autre tournant. Dans un livre de quelque 600 pages, Dogan Ozgüden
livre son parcours de militant et journaliste. Un témoignage plein de
rebondissements et d'anecdotes, où l'on découvre les combats, espoirs,
découragements, victoires d'un couple très complice et porté par ses
idéaux.
Edité chez Academic and Scientific Publishers (ASP), Bruxelles,
2014, 624 p. (25 euros).
La Gauche et le mensuel
arménien Hay
La Gauche, Sept-Oct
2014, p.19
Hay, Mensuel arménien,
Sept 2014, p.13
3 Ocak 2015
Bir
zamanlar gazetecilik!..
NAZIM ALPMAN
Türkiye’de 1960’lar büyük değişimlerin yaşandığı
yıllar olarak kabul ediliyor. Özgürlükçü 1961 Anayasası, işçilerin grev
hakkı, sosyalist parti TİP’in kuruluşu ve 1965 Seçimlerinde TBMM’ye 15
milletvekiliyle girişi, 1967’de DİSK’in kuruluşu, Fikir Kulüpleri
Federasyonu ile DEV-GENÇ’in örgütlenmesi hep bu 1960’lı yıllarda
yaşandı. O yılların çok etkili bir gazetesi vardı: Akşam!
Bir de onun efsane olagelmiş 28 yaşındaki Genel
Yayın Yönetmeni Doğan Özgüden… Babıali’ye İzmir’den gelmiş olan
Özgüden, gazetenin gece sekreteri olarak çalışırken Akşam’ın patronu
Malik Yolaç, kendisini çağırıyor:
-Genel Yayın Müdürümüz Oğuz Akkan yayıncılığa
başlayacak, görevi bıraktı. Senin bu görevi üstlenmeni istiyorum!
Doğan Özgüden henüz 28 yaşında… Böylesi bir teklif
gelince insan uçar değil mi? Ama öyle olmuyor:
-Biliyorsunuz ben sosyalistim. Eğer bu görevi
üstlenirsem inanç ve düşüncelerim yayın politikasına damgasını vuracak!
-Biliyorum sosyalist düşünceye sahip olman iyi
gazete yapmana mani değildir.
Bu arada patron Malik Yolaç’ın Adalet Partisi’nden
milletvekili olup, sonra istifa etmiş bağımsız milletvekili ve devlet
bakanı olduğunu da ekleyelim. Malik Bey devam ediyor:
-Bak Doğan sen aynı zamanda sendikacısın, işyerinde
sendikanın temsilcisisin. Maaşlar geciktiğinde tek başına tavır
koyduğunu da biliyorum.
Doğan Özgüden konuşmanın sonunu şöyle bağlıyor:
-Gazetenin yönetimi bana verilecekse, her bakımdan
tam yetki isterim. Gerek yayın politikası gerek mali yönetim, gerekse
personel ilişkileri açısından…
-Biliyorsun ben devlet bakanıyım, İstanbul’a sık
gelemiyorum. Eğer görevi kabul edersen bittabi her konuda tam yetkili
sen olacaksın!
Doğan Ağabey bu konuşmanın finalinde iki gün içinde
“düşünme payı” isteyip ondan sonra Akşam’ın en tepesine gelmeyi kabul
ediyor. O zamanlar gazete sahipliği değil gazetecilik değerliydi!
***
Yazar patrona ateş ediyor!
Doğan Özgüden ilk işi olarak Çetin Altan’ı
Milliyet’ten Akşam’a transfer ediyor. Bunu yapmadan önce de Malik Yolaç
ile konuşuyor. Patron biraz kuşkuludur:
- Çetin Altan problem çıkartır
sana… Daha önce de buradaydı, bizi bırakıp gitti. Galatasaray’dan da
tanırım tutarlı değildir.
Özgüden kararlı olduğunu söyleyince Yolaç
“tamam” diyor:
- Sen bilirsin, seçimi sana bırakıyorum. Ama Çetin
konusunda söylediklerimi de unutma…
Özgüden patronla yeni yazarı arasında buzları
eritmek için eşi İnci Tuğsavul Özgüden ile evinde bir yemek düzenliyor.
Yemek gayet güzel sürerken Çetin Altan birden öfkeleniyor. Patron Malik
Yolaç’a burjuvalığından başlayarak hakaretler yağdırıyor. Bir iki
dayanan Yolaç, sonunda lise arkadaşı Çetin Altan’a sert bir yanıt
veriyor. Bunun üzerine Çetin Altan seri bir hareketle belinden
tabancasını çıkartıp rasgele ateş etmeye başlıyor. Kurşunlardan biri de
İnci Hanım’ın kulağının dibinden geçiyor. Bu sırada Malik Yolaç,
Altan’ın üzerine atlayıp silahını elinden alıyor. Sonra da “ben sana
söylemiştim” diyerek evden ayrılıyor. Böylesi bir durumda yazar istifa
eder. Daha öncesinden de patron yazarı kovar. Ama bunların hiçbiri
olmuyor. Çetin Altan ertesi gün elinde tek kırma panayır tüfeğiyle
gazeteye geliyor, şaka ile karışık “Doğancığım” diyor:
- Dün akşam yarım bıraktığım işi bitirmeye geldim!
Malik Bey’in odasına gidiyor, uzun süren kahkahalı
sohbet sonunda silahını da alıp kendi odasına çıkıp ertesi günkü
yazısını yazmaya başlıyor! Bu hikayeleri Doğan Özgüden’in “Vatansız"
Gazeteci* adlı kitabından aktardım. 2010 yılında Belge Yayınları
arasından iki cilt halinde çıktı. Doğan Özgüden iki kez vatandaşlıktan
atılmış vatansız bir gazeteci olarak Brüksel’de yaşıyor.
5 Nisan 2015
Yalçın DOĞAN
‘Vatansız Vatansever’
- Madam, Türkiye’yi bu kadar eleştiriyorsunuz, siz hiç Türkiye’ye
geldiniz mi?
- Gelemiyorum.
- Neden?
- Sayenizde vatandaşlıktan atıldım.
Türkiye’yi eleştiren “madam” Fransızca konuşuyor ama Türk, 60’ların
ikinci yarısında Türk basınına, Türk soluna damga vurmuş gazetecilerden
Doğan Özgüden’in eşi İnci Özgüden. Fransızca konuştuğu için “madam”ı
Türk sanan ise Başbakan Turgut Özal.
Brüksel 1985, Özal’ın basın toplantısı. Soru soranlar arasında Doğan ve
İnci Özgüden var, daha çok insan hakları eleştirileri ve demokrasi
kaygısı. Özal sinirleniyor, toplantıyı bitiriyor.
Demokrasi eleştirileri boşuna değil, yazıları nedeniyle Doğan
Özgüden hakkında toplam 300 yıla varan ceza istemi ile sayısız dava
açılıyor. Derken, 12 Mart darbesi, Doğan ve İnci Özgüden yurtdışına
gitmek zorunda kalıyor. Bir süre sonra ikisi de vatandaşlıktan
atılıyor, iki kez, 12 Mart ve 12 Eylül’de. Özal’a “Sayenizde” derken,
12 Eylül göndermesi. O gün bugün, onlar 44 yıldır Türkiye’ye gelemiyor.
AKŞAM
Gazeteci arkadaşımız Nazım Alpman, Doğan Özgüden ile ilgili bir
belgesele imza atıyor. “Vatansız Vatansever” belgeseli geçen akşam
1945’te faşistlerin yerle bir ettiği, şimdi han olan Tan gazetesi
binasında gösteriliyor.
Belgesel Türk basını ve Türk solundan bir kesit. Özgüden Akşam’ın genel
yayın yönetmeni. TİP’in yükselme dönemi. Akşam’ın tirajı yükseliyor ama
ilanları azalıyor, sermayenin hücumu. Buna karşı solun umut veren
yılları.
ANT
Akşam sonrasında Yaşar Kemal, Fethi Naci, Doğan Özgüden sosyalist,
antimilitarist bir dergi çıkarıyorlar: “Ant”. O dönem soldaki
dergilerin en önemlisi. 12 Mart faşist darbesi esip savuruyor, dergiyi
ve evleri polis sık sık basıyor. İşkenceler, hapisler, ölümler.
Özgüdenler sahte pasaportla Türkiye’den ayrılıyor. Zor bir hayat, buna
rağmen Almanya, Fransa ve Belçika’da devrimci hareketi örgütleme
mücadelesini sürdürüyor.
Özgüden yıllardır ve bugün hâlâ Türkiye’de demokrasi ve insan hakları
ihlallerine ilişkin kitaplar yayınlıyor, devrimci mücadeleden asla
vazgeçmiyor, yaşı 80’e merdiven dayamışken.
Nazım eline sağlık, belgesel “Ustalara Saygı” türünde bir vefa.
Özgüdenlerin yaşamı “adam gibi gazetecilik” örneği. Günümüzde “gazeteci
kılıklıların”, hele de döneklerin kulaklarını çınlatırcasına.
Gün ZİLELİ
Doğan Özgüden’in değerli anılarını yayınlandıktan ancak beş yıl sonra,
www.gunzileli.com sitesini
izleyen bir arkadaşın kitabı bana
göndermesiyle okumak elbette benim açımdan eleştirilmesi gereken bir
noktadır. Nasıl oldu da bu anılardan bu kadar geç haberdar oldum,
bilmiyorum. Oysa 1967 yılında yayınlanmaya başlayan Ant
dergisini ve
Ant yayınlarını yakından izler, Doğan Özgüden’i tanır ve takdir
ederdim.
Neyse, beş yıllık bir gecikmeyle de olsa Doğan
Özgüden’in anılarını okumam çok iyi oldu. O dönemle ilgili birçok
noktanın kafamda daha da berraklaşmasını sağladı.
Doğan Özgüden’in, 1936-1971 yıllarını kapsayan
anıları farklı açılardan okunabilir. Örneğin, bu anıları, 1950-1960
dönemlerinin sol gazeteciliği açısından okumak mümkün. Özellikle
1960-61 yıllarındaki Öncü, 1964-66 yıllarındaki Akşam gazeteleriyle,
1967-71 yıllarındaki Ant dergisi ve yayınları deneyimleri
açısından.
Sonuç olarak bu anılar, özellikle 1960 yıllardaki sol gazetecilik ve
yayıncılık deneyimlerine güçlü bir ışık tutmaktadır.
Öte yandan, anılar, özellikle Ant haftalık
dergisinin ve Ant yayınlarının serüvenini izleyerek 1960’lı yılların
sol hareketinin gelişmesi ve iç çatışmaları açısından da okunabilir.
Ben daha çok bu ikinci okumayı tercih edeceğim.
Hemen baştan söyleyeyim ki, Doğan Özgüden’in ve eşi
inci Tuğsavul’un yönettiği Ant dergisi, Türkiye solunun o
müthiş iç
çatışmalar ve bölünmeler ortamı içinde görece en doğru yönelimi temsil
etmektedir. Aynı zamanda bu dergi, Türkiye 1960’li yıllarda zirveye
ulaşan, esas olarak 1930’lular kuşağına dayanan Kürt ve Türk sol
entelijensiyasının da yayın alanındaki temsilcisi olarak nitelenmeyi
hak etmektedir. Belki o gün bunun farkında değildik, fakat 45 yıl sonra
bugün bunun saptanması gerekmektedir. Zaten bu tür toplumsal olgularda
neyin ne olduğu ancak aşağı yukarı 50 yıl sonra ortaya çıkar. Nasıl,
anarşizmin tezlerinin doğruluğu, Troçkizmin Stalinizm karşısındaki
görece haklılığı ancak yıllar sonra anlaşılabilmişse.
TİP Yönetiminden Sol Entelijensiyasına Engel
Yeni parti programı hazırlandıktan sonra TİP’in 1. Büyük Kongresi Şubat
1964’te İzmir’de toplanır. Kongrede, Behice Boran ve çevresi, parti
içindeki çift sandık uygulamasına dayanarak (tüzükteki bir maddeye göre
işçiler ve aydınlar ayrı ayrı oylanmaktadır ve yönetim organlarında
işçilerin veya işçi kökenli sendikacıların yarıdan fazla temsil
edilmesi gerekmektedir) aydınları önemli ölçüde geri plana
iterler.
Fethi Naci, bu durumu Doğan Özgüden’e şöyle anlatır:
“Boran takımı muhalefet ettiğinden ancak yedek üye
olabildim. İşçi ve aydın ayrımı yapılarak çift sandık sistemi
uygulandığından ben de dahil birçok sosyalist aydın genel yönetim
kuruluna giremedi. Selahattin Hilav da...” (s. 327)
Bu, Kürt ve Türk sol entelijensiyasının büyük
teveccüh gösterdiği TİP’teki ilk ayrılıktır. Bir kısım TİP’li aydın bu
yönelime karşı ortak bir bildiri yayınlar ve Parti yönetimi tarafından
tasfiye edilir. Tasfiye edilenler arasında, Doğan Özgüden, Fethi Naci,
Demir Özlü, Edip Cansever, Muzaffer Buyrukçu, Ömür Candaş, İsmet
Sungurbey gibi isimler vardır.
Doğan Özgüden’in anlattığına göre, bu tasfiyenin
başını çekenler, Behice Boran, Nevzat Hatko ve Nihat Sargın’dır.
Tasfiye için Mehmet Ali Aybar’ı da yanlarına çekmişlerdir.
Malatya 1966 Kongresi’nden Sonra Eski Komünistlere Engel
Doğan Özgüden anlatıyor:
“Çeviriyle uğraştığımız günlerde bir sabah Yaşar
Kemal’den bir telefon geldi. Kasım 1966 sonlarında Türkiye İşçi
Partisi’nin 2. Büyük Kongresi’nin yapıldığı Malatya’dan dönmüştü.
Kongre’de yine birçok tatsız olaylar yaşanmış, özellikle Behice Boran
ve Nihat Sargın’ın örgütteki Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı
sempatizanı partililerin tasfiyesi için giriştikleri operasyon partiyi
yeni bir krize sürüklemişti.” (s. 390)
Bu, parti içindeki ikinci tasfiye olayıdır ve
görüldüğü gibi ikisi de partinin başındaki yöneticiler tarafından
yürürlüğe konmuştur. Doğan Özgüden ve kısa süre kurulacak olan Ant
dergisi bu ikinci tasfiye konusunda da doğru ve birleştirici bir tavır
alır. Eski komünistler çevresinden 89 üyenin partiden atılmasına karşı
çıkar.
“Kim hedef alınırsa alınsın parti içi tasfiyeciliğe
karşı olduğumuz için 21 Kasım 1967’deki Ant’ta … TİP genel merkezine şu
uyarıda bulunduk: ‘İtici değil birleştirici bir disiplin muhakkak ki
parti bütünlüğünün korunmasında ve parti içi demokrasinin
gerçekleştirilmesinde daha olumlu sonuçlar verecektir.’”
Sosyalist Gençliğe Engel
TİP yönetimi, sadece aydınlara ve eski komünistlere karşı değil, o
dönem partiye aktivizm ve canlılık kazandıran gençliğe karşı da
güvensizdi. Gençliğin aktivizmi her adımda yönetim tarafından
engelleniyordu. Doğan Özgüden’den dinleyelim:
“Aybar-Boran-Aren yönetiminin 1. Kongre’den itibaren
sosyalist gençliğe karşı gösterdiği güvensizlik ve hatta ilgisizlik,
parti çizgisini pasifist bulan devrimci gençleri, partinin kara listeye
aldığı Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı gibi eski TKP liderlerine
yakınlaştırıyordu.” (s. 420)
Gençliğin mücadelesi konusunda Ant TİP yönetimini
şöyle eleştiriyordu:
“Devlet artık devrimci gençliğe karşı alenen
terörist bir saldırıya geçmişti. Bu durumda gençliğin pasif kalması,
direnmemesi, protesto eylemlerine girişmemesi mümkün değildi… TİP
yönetimi bu direnişe önderlik etmek yerine, ‘provokasyona düşmeyelim’
anlayışıyla kendisine yakın FKF üyesi gençlerin direniş eylemlerine
katılmasını yasaklıyordu.” (s. 437-438)
Bununla bağlantılı olarak Doğan Özgüden TİP
milletvekillerinin parlamentarist tutumunu şöyle eleştirmektedir:
“… milletvekili olmanın sağladığı olanaklar uzun
süreden beri çoğu TİP milletvekillerini, arada bir Anadolu gezilerine
çıkıyor olsalar da, genelde ‘parlamentarist’ bir tutuma sürüklemişti.”
(s. 446)
MDD Çizgisi Karşısında Tutum
Ant dergisi TİP yönetimini eleştirmekle birlikte MDD çizgisine karşı da
mesafeli ve eleştireldir. MDD’cilerin Kemalizmi savunan, orducu
tutumunu hiçbir zaman benimsemez ve eleştirir. Üstelik, MDD’ye sözde
karşı çıkan TKP Dış Bürosu’nun eleştirisi de buna dâhildir:
“Cuntacılarla bu yakınlaşma kısa bir süre sonra
antikomünist eğilimi bilinen eski cuntacılardan Mucip Ataklı’nın
başkanlığında Devrimci Güç Birliği’nin kurulmasına kadar
varacaktı… Bu
dönemde eski TKP’lilerin sosyalist ülkelere sığınmış olan Zeki
Baştımar, İsmail Bilen ve Aram Pehlivanyan gibi karşıtları da gerek
Bizim Radyo Yayınları’nda, gerekse bize gönderdikleri broşürlerde,
özünde MDD’den farklı olmayan Ulusal Demokratik Devrim
(UDD) propagandası yapıyorlardı.” (s. 421)
Doğan Özgüden, MDD-SD tartışmalarındaki tutumunu şöyle açıklıyor:
“Sosyalist devrime ancak belli aşamalardan geçtikten
sonra ulaşılabileceği görüşü bana daha mantıklı görünmekle birlikte
Kemalist ve militaristlerle neredeyse teslimiyete varan bir ittifakın
sol hareketi dönüşü olmaz bir çıkmaza sürükleyeceğinden endişelendiğim
için MDD hareketine mesafeliydim.” (s. 444)
“Ant’ta sık sık tartışıyorduk. Yön çizgisinin ve
ondan esinlenen MDD hareketinin devrimin öncü gücü olarak gördüğü
ordunun gerçekte egemen sınıfların bir baskı gücü olduğunu, hatta
giderek bu oligarşiye organik bir şekilde entegre edildiğini ortaya
koymak gerekiyordu… Kemalizm’in ve Türk Ordusu’nun ‘ilerici’ olduğuna
dair Komintern’in dayattığı tezler, solun tüm kesimleri gibi bizleri de
uzun süre etkilemişti.” (s. 464-465)
Ant, ne MDD’yi, ne de TİP yönetimini
destekler,
fakat hiziplerin dışında kalarak partinin bütünlüğünü savunur ve
MDD’nin parti yıkıcısı tutumundan uzak durur. Keza, daha sonra Aybar
kesimi ile Boran-Aren kesimi arasındaki ihtilafta da taraf tutmak
yerine partinin birliğini savunur. Bunların hepsi örnek tutumlardır.
Uluslararası Plandaki Tutumu
1960 yıllar dünya komünist hareketindeki büyük Sovyet-Çin yarılmasının
yaşandığı ve Türkiye soluna da yansıdığı yıllardı. Bunun yanı sıra
Latin Amerika çizgisi diye bilenen Küba veya Che Guevara’nın temsil
ettiği gerilla mücadelesi çizgisi, Sovyetler Birliği tarafından
gayriresmi, Çin tarafından ise resmi olarak reddediliyordu. Keza,
Stalin’in Komintern döneminden kalma anarşizm ve Troçkizm düşmanlığı,
özellikle eski komünistler ve MDD çizgisi tarafından aynen Türkiye
soluna da yansıtılmıştı.
Ant dergisinin bu konularda takındığı tavrın
da,
bugün baktığımız zaman en tutarlı tavır olduğunu görüyoruz. Ant,
Çin-Sovyet ayrılığında taraf tutmaz, her iki tarafa da eleştirel bir
mesafede durur. Öte yandan, Ant Yayınları, solun bütün kesimlerinde var
olan o zamanki ağır anarşizm ve Troçkizm düşmanlığına yüz vermez;
Troçkist teorisyen Mandel’in ve o zamanlar anarşizmi savunan John
Bendit’in kitaplarını yayınlamakta bir sakınca görmez. Latin Amerika
çizgisi diye anılan Che Guevara ve Castro’nun çizgisine de sempatiyle
yaklaşır.
Dahası, Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı
işgaline de karşı çıkar. 27 Ağustos 1968 tarihli Ant “Çek
dramı” kapağıyla çıkar.
Kürt Meselesindeki Tutum
MDD hareketinin Kürt meselesindeki Türk milliyetçisi ve olumsuz tutumu
bilinmektedir. Ant dergisi bu konuda da olumlu bir yönelim
içinde
olmuş, Mehmet Emin Bozarslan’ın Kürtçe çevirilerini basmış, Kürt
gençlerinin kurduğu DDKO adlı örgüte olumlu yaklaşmış, İsmail
Beşikçi’nin ve Kürt aydınlarının yazılarına sayfalarını açmıştır.
Yazının başındaki saptamamıza dönecek olursak, Ant’ın
1960’ların sol
hareketinde, bütün tutumlarıyla esasen doğruya en yakın noktada
olduğunu bir kere daha belirtelim. Evet ama, Ant bu doğru
yönelimlerine
rağmen, sol içi hizip kavgaları ortamında neden gereğince etkili
olamamış, neden kendi çevresinde güçlü ve farklı bir sol oluşum
yaratamamıştır? Etkili olmadığını söylemek istemiyorum. Elbette Ant
kendine özgü tutumuyla önemli bir etki de yapmış, bir anlamda sol
entelijensiyanın ve solcu gençliğin özlemlerinin temsilcisi olmuştur,
fakat son tahlilde bu, örgütsel bir etkiye dönüşememiştir, neden?
Bu çok daha geniş bir tartışmanın konusudur. Burada
sadece şunu saptamakla yetineyim: Görece doğru çizgiyle örgütsel etki
arasında ters orantı vardır. Doğrulara ne kadar bağlı kalırsanız,
örgütsel etkiniz o kadar zayıf olur. Tersten söyleyecek olursak,
örgütsel bakımdan etkili olmak istiyorsanız, doğrulara bağlı kalmamak
ve kendi hizbinizin örgütsel başarıları için doğruları eğip bükmek,
hatta gereğinde ezip geçmek zorundasınızdır. İnsanlar ne yazık ki,
doğruların değil, örgütsel bakımdan güçlü ve etkili olanların peşinden
gider. (Doğan Özgüden, ‘Vatansız’ Gazeteci,
cilt:1(Sürgün Öncesi), Belge Yayınları, 2010)
Gün Zileli
24 Aralık 2015
http://www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
Mayıs 2016
Engin ERKİNER
ÖZGÜDEN-TUĞSAVUL VE 45 YIL
11 Mayıs 2016’da Doğan Özgüden ve İnci Tuğsavul’un sürgünde 45. yılları
doluyormuş. Özgüden ve Tuğsavul 12 Mart 1971 darbesinin ardından ülke
dışına çıkmak zorunda kalmıştı.
Böyle bir konuda ne yazılabilir, diye düşündüm. Sürgünle ilgili
bilinenleri tekrarlamak yerine, sürgüne gitmelerinde ve orada da TC
devletinin kendilerini unutmamasında önemli payı bulunan 1970 yılının
ANT dergisi hakkında yazmak daha uygun geldi.
15-16 Haziran 1970 işçi eylemlerinin ardından İstanbul’da sıkıyönetim
ilan edilmiş, DİSK yöneticileri ve işçi önderleri mahkemeye verilmişti.
Mihri Belli ekibinin yönettiği bir dergi –yanlış hatırlamıyorsam Türk
Solu idi- “sıkıyönetim tarafsız olmalıdır” diye başlık atmış ve
yıllardan beri zaten gündemden inmeyen silahlı kuvvetler konusu
devrimciler arasında tartışılan başlıca konu durumuna gelmişti.
1970 yılı yaz aylarında çok sayıda devrimcinin okuduğu iki kitap vardı:
Lenin’den Devlet ve İhtilal ile Taner Timur’un Türk Devrimi ve Sonrası.
İlkinde ordunun burjuvazinin baskı aygıtı olduğu açıklanıyordu.
İkincisinde ise, kemalist devrimin gerçekte bir burjuva devrimi olduğu
anlatılıyordu.
Aramızda özellikle büyük kent kökenli olanlar orta öğretimde sıkı bir
kemalist eğitim görmüş, o yılların tek kanal televizyonunu izleyerek bu
eğitimini perçinlemişti. Böyle bir sosyalizasyonun ardından çok sayıda
devrimcinin kemalizmin güçlü etkisi altında olması kaçınılmazdı.
Öğrendikçe ve yaşadıkça bu etkiden kurtulmaya başlayacaklardı.
Bu ayların birinde çıkan ANT Dergisi’nin kapağını hatırlıyorum:
kapitalistleşen subaylar işçileri yargılayamaz! Konu, OYAK ile
ilgiliydi ve ordunun üst kademesinin sermayeyle iç içe girmiş
ilişkileri anlatılıyordu.
Burada yazılanlar ordu hakkında yepyeni bir değerlendirme sayılırdı. Ne
milli ordusu, ordu sermayenin ordusuydu; bu kadarını Devlet ve
İhtilal’i okuyup belirlemek kolaydı ama ilgili yazıda başka bir noktaya
daha dikkat çekiliyordu.
Ordu bilinen tanımıyla sermayenin vurucu gücü olmanın ötesine geçiyor,
sermayenin bir parçası oluyordu. Sonraki yıllarda Lenin’in tanımının
bizim için yetersiz olduğunu, bu ülkede ordunun rolünün “sermayenin
vurucu gücü”ne indirgenerek anlaşılamayacağını düşünebilecek birikime
ulaşacaktık. Ordunun subay kademesi sermayenin üniformalı kesimiydi.
(Mısır ordusu bu konuda bizdekinden daha ileri bir örnektir.)
Aslında bu da yetersizdi. Bu yetersizlik aradan yıllar geçtikten sonra
Serdar Şen tarafından yazılan “Silahlı Kuvvetler ve Modernizm”
kitabında görülebilecekti. Şen’e göre silahlı kuvvetler devletin
ideolojik aygıtlarından bir tanesiydi. Aile, okul, dini kurumlar gibi
düzeni ideolojik olarak koruyan ve yeniden üreten önemli bir kurumdu.
Askere giden herkesin katılmak zorunda olduğu eğitim seminerlerinin
ötesinde basında ve televizyonda da orduyu ve onun toplum için
vazgeçilmez koruyucu rolünü öven yayın bolluğundan geçilmiyordu. (AKP
iktidarı altında ordunun bu rolünü Diyanet İşleri Başkanlığı
üstlenecekti.)
Ülkede gittikçe büyüyen silah sanayisi kurulmuş durumda… Eskiden sadece
hafif silah üreten bu sanayi büyüyerek orta ve giderek ağır silahlar da
üretmeye başladı. Böyle bir sanayinin olmazsa olmazı üretilen silahın
pratikte denenmesidir ki bu da Kürt yerleşim birimlerindeki savaşta
yapılıyor.
Bir nikah töreni devletle silah sanayisi arasındaki ilişkiyi güzel
örnekliyor: Cumhurbaşkanının kızı önemli bir silah firmasının sahibinin
oğluyla evleniyor. Devlete uygun bir evlik!
Silah üretimi ve ihracatı konusunu sürekli gündemde tutan yayınlar
bulunmuyor denilebilir. Silah sanayisi hakkında bazen açıklamalar ve
rakamlar yayınlanıyor ama bunlar “şunu da ürettik, bunu da ürettik”
övgüleri arasında geri planda kalıyor.
Türkiye’nin Katar’da kurduğu tugay düzeyindeki askeri üs, Somali ve
diğer Afrika ülkelerinde bulunan askerleri ise pek konu olmuyorlar.
TC ordusunda profesyonellik oranının yüzde 41’e ulaştığını başlıklarda
değil haberlerin içinde okuyabiliyoruz. Çok sayıda uzman er ve çavuş
yetiştirilmiş, özel kuvvetler neredeyse ayrı bir ordu olacak kadar
gelişmiştir. Burjuvazinin bölgeye yönelik büyük ihtirasları bulunuyor
ve bunların da ancak etkili silahlarla desteklendikleri oranda hayata
geçebileceklerine inanıyor.
ANT benzeri bir yayın şimdi bulunmuyor.
Ordunun az bilinen yönleri hakkında yayın yapmak, devletin hışmını
hemen üzerine çekmek ve dahası asla unutulmamak demektir.
Kendi yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla devlet Özgüden ve
Tuğsavul’la sürekli uğraşmış. İkide bir hedef göstermenin yanı sıra
iltica etmelerini zorlaştırmaya çalışmış, ardından vatandaş olmalarının
sürüncemede kalmasını sağlamış…
1971 sürgünlerinin sayısı azdı, bu nedenle de dikkat çekmek kolaydı ama
bu durum sonraki yıllarda da sürmüş… Bunun önemli nedenlerinden birisi
Avrupa Birliği’nin başkenti sayılan Brüksel’de aralıksız yürütülen
politik faaliyet ise, bir başka önemli neden de 1970’den kalan öfke
olsa gerektir.
Orduyu Devlet ve İhtilal’deki tanıma indirgeyerek hakim sınıfın baskı
aygıtı olarak değerlendiren anlayışın ülkeyi anlaması mümkün değildir.
Silahlı kuvvetlerin burjuvazinin bir parçası olması bize özgü değil;
Mısır’da ve bazı Latin Amerika ülkelerinde de bulunuyor.
ANT’ın o sayısı kendi özgünlüğümüzün anlaşılmasında önemli bir adımdı.
Ve 45 yıllık sürgünlük…
Sosyal araştırma konusunda güçlü bir ülke olsaydık, sürgünlük tarihi
şimdiye kadar çoktan yayınlanmış olurdu. 20. yüzyılın en büyük
sürgününü yaşamış Almanlarda bunu görebilmek mümkün… Kim nerede ne
yapmış, hepsi var. Sürgünde edebiyat, doğa ve sosyal bilimlerde ne
üretilmiş; hepsi var.
Bizde de günün birinde olacak… Bu konuda küçük de olsa çabalar
bulunuyor, henüz çok yetersiz ama başlamış durumdadır.
http://avrupasurgunleri.com/ozguden-tugsavul-ve-45-yil/